Prof. Dr. Muharrem DAYANÇ*
GİRİŞ
Modern Türk şiirinin Ahmet Haşim’le birlikte kurucu şairlerinden biri olarak kabul edilen Yahya Kemal, ölümünden sonra hakkında yazılanlar ve eserleri üzerine yapılan çalışmalar bakımından şanslı bir yazardır. Ölümünden sonra Beyatlı ile ilgili kitap yazma süreci zaman zaman inkıtaa uğramakla birlikte bugüne kadar devam edegelmiştir.
1958’ten bugüne kadarki zaman diliminde Yahya Kemal’e yer veren başlıca eserleri ana hatlarıyla şu şekilde tasnif etmek mümkündür:
- Hayatı, edebî kişiliği ve eserlerinden hareketle yazılanlar: Hilmi Yücebaş, Bütün Cepheleriyle Yahya Kemal Hayatı-Hâtıraları-Şiirleri (1958); Zahir Güvemli, Yahya Kemal(1958); H. Vehbi Eralp, Yahya Kemal İçin (1959); Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal(1962); Hüseyin Sesli, Yahya Kemal(1963); Muzaffer Uyguner, Yahya Kemal(1964); Beşir Ayvazoğlu, Yahya Kemal Eve Dönen Adam(1985); Âlim Kahraman, Yahya Kemal Beyatlı(1998); Kâzım Yetiş, Yahya Kemal I Hayatı(1998); İsa Kocakaplan,Gök Kubbemizin Şairi, (1998)¸Konur Ertop, Mektepten Memlekete: Fotoğraflarla Yahya Kemal’in Yaşam Öyküsü, (1998); Kemal Bek, Yahya Kemal Beyatlı Yaşamı ve Yapıtlarını Okuma Kılavuzu(2001); Cengizhan Orakçı, Yahya Kemal Beyatlı, (2003); Sermet Sami Uysal, Şiire Adanmış Bir Yaşam Yahya Kemal Beyatlı(2006); Alim Kahraman, Büyük Göçmen Kuş: Yahya Kemal Beyatlı, (2013); Önder Göçgün, Yahya Kemal Beyatlı, (2015); Yahya Kemal İçin YazılanlarCilt I-II, Haz: Kâzım Yetiş (1998) vb.
- Belli bir bakış açısı ve konudan hareketle yazılanlar: Nihat Sami Banarlı, Yahya Kemal ve İman, (1959); Adile Ayda, Yahya Kemal’in Fikir ve Şiir Dünyası(1978); Mustafa Özbalcı, Yahya Kemal’in Duygu ve Düşünce Dünyası(1990); Ahmet Akşit, Yahya Kemal’in Tarihçiliği, (1991); Sait Başer, Yahya Kemal’e Göre Türk Kimliği ve Görüşlerinin Kamuoyundaki Yansımaları, (1996); Mehmet Demirci, Yahya Kemal ve Mehmet Akif’te Tasavvuf, (1993); Hasan Bülent Kahraman, Yahya Kemal Rimbaud’yu Okudu mu?(1997); Yaşar Şenler, Kültür ve Edebiyata Dair Görüşleriyle Yahya Kemal(1997); Sait Başer, Yahya Kemal’de Türk Müslümanlığı(1998); Serdar Öztürk, Kültür ve Sanat Dünyamızda Yahya Kemal Beyatlı(1988); Taha Toros, Türk Edebiyatında Altı Renkli Portre(1998); Tahir Abacı, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’da Müzik(2000); H. Ömer Özden, Estetik ve Tarih Felsefesi Açısından Yahya Kemal(2001); Ayhan Güldaş, Yahya Kemal’de “Son”(2008); Nurullah Çetin, Milletleşme Sürecimizde Yahya Kemal Aydınlanması(2008); Nevzat Kösoğlu, Milliyetçilikte Yeni Arayışlar Yahya Kemal Hayatı ve Düşünce Dünyası, (2009); H. Ömer Özden, Bir İnanç ve Kültür Terkipçisi Yahya Kemal(2011); Alphan Akgül, Anlamın Sesi Yahya Kemal Beyatlı’nın Şiir Estetiği, (2014); Habil Şentürk, Yahya Kemal ve Din, (2014); H. Hicran Göze,Yahya Kemal ve Atatürk Aralarında Neler Yaşandı, (2015); Sadettin Ökten, Yahya Kemal’den Bugüne İstanbul, (2015); İbrahim Eryiğit-Rana İslam Değirmenci, Tarihin Şiir Dili Yahya Kemal, (2018) vb.
- Hatıra ve izlenimlerden hareketle yazılanlar: Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Haşim-Yahya Kemal’e Veda(1969); A. Süheyl Ünver, Yahya Kemal’in Dünyası (1980); Cahit Tanyol, Türk Edebiyatında Yahya Kemal(1985); Nihat Sami Baharlı, Yahya Kemal’in Hatıraları (1997); Nihat Sami Baharlı, Yahya Kemal Yaşarken(1997); Süleyman Bulut, Şaka, Alay ve Hazırcevaplarıyla Nüktedan Yahya Kemal, (2010); Şemsi Kuşeyri, Yakın Dostları Yahya Kemal’i Anlatıyor, (2016) vb.
- Ansiklopedik mahiyette yazılanlar: Beşir Ayvazoğlu,Yahya Kemal “Eve Dönen Adam” Ansiklopedik Biyografi (2008).
- Kendi ağzından yazılanlar: Sermet Sami Uysal, Yahya Kemal’le Sohbetler(1959); Adile Ayda, Yahya Kemal Kendi Ağzından Fikirleri ve Sanat Görüşleri (1962).
- Roman, hikâye ve tiyatro gibi kurmaca türü eserlerle yazılanlar: Roman: Selâhattin Enis, Zâniyeler(1924); Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur(1948) ve Sahnenin Dışındakiler(1950), Beşir Ayvazoğlu, Bozgunda Fetih Rüyası(2001); Yılmaz Karakoyunlu, Yorgun Mayıs Kısrakları(2004) vb. Hikâye: Ömer Seyfettin, Boykotaj Düşmanı(1914). Tiyatro: Sönmez Atasoy, Kendi Gök Kubbemiz(1990).
Daha çok kitaplardan hareketle oluşturulan yukarıdaki seçme kategorik eser listesi, üzerinde çalışma yapılan sanatçılar içinde Yahya Kemal’in ayrı bir yere sahip olduğunu gösterir. Bu listeye değişik üniversite, enstitü ve resmî kuruluşların yayınladığı dergiler/özel sayılar; bilimsel toplantılarda dile getirilen görüşler/bildiriler; hakemli dergilerde yayınlanan makaleler ile popüler yayınlarda/dergilerde kendilerine yer verilen yazılar da eklenince ortaya daha kabarık bir liste çıkar. (Naneci-Dalgıç, 2008: 1-66) Fakat bu çalışmaların önemli bir kısmı Yahya Kemal’in şahsına, eserlerinin tematik yapısına, yani ne’sine odaklanmakta, yazarın şiirlerine, şiirlerinin arka planına, dili kullanmadaki inceliklere, hayal unsurlarına, imajlara ve kısacası şiirlerinin estetik yönüne bir türlü sıra gelmemekte, yani şiirlerinin nasıl’ı ikinci planda kalmaktadır. Sadettin Ökten’in Yahya Kemal’in Rüzgârıyla Düşünceler ve Duyuşlar (Ökten, 2008: 1-486) adlı kitap birçok yönüyle bu klasik/alışılmış/eskitilmiş çerçevenin dışına çıkmakta ve bu nedenle özel bir ilgiyi hak etmektedir. Ökten, Yahya Kemal’in şiirlerinden seçtiği bazı anahtar kelime ve kavramlardan hareketle hem edebî metni tarihsel bağlamı içinde daha anlaşılır hâle getirmekte; hem de bu ibarelerin edebî metindeki estetik fonksiyonlarını belirgin kılmaktadır. İçeriğini oluşturan kelimelerin şekil, muhteva, tarihî anlam/değer ile estetik niteliklerine nüfuz etmeden bir edebî metin bütün incelikleriyle/hususiyetleriyle anlaşılamaz. İşte bu noktada Ökten, kültür değişmeleri/kırılmaları sonucunda eserle okuyucu arasına giren mesafeyi akıcı bir üslûp, nitelikli bilgi ve tarihî derinliğe sahip yorumlarıyla gidermeye çalışmaktadır ki bu da Yahya Kemal’in şiir dünyasının daha doğru anlaşılmasının zeminini oluşturmaktadır. İzlenimci bir yöntem, açıklayıcı ve anlamlandırıcı bir tavır, tarif ve tasvir edici bir yaklaşım, temel ideal ve kavramları vurgulayıcı bir üslupla yazılan bu eserde Ökten, okuyucuya, âdeta “Yahya Kemal’i doğru okuma ve anlama kılavuzu” sunmaktadır. Buraya kadar söylenenleri kitaptan somut örneklerle açıklamak konunun daha iyi anlaşılmasına hizmet eder.
DİNÎ ve MİLLÎ KAVRAMLARIN İŞLENİŞİNE BİRKAÇ ÖRNEK
Sadettin Ökten’in “Cemiyet, Ferd ve Hakan Üzerine”, “Musikî Üzerine”, “Tarih ve Vatan Üzerine” alt başlıklarından oluşan Yahya Kemal’in Rüzgârıyla Düşünceler ve Duyuşlar(Ökten, 2008: 1-486) adlı kitabında üzerinde durulan ilk şiir “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”dır. Yahya Kemal’in ölümünden bir yıl önce (1957)Hürriyet Gazetesi’nde altı bölüm halinde yayımlanan bu edebî metin (Ayvazoğlu, 2008: 456) “mimarideki Süleymaniye’nin şiirdeki karşılığı”dır (Eralp, 1959: 64). Ayrıca bu şiir, Yahya Kemal’in Kendi Gök Kubbemiz(Beyatlı, 2008: 3-102) kitabına adını veren Türk şiir tarihinin tarihî derinlik bağlamında en çarpıcı imgelerden birini de içinde barındırır. Bize ait değerlerin bir bütün olarak yaşadığı ve geleceğe aktarıldığı bir dünyanın sembolik bir ifadesidir bu “kendi gök kubbemiz” imgesi. Daha veciz bir sözle ifade etmek gerekirse; “Herkesin ‘gökyüzü’sü varsa, bizim de ‘kendi gök kubbemiz’ vardır.” denilebilir.
a. Rüya
Sadettin Ökten, Yahya Kemal ile ilgili bu eserinin birçok yerinde “rahmanî rüya/rüya-yı sâdıka” olarak adlandırılabilecek hadiselere atıfta bulunur. Fakat, özellikle bunlardan ikisi Ökten’in eserinin temel felsefesini somut olarak ortaya koyması bakımından bir adım öne çıkar. Bunlardan ilki, içinde, Süleymaniye Camii’nin yapılmasının arka planı ile manevî zemini hakkında ipuçları barındıran rüyadır. Bu rüyada Kanunî Sultan Süleyman ile Mimar Sinan Hazret-i Peygamber’i aynı anda rüyalarında görürler. Kanuni’nin dört adım gerisinde bulunan Sinan, Padişahı görmüş, fakat Padişah sermimarân-ı hassayı fark etmemiştir. Bu durum, Hazret-i Peygamber’in camii yaptırma işini Sultan’a emretmesi, Sultan’ın da bu emri Mimar Sinan’a bildirmesiyle ortaya çıkar:
“Ecdad’dan gelen bir haberde rivayet olunur ki: Bir kutlu gecede hazret-i padişah mana âleminde büyük bir tebşirata mazhar olur, rüyasında Resul-i Ekrem Sallallahu Aleyhi Vesellem Efendimiz’in teşrif buyurduklarını görür. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem önde, kendisi arkada bir nice yol kat ettikten sonra İstanbul’un ufkunda bir tepeye vasıl olurlar ki bir ciheti Haliç’e ve Boğaziçi medhaline hâkimdir, diğer cihetten de Marmara enginine doğru meyillenir. Aleyhissalatu Vesellem Efendimiz mübarek talimleri ile Sultan Süleyman’a talim buyururlar. Cami’in ve külliyenin tanzimi, bu muazzez ve mükerrem irşad ile vücud bulur.
Bir dem sonra o mahalle, sermimarân-ı hassa Sinan ibni Abdülmennân ile gelen padişah, ona meseleyi anlatmak için ‘Buraya bir cami ve bir de külliye inşa etmekliğimiz emrolundu.’ diye söze başlarken Hazret-i Sinan araya girer ve abidenin tanzimi ile alakalı hususları bir bir serdetmeye başlar. Bu hale taaccüp eden padişah ‘Sinan, sen sanki bu işten haberdar gibi görünüyorsun.’ deyince, sermimarân-ı hassa tevazu ile şöyle cevap verir: “Sultanım, mana âlemindeki tebşirâtta fakiriniz padişahımız efendimizin dört adım arkalarında idim.” (Ökten, 2008: 25-26).
Ökten’in bu rüyayı, birazdan üzerinde durulacak rüya ile birlikte kitabının merkezine yerleştirmesinin arkasında iki ana mesaj yatar: Bu iki mesajdan birincisi, “bizim yaptığımız her işte ilahi emir ve rıza vardır”; ikincisi “devrin ümerâsının, ulemâsının, halkının vb. idealleri ortak rüyaya/ideale dönüşmeden büyük bir medeniyet kuramaz” şeklinde yorumlanabilir.
Ökten’in kitabında vurgu yapılan en önemli ikinci rüya, yine Yahya Kemal’in ölümünden bir yıl önce (1957) Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan (Ayvazoğlu, 2008: 435) “Mercidabık” şiiri dolayısıyladır. Bu şiirde, Yavuz Sultan Selim’in yaptığı savaşlardan biri olan “Mercidabık” seferi anlatılır. Ökten’in Hoca Sadeddin Efendi’nin Selimnâme’sinden iktibasen anlattığı bu rüyanın merkezinde, Hazret-i Peygamber’in vazifelendirdiği dört halife vardır ve bu rüyada verilmek istenen mesaj da ilk rüya ile hemen hemen aynıdır. Burada dikkat edilmesi/gözden kaçırılmaması gereken bir başka husus, Hoca Sadeddin Efendi’nin Hasan Can’ın oğlu, Hasan Can’ın da Yavuz Sultan Selim’in son nefesini verene kadar yanından ayrılmayan sâdık musahibi olması gerçeğidir. Bu rüyada kapı ağası Hasan Ağa aracılığıyla Yavuz Sultan Selim’e Mısır seferi tevcih edilir. Aşağıya iktibas edilecek bu rüyanın özü; Yavuz Sultan Selim’in Hasan Can’a hitaben söylediği; “Biz sana dimez miyüz ki biz hiçbir tarafa memur olmaksızın gitmeyüz.” şeklindeki cümlesidir. Bu cümle ilk rüyanın özünü de ihata etmesi bakımından ayrıca mühimdir:
Peder merhum söylerdi ki padişah Selim Han geceleri az uyur, ekser kitap mütalaa eder, bazan da ahvâl-i âlemden bahis açardı. Bir gece uyuyakalmışım, hizmetlerine gidemedim, sabah namazından sonra gittiğimde dün gece niye gelmediğimi sual ettiler. Uyuyakaldığımı söyleyince o halde ne rüya gördüğümü ısrarla sordular. Bir rüya görmediğimi te’kiden söyleyince ‘Acaib’ buyurdular. Sonra beni bir iş için kapı ağası Hasan Ağa’nın yanına yolladılar, kapıya vardığımda Hasan Ağa’yı diğer birkaç ağa ile hasbıhal ederken buldum. Kendisi mütefekkir, mütehayyir, başı önde ve gözü yaşlı ve diğer ağalar da hayret ve tereddüt içinde idiler. Halde bir fevkaladelik olduğunu hissederek ne hadise cereyan ettiğini sorduğumda ağalar önce bana açılmadılar. Lakin hal ü keyfiyeti anlamak hususunda ısrarım üzerine Hasan Ağa dün gece bir rüya gördüğünü, bu mananın tesiri ile heyecan içinde olduğunu söyledi. Selim Han’ın fakirden bir rüya sorduğunu beyan ederek hemen gördüğü rüyayı bana anlatmasını istedim. Hasan Ağa gördüğü rüyayı şöyle tafsil etti: Bir nice gördüm ki bu eşiğinde oturduğumuz kapıyı acele ve şitâb ile dakk ettiler. İleri vardığımda gördüm ki kapı bir cüz’ice açılmış, taşrası Arap simasında nûrânî eşhas ile memlû, elleri bayraklı, müsellah ve mükemmel olup dururlar. Ve kapı dibinde dört nûrânî kimesne durur ki ellerinde birer sancak vardır. Dakk-ı bâb edenin elinde padişahın ak sancağı vardı ve bana eydür ki ‘Bilür misün neye gelmişüz?’ Ben dahi ‘Buyrun’ direm, didi ki ‘Bu gördüğün eşhas Ashab-ı Rasulullah’dır, salavatullahi aleyhi ve selamihi. Bizi Hazret-i Rasulullah gönderip Selim Han’a selam itti. Ve buyurdu ki ‘Kalkup gelsin ki Haremeyn hidmeti ana buyurıldı.’ Ve bu dört kimesne ki görürsin, bu Sıddıyk-ı A’zam ve bu Ömerü’l-Fâruk ve bu Osman-ı Zinnûreyn’dir. Ben ki senin ile tekellüm eylerem Ali ibni Ebû Tâlib’üm. Var selim Han’a söyle.’
Hasan Ağa hem rüyayı söyler hem ağlar hem de ‘Benim gibi bir günâhkârın ne rüyası olur ki padişah huzurunda nakle layık olsun?’ diye hayâ ve edep içinde söylenirdi. Verilen işi görüp hemen huzura avdet ettiğimde Sultan Selim hâlâ sual ettiği rüya ile meşgul idi, bana ‘Sabaha kadar uyuyup da rüya görmemene taaccüp olunur.’ buyurdular. Bunun üzerine ‘Padişahım, rüyayı bu Hasan kulunuz görmedi ise de başka Hasan kulunuz görmüş, emriniz olursa arz edeyim.’ dedim. Ve emirleri üzerine rüyayı tafsilatı ile anlattım. Mübarek gözlerinden yaş geldi ve Hasan Ağa’yı takdirle yâd ettikten sonra fakire şunları söyledi. ‘Biz sana dimez miyüz ki biz hiçbir tarafa memur olmaksızın gitmeyüz. Ecdadımız velâyetten behremend idi, hemân biz onlara benzemedük.’ Diğer bir rivayette ise padişah o gece gördüğü bir rüyada kendisine Hasan isimli bir kimse vasıtası ile emr-i peygamberî eriştirileceği müjdesi alır. Ertesi sabah Hasan Can’a ısrarla rüya sormasının sebebi budur. Hasan Ağa’nın rüyasını Hasan Can’dan naklen dinleyip emr-i peygamberî’yi tebellüğ ettikten sonra da ecdadının evliya makamında olduğunu beyan ederek ‘Onlara emr-i peygamberî tebliğ olunurdu, veyl bana ki bu makama ancak vasıta ile nail olabiliyorum.’ demiş ve hamd ve istiğfar hissiyatı içinde giryân olmuştur.” (Ökten, 2008: 128-130).
b. Şehadet
Şehadet peygamberlikten sonra manevî anlamda en kutsal rütbelerden biridir. Anne-babalar çocuklarının şehit olmasını can ü gönülden arzulamakta ve bunun için Allah’a yalvarmaktadırlar. Annesi Nakiye Hanım evlerinde misafirlerin de bulunduğu bir gün Yahya Kemal’i (ki o zaman küçük bir çocuktur) öper ve “inşallah şehîd olur” diyerek ağlar. (Banarlı, 1997: 26) Ökten’in kitabın merkezine yerleştirdiği dinî/millî kavramlardan biri olan şehadetin çerçevesi ayet ve hadislerden hareketle şöyle çizilir:
“… eski medeniyetimizde visâle ermek için birçok yol tarif ve tatbik edilmekle beraber, bunların bir tanesi çok zor olmasının ve büyük fedakârlık gerektirmesinin yanında en kısa olanıdır. Bu yol şehadettir. Dinde ve örfde ‘şehadet’ tabiri, Allah yolunda yapılan bir muharebe esnasında veya âsiler ve yol kesenler ile çarpışma sırasında ölen Müslümanlar hakkında kullanılır. Bu hüküm Osmanlı medeniyetinin dayandığı temel kaynak olan Kitab’da şu ilahî beyanlar ile tebliğ buyrulmuştur:“Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz bilin ki Allah’ın mağfiret ve rahmeti onların topladıkları maldan daha hayırlıdır”(3,157). “Allah yolunda öldürülenleri ölü zannetmeyiniz, belki onlar sağ olup Rableri yanında rızıklanmışlardır.” (3, 169). “Allah’ın yolunda öldürülenlerin amellerini Allah zayi etmez, onları hidayete ulaştırır ve hallerini düzeltir ve onları evvelce kendilerine tarif ettiği cennetlere idhal eder”(5,7). Bu ilahî tebşîratın yanında Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem de hadîslerinde şehitleri âli makamlar ve pek güzel akıbetlerle müjdelemiştir. Nebî-yi Zîşan’ın bu beyanlarına göre Allah yolunda savaşta ölmek suretiyle imanını isbat eden şehid, dünya hayatını fedâ etmekle kabirde sorgu meleklerinin sualinden kurtulur.”(Ökten, 2008: 437-438).
Daha sonra şehitler için öbür âlemde vaat edilen nimet ve makamlara değinen Ökten, bu kutlu insanların orada iskân edilecekleri yerin adının Dârü’ş-Şühedâ’da olduğunu vurgular. Burası Allah’ın tahtına en yakın makamdır. Dolayısıyla, “hem âyetlerde hem de hadîslerde böyle tarif edilen şehadet mertebesi, bu beyanlara tam bir iman ile inanmış olan Osmanlı insanını çok etkilemiş ve bu mertebeye erişmek, hayatın ulvî bir gayesi olarak görülmüştür.” (Ökten, 2008: 439).
c. Tekbir
Tekbir değişik ibadetlerde kullanılmasının yanı sıra İslam dininin sembol kavramlarından biridir. Allah’ı ululamak ve onun yüceliğini tasdik anlamına gelen bu “Allahüekber” lafzı tevhîd inancını imler. Ökten önce bu kavramın tarihsel kökenine iner:
“Tekbîr lafzı Hazret-i İbrahim’in Cenâb-ı İsmail’i kurban etmeye teşebbüs etmesi sırasında zuhur eder. Hazret-i İbrahim’in oğlunu Allah için kurban etmesi hususundaki emr-i İlahî’ye inkıyadı Cenâb-ı İsmail’in bu emre tereddütsüz teslimiyeti ind-i İlahî’de bir koç kurban ile mükâfatlandırılır. Bu koç kurbanı getiren Cebrail Aleyhisselam ile Hazret-i İbrahim ve Cenâb-ı İsmail arasında Hak Teâla Azze ve Celle’yi tekbîr ve tahmid eden bir mükâleme cereyan eder ki tekbîr’in lafzını bu sözler meydana getirmiştir” (Ökten, 2008: 30).
Ökten daha sonra Türk milletinin tekbire yüklediği anlama geçer. Itrî’nin segâh bestesi bu kutsal ibareye musikiden bir elbise giydirmiş ve onu daha güzel hale getirmiştir:
“Ve sonra ecdadın devri gelir; ecdad bu mübarek lafzı musikînin semavi nağmeleri ile terennüm etmeye başlar. Kadîm medeniyetimizde tekbîr’in lafzı, Itrî’nin segâh bestesi ile birlikte özümüzdeki hissettiğimiz, oraya nakşettiğimiz bir bütündür. Tekbîr dendiği zaman mutlaka segâh makamının tab’ında var olan vakur ve muktedir, aynı zamanda mütevekkil ve mahzun ruh ahvalini aksettiren Itrî bestesi terennüm edilir. Tekbîr’in ortaya çıkışına sebep olan kutlu hadise ile segâh makamındaki bestesi arasındaki muhteşem ahenk Osmanlı zevk-i selîminin bir başka zirvesidir. İslam medeniyetinin ilk bakışta çok basit ve muhtasar gibi görünen bu muhteşem tecellisi kadîm musikîmizin büyük dehası Itrî’ye nasip olmuştur.” (Ökten, 2008: s. 30-31).
d. Nefer
Yahya Kemal’in şiirlerinde öne çıkardığı, bugünün kültür atmosferinde çok dar anlama sıkışan ama geçmişte önemli bir kültürel ve psikolojik arka plana sahip olan kavramlardan biri “nefer”dir. “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nda; “Bir neferdir bu zafer mabedinin mimarı” mısraını “nefer” kelimesinin millî kodlarını çözmeden anlamak hemen hemen imkânsızdır:
“Bu zafer mabedinin mimarı bir neferdir, onu bir nefer inşa etmiştir. Bu nefer bütün milletimizi varlığında remzetmektedir; gaziyan, ahiyan, abdalan ve baciyan bu neferin şahsında mündemiçtir. Bu nefer içimizden biridir ki bütün varlığı ile kendi gök kubbemize aittir, kendi gök kubbemizi o kurmuştur, o kubbenin altında yaşar ve onu yaşatır. Bu nefer maddî ve manevî manada bir büyük zaferin sahibidir, imanı ile zulmete galiptir, celadet ve şecaati ile karanlık arzları aydınlığa açmıştır, oralara emn ü eman götürmüştür. Gönlü safiyet kesbetmiş ve her türlü süflî emel ve nakîsadan ve bilinmezliğe talip bir âdem olmuştur. Biri maddî diğeri manevi sahada kazanılan bu iki büyük cihadın neticesidir ki bu muhteşem zafer mabediyle yani Süleymaniye ile taltif edilmeye layık bulunmuştur.” (Ökten, 2008: s. 27).
Peki bu “nefer” kimdir ve onun temel nitelikleri nelerdir? Ökten buna da cevap verir ve “nefer”in üç temel özelliğini öne çıkarır: Talepsizlik, rütbesizlik, hasbilik.
“O, hem maddî hem de manevî manada bir nefer esvabı giymiş, yani rütbeye, mala, câha dair en ufak bir talebi yok. Onu önceleri Horasan’dan Anadolu’ya gönderilen, sonraları Anadolu’da ve Rumeli’de yani bu topraklarda yetişen hak erenler besleyip büyütmüş ve irşad etmiştir. Bir sabî iken onların helal ve bereketli sofralarından nasiplenmiş, aklı erer hale gelince de hak erenler gönlünü arıtmışlar, onu insan etmişlerdir. O artık ‘ne varlığa sevinir ne de yokluğa yerinir’ olmuş, bir tek O’nun aşkı ile avunur bir hale girmiş, bütün talebi sadece ve sadece O imiş. Bilinmezliğe ve hiçliğe talip bu âdem, libas ve dünyada zaruri bir ihtiyaç olduğu için, en sade bir kisve ile yani rütbesizliğin ve talepsizliğin remzi olan nefer esvabı ile iktifa eder, bu berzahtan geçince de doğrudan Hakk’a ve Cemal’e yürür.” (Ökten, 2008: s. 33-34).
“Nefer”lerin bazı remizleri vardır ve hatta Padişah da bir “nefer”dir:
“Kadîm gelenekte at kuyruğu bağlamak, neferlere mahsus bir davranış idi, hakan böyle yaparak bu savaşta kendisinin de bir nefer gibi çarpışacağını ima ediyordu.”(Ökten, 2008: s. 305)
“Osmanlı devlet geleneğine göre tahta çıkan her padişah, cülûs merasiminde kendisinin de birinci neferi olduğu 61. ortayı ziyaret ederdi. Bu ziyaret sırasında padişaha kahve ve şerbet ikram olunur, padişah bu ikramı kabul ettikten sonra boşalan kapları altınla doldurarak iade ederdi. Sonra yeniçerilere ‘inşallah Kızılelma’da mülaki oluruz’ diye hitab eder, onlar da bu hitaba aynı sözler ve alkışlarla mukabelede bulunurlardı.”(Ökten, 2008: s. 369).
e. Tuğ
Sözlükte, “Eskiden hükümdarlara, rütbelerine göre paşalara ve şeyhülislâmlara verilen, ucuna altın yaldızlı bir top ve gümüş bir hilâl geçirilmiş olan, topun altından eski Türkler’de yak denen hayvanın, Osmanlılarda ise at kuyruğu kıllarının sarktığı bir sırıktan ibâret saltanat, şan ve şöhret alameti.” (Ayverdi, 2011: 1268) olarak tavsif edilen “tuğ” kavramı Ökten’de tarihsel gerçeklerden ve somut örneklerden hareketle biraz daha görünür kılınır:
“… Halk tuğların manasını çok iyi bilirdi, tuğların istiklal remzi olduğunu, üzerlerindeki ay ve güneşin uhrevi ve dünyevi hâkimiyeti ifade ettiğini maziden getirdikleri terbiye ve an’ane icabı zihinlerine ve gönüllerine nakşetmişlerdi…
İdarecilerin muhtariyeti veya kısmî istiklâli, görev ve yetkisinin genişliğine göre, ona verilen tuğların adedi ile temsil edilirdi. Tuğ-ı Şahî denilen padişah tuğları dokuz adet idi, bundan sonra gelen sadrazam tuğları beş tane olurdu…
Böyle bir yapıyı ve geleneği ifade eden tuğlar eğer Üsküdar sahrasına dikilmişlerse sefer Anadolu üzerinden şarka, Davutpaşa sahrasına dikilmişlerse Rumeli üzerinden garba doğru olacak manasına gelirdi. Sefere çıkıldığında her menzilde önce tuğlar dikilir ve otağ-ı hümayun kurulurdu, bunun manası o mahalde daha padişah gelmeden Devlet-i Aliyye’nin hükümranlık haklarını ve halka verdiği emn ü eman ahdini bir kere daha teyid etmek ve varsa unutanlara hatırlatmak olarak yorumlanabilir.”(Ökten, 2008: s. 93).
“Tuğlar” metaforik olarak emniyet ve refahı temsil etmekle birlikte devletle halk arasındaki muhabbetin de sembolüdürler:
“Tuğlar şimdi bu bölgede de emn ü emanı ifade ve temsil etmektedir, onların dalgalandığı her yerde emniyet ve refah mevcuttur…
Ahali tuğları her gördüğünde kendi huzur ve saadetini, hür ve emniyet altındaki hayatını bir kez daha idrak etmekte ve bunları temin eden devlete artan bir muhabbetle gönülden bağlanmakta idi.”(Ökten, 2008: s. 122).
f. Arş
“Arş” kelimesi Ökten’in değerlendirmelerinde kadîm medeniyetin anahtar kavramlarından biri olarak öne çıkar. Ökten bu kavramı dinî referanslardan hareketle çözümler. Nitekim “Yerden yedi arşa kanatlandık o hızla” mısraını bu bilgilere vakıf olmadan çözümlemek kolay değildir:
“ ‘Arş’ kavramının şümûlü ve muhtevası eskiler tarafından bu medeniyetin istinad ettiği temel kaynaklara yani Kur’an ve hadîslere göre belirlenmiş, yine buradan yola çıkılarak arş, tasavvufî manada da yorumlanmıştır. Şimdi bu bilgileri hulâsa etmeye çalışalım. Arş, kaynaklarda İlâhî hükümdarlık ve taht manasına geliyor, yüksek bir yer ve âli bir makam, hükümranlık şanı ve kudreti ile şereflenmiş bir yer demektir. Onu melekler taşımaktadırlar ve etrafında Cenâb-ı Allah’ın esmâ-i hüsnâsını tesbih ile O’nun yüce şanını tekrîm ederler. Nurdan halkolunan arşın sütunları üzerinde kelime-i tevhîd yazılmış, sağ yanında ise Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi Vesellem’in mübarek makamları olan Makam-ı Mahmud yer almıştır. Arş yedi kat göğün fevkinde ‘Adn’ veya ‘Firdevs’ cennetinin üzerinde bir kubbedir ki İlâhî emirler önce arş ehline tebliğ olunur ve oradan diğer makamlara iletilir. İşte şühedânın ruhları bu makam ile mükâfatlandırılmıştır, bu ruhlar arşın, bu muhteşem ve mübarek kubbenin altında Ruh-i Resulullah’a komşu olarak istirahat ettirilmektedirler.”(Ökten, 2008: s. 408).
“Arş” bahsinde giriş olarak düşünülebilecek yukarıdaki ifadeler arş-gönül birlikteliğinden hareketle ve “şehitlik” kavramının önemini fark ettirecek şekilde şöyle genişletilir:
“Arşın manevi anlamı ise Cenâb-i Hakkın emsalsiz, değişmez ve ebedî mülk ve saltanat sahibi olduğudur. Bizim eski medeniyetimizin inancına göre şühedâ bu mülk ve saltanat içre ikrâm olunmaktadır, buradan da itikadımızın onlara verdiği değer ve gösterdiği ihtiram çok vâzıh bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu konudaki tasavvufî izah ise Cenâb-ı Allah’ın Arşa istiva ettiği ilahî beyanından yola çıkar. Bu beyan ile murad edilen husus O’nun bütün esmâ-i hüsnâsı ve sıfatları ile Arş’ta tecelli etmesidir. Yine beyan buyurulduğuna göre kâmil bir müminin kalbi bütün yerler ve göklerden daha geniştir, bu âlemde fezâlara sığmayan Cenâb-ı Zülcelâl o kalbe tenezzül eder, esmâsı ve sıfatları ile orada tecelli eder. O zaman o kalp Allah’ın arşı, gönül Çalab’ın tahtı, kısacası kâmil müminin varlığı bütün esmânın mazharı olur. Şu halde ervâh-ı şühedâya sadece yedi kat göğün üzerinde yer alan Arş’da ikram edilmemekte, o mübarek ruhlar aynı zamanda Allah dostlarının gönüllerinde de misafir edilmektedirler.”(Ökten, 2008: s. 409).
Ökten, modern astronomiyi de göz önünde bulundurarak “arş” kavramını irdeler ve geçmişteki yaklaşımları doğrulayan sözlerle bu bahiste bir sonuca ulaşmaya çalışır:
“Bu açıklamalardan anlaşıldığı kadarı ile arşın maddî bir varlığı da söz konusudur. Zamanımızın insanı bunu kabul etmekte oldukça zorlanabilir. Modern astronomi ne söyler bilemem, ancak bildiğim bir husus vardır ki o da şudur. Bizim kuşaklar astronomi okurken uzay sonsuzdur bilgisi ile donatılmışlardı, bunun bilimsel bir bilgi değil bir varsayım olduğunun farkında bile değildik. Ayrıca bilimsel bilginin de mutlak bir bilgi olduğunu zannederdik, bizleri böyle eğitmişlerdi. Aradan uzun yıllar geçti, gözlem âletleri geliştirildi ve uzayın bir sonu olduğu kabul edilmek zorunda kalındı, kara deliklerden ise yenilerinin doğduğu tespit edildi.”(Ökten, 2008: s. 408-409).
g. Evlâd-ı Fatihan
Bilindiği üzere, “Rumeli fethinde bulunanların kendilerine birçok hak ve muâfiyet tanınmış nesilleri”ne “Evlâd-ı Fatihan” denir. (Ayverdi, 2011: 361) Ökten, bu kavramın tarihsel geçmişini “eşkinci” bahsini de göz önünde bulundurarak şöyle açar.
“16. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin Avrupa kıtasındaki büyük Türkmen gruplarına ‘Evlâd-ı Fâtihân’ adı verilmiş ve bunlar sayımları yapılarak ve özellikleri tespit edilerek kayıt altına alınmıştır. Kısacası Evlâd-ı Fâtihân Rumeli’de yerleştirilen ve belli bir teşkilata bağlı olan Türkmen gruplarına verilen isimdir.(s. 474)
Bu Türkmen grupları Fatih zamanından beri ‘Eşkinci’ adı ile tertip edilmiş ayrı bir askerî sınıf olarak seferlere katılmaktaydı…
Kanunî zamanında çıkarılan bir ferman ile Evlâd-ı Fâtihân’a iyice tarif edilmiş hukukî bir statü verilmiş, askerî ve malî mükellefiyetler yüklenmiştir. Ancak 17. yüzyılın sonunda batı cephesinde cereyan eden ve bir türlü zafere ulaşamayan sürekli muharebelerin getirdiği külfet, devletin bu arzlardaki tımar sistemini temelinden sarsmıştır.”(s. 475)
“Evlâd-ı Fâtihân teşkilatı ve bunun askerî sahadaki izdüşümü olan eşkinci ocağı tamamen Osmanlı’ya ait özgün birer uygulama oldukları halde bu tâbi oluşun bir neticesi olarak hayat sahnesinden çekilirler.”(Ökten, 2008: s. 476).
h. Gül
Türk edebiyatında “gül”, hem maddî varlığı hem de etrafında geliştirilen düşünce ve hayal dünyasıyla diğer çiçeklerden bir adım öne çıkar. Divan edebiyatında sevgilinin (Hz. Muhammed’in) remzi olan bu çiçek (kırmızı gül) Ökten’in kitabında kendisine genişçe yer bulmuştur:
“Gül, genel olarak eski değerler dünyamızda çiçeklerin şahı olmak hasebi ile mâşukun remzidir. Özellikle kırmızı gül, rengi ile mâşuka duyulan hasret ve ona olan hicrândaki yakıcı hissiyatı çok iyi temsil ettiği için bir başka değer taşır. Peki, mâşuk kimdir? Her insanın bir mâşuku vardır şüphesiz, yani aşk ü muhabbet ile bağlandığı bir kimse. Osmanlı efkârı için asırlar boyu gelen nesillerce maşerî bir muhabbet ve ihtiram ile bağlanılan tek bir mâşuk vardı: Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz. Ecdâd-ı izam hazerâtı o Peygamber-i âli-kadr’e derin bir muhabbet ve bütün varlığını saran bir hürmetle bağlanmıştı. Bu sebeble eski edebiyatımızda gül, husûsen kırmızı gül Efendimiz Sallallahü Aleyhi Vesellem’in mübarek remizleridir. Eski insanımız bu kudsî remizden yola çıkarak gül kokladığında, gül suyu veya gül yağı kullandığında Efendimizi yâd eder ve O’na salât ü selâm getirir, gül ile olan her ülfeti onda Peygamber-i Zîşan ile muaşeret etmiş hissiyatı uyandırırdı. Onun evsafının beyan edildiği hilyeler bazı kereler gül şeklindeyapılırdı. Güle verilen değer, gösterilen muhabbet ve ihtiram açısından bakıldığında, ‘cennette açan gülleri görmek ve o kızıl hatırayı tekrar yaşamak’ bir remiz olarak her halde bu mübarek makamda rüyet-i peygamberî ile mükafatlandırılmak, dolayısı ile iltifat-ı peygamberî ile müşerref olmaktan başka bir şey değildir.” (Ökten, 2008: s. 410-411).
Gülün açılmamış hali olan gonca sembolik olarak birçok anlama gelir ki bunların ilk akla gelenleri “halvet”, “vahdet” ve “mahzen-i esrâr”dır:
“Gonca, gülün açılmamış halidir, koku ve renk goncanın derûnunda gizlidir ama ârif bir gönül içerdeki esrâra âşinadır, onu zâhirde kalanlar göremez. Gonca ilahî güzellikle halvet halindedir, vahdeti temsil eder, bu hale sadece ehil olanlar vâkıf olur. Mahzen-i esrâr tâbir edilen gonca, kendisine emanet edilenleri zâhir ehlinden muhafaza eder. Ancak bahar mevsiminde gonca için esrârı faş eyleme veya lütuf vakti gelmiştir, açılarak güle inkılâb eder, kokusu ve rengi ile hiçbir ayrım yapmaksızın herkese ikramda bulunur.” (Ökten, 2008: s. 411).
Divan edebiyatında “gül” kelimesinin geçtiği hemen her yerde mutlaka bir şekilde “bülbül” kelimesi de bulunur. Biri sevilenleri (maşuk) diğeri sevenleri (âşık)ları sembolize eden bu iki unsurun arkasında dinî ve menkıbevî bir anlam dünyası vardır. Bunlardan biri Hz. İbrahim ile Nemrut arasında geçmektedir:
“Cenâb-ı İbrahim, Allah Azimü’ş-şan’a iman ettiği için Nemrud bu muazzez Peygambere ateş ile azab etmek ister. Bir ateş yaktırır ve o zat-ı âlişan’ı bir mancınık vasıtası ile ateşe attırır. Tam o sırada Cibrîl-i Emîn zuhûr eder ve Cenâb-ı İbrahim’e ‘Beni âlemlerin Rabbi gönderdi, benden bir muradın var mı? diye soruyor.’ diyerek ilahî beyanı tebliğ eder. Hazret-i İbrahim’in cevabı çok sade ve sakindir, ‘O’nun benim halimi bilmesi beni senden bir şey istemekten men eder.’ Ve ateş bir anda soğur ve selamet bahçesi, bir gülşen olur. Cenâb-ı İbrahim’in mutlak teslimiyeti ateşin gülşene çevirilmesine sebep olmuştur. Bu hadisenin sadece o devirde olup bittiği zannedilmesin, teslimiyet her devirde ateşi gülşene tebdil eder, bu yeni tecelliler İbrahim Aleyhisselam’ın kıssasının misli olamazsa da her halde misali mesabesindedir.” (Ökten, 2008: s. 412).
Bu bahisle ilgili bir başka örnek, ve belki de en trajik örnek, Hz. Ali ile Hz. Selman arasında geçer:
“Hicrî 40 (661) senesinin ramazanının sonuna doğru Kûfe’de Halife-i Müslimîn Hazret-i Ali Radiyallahu-anh sabah namazı vakti bir haricî tarafından zehirli hançerle yaralanmıştır. Hadiseden itibaren iki gün geçmiş Cenâb-ı Ali’nin durumu daha da ağırlaşmıştır. Hizmetinde bulunan gönüldaşı kutlu sahabî Hazret-i Selman’dan bir istekte bulunur, ondan bir demet gül getirmesini ister. Hazret-i Selman gülleri getirdiğinde Cenâb-ı Ali onları derin derin koklar, bu güllerden biraz sonra kavuşacağı Peygamber-i Ekber’in kokusunu almış, onunla gerçekleşecek o mübarek beraberliğin müjdesi ile müjdelenmiştir. Ve sonra muhteşem bir huzur içinde gerçek âleme intikal eder…”(Ökten, 2008: s. 412).
SONUÇ
Saadettin Ökten’in bu kitabında yukarıdaki kavramlarla birlikte kadîm kültüre ait “lâle”, “fetih”, “akıncılar”, “okçular”, “Kızılelma”, “akıl, gönül ve aşk ehli”, “ashab-ı hall ü akd”, “musikî”, “nehirler ve denizler”, “dağlar ve ovalar”, “tarihî şahsiyetler”, “mabetler” gibi daha birçok bahis derinlemesine işlenmekte ve örneklenmektedir. Modern unsurlarla birlikte kadim gelenek unsurlarına da şiirlerinde genişçe yer veren Yahya Kemal’in metinlerini hem doğru anlamak hem de medeniyet unsurlarını tarihî gerçekliklerine münasip şekilde yorumlamak için bütün bu kavramları bilmek hatta iyice özümsemek temel bir zorunluluktur. Ökten bu bahiste yazdığı bu kitapla Yahya Kemal’in anlam, kavram ve hayal dünyasına giden yolu biraz daha genişletmiştir, denilebilir. Bu kitabın devamı olarak görülebilecek Yahya Kemal’in İstanbul’u ve Devamı (Ökten, 2012: 1-253) adlı kitap onun Yahya Kemal’i tanıma ve tanıtma çabalarının ciddî bir birikime ve bilince dayandığını göstermesi bakımından değerlidir.
Yazıyı, Ökten’in Yahya Kemal’den hareketle yaptığı ufuk açıcı bir analoji ile bitirmekte yarar var.
“Taşı böyle yumuşatan, güzelleştiren onu insanî boyutlar ile bezeyen olgu ecdadın manadan maddeye geçirdiği özdür. Bu öz, yine ecdadın dilinden şöyle ifade buyurulmuştur:
‘Şakirtleri taş yonarlar
Yonup üstada sunarlar
Çalabın adın anarlar
Ol taşın her paresinde’ (Hacı Bayram Veli)
Bu öz, ocaktan çıkarılan yapı taşı ile aynı tabii bir taş olan mücevher arasında medeniyetini kuran değerler noktasında hiçbir fark gözetmez, cevahirin baştan çıkarıcı parıltısı onu hiç mi hiç etkilemez. Onun için Şâh’ın gönderdiği bir sandık cevahiri minarenin inşa harcına katar ve orada kullanır. Ve madde karşısında bu istiğnasından dolayı öyle bir güce eriştirilir ki maddeye hükmeder, taşa ruhundan ruh verebilir, öyle katı ve soğuk bir malzemeyi böyle diri ve canlı kılar.”(Ökten, 2008: s. 29).
Kaynakça
Ayvazoğlu, Beşir (2008). Eve Dönen Adam Ansiklopedik Biyografi, İstanbul: Kapı Yayınları.
Banarlı, Nihat Sami (1997). Yahya Kemal’in Hatıraları. İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları.
(Beyatlı), Yahya Kemal (2008). Kendi Gök Kubbemiz. İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları.
Eralp, H. Vehbi (1959). Yahya Kemal İçin. İstanbul: Doğan Kardeş Yayınları.
Ökten, Sadettin (2008). Yahya Kemal’in Rüzgârıyla Düşünceler ve Duyuşlar. İstanbul: Ötüken Yayınları.
Ökten, Sadettin (2012). Yahya Kemal’in İstanbul’u ve Devamı. İstanbul: Ötüken Yayınları.
Ayverdi, İlhan (2011). Kubbealtı Lugatı Misalli Büyük Türkçe Sözlük. İstanbul: Kubbealtı Yayınları.
Naneci, Nurhan-Dalgıç, Gülsen (Ed) 2008. Yahya Kemal Beyatlı Bibliyografyası. Ankara: Milli Kütüphane Başkanlığı Yayınları.
Not:Bu yazı; “Muharrem Dayanç, “Yahya Kemal Çalışmalarını Tasnif Denemesi ve Bir Örnek”, Prof. Dr. Hidayet Kemal Bayatlı Hatıra Kitabı, 2019, s.389-399.” künyeli çalışmada yayımlanmıştır.
*Prof. Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı. Elmek: [email protected]