1970’li yılların bir pop şarkısına gidip nostalji yapalım biraz bugün..
Tabii esas itibariyle bu şarkıları incelemekte/yorumlamaktaki amaç nostalji de değil, keyfi de değil.. Bu benim bir süre önce niyetine girdiğim, sanat eserleri üzerinden kendi insanımızın, Türkiye insanının duyarlılığını okuyabilmek. Tabii kendi insanımızla başlayan bu yolculuk doğası gereği başka insanlara da uzanıyor, evrensel anlamıyla “insan” a da.
Bu şarkı Asu Maralman’ın “Sigaramın Dumanı” isimli şarkısı.
İsterseniz işte kısa yolu: https://www.youtube.com/watch?v=8j-IHZW6u-w&list=RD8j-IHZW6u-w&index=1
Ve işte sözleri..
Pencerede oturmuşum, oturmuş,
Türküler tutturmuşum, tutturmuş
Şu garip baş bir yerlere vurulmaz
Gurbet ellerde gayrı durulmaz.
Sigaramın dumanı da dumanı
Yoktur aman şu yarimin imanı
Bağrı yanık dostlara da merhaba
Boynu bükük eşlere de merhaba
Pencerede oturmuşum oturmuş,
Türküler tutturmuşum, tutturmuş
Kaç yıl oldu söz verip de gideli
Tükendi gitti ömrüm çileli
Kıvrılsa da tütünümün dumanı
Elimdedir şu aklımın dümeni
Bak buraya ey zalimin adamı
Vardır elbet her şeyin bir zamanı
Hikaye açık… Geleceğine dair söz verip de giden ama gelmeyen eşe, geride kalakalan eş (hanım tarafı) tarafından yazılan bir şarkı bu..
Pencerede oturmuşum, oturmuş, Türküler tutturmuşum, tutturmuş
Pencereden dışarı bakıp sigarasını tüttüren birinin efkarlı hali bu.Pencere… Evin dışarıya bakan yüzü..Dışarısı.. Kendi iç dünyamızın fasit dairelerinde fazla döndüğümüz zamanlarda yeni olanın, sürprizin gelebileceği yer..Taze havanın yeri…Mavi Sakal masalında gizli kapıyı açtığı için hapis tutulan eş pencereden ufka bakıyor kardeşlerinin kendisini kurtarmasını bekliyordu.
Ve biz efkarlıysak “türkü tuttururuz” aranjman, parça, arya vb tutturmayız…Bunun sebebi belki de Sosyoloji Profesörü Hüsamettin Arslan Hoca’nın dediği gibi geleneksel olandaki hakikiliktir. Kuvvetle muhtemelen arya da kendisinin geleneksel olduğu yerlerde en derin hallere tercüman oluyordur. Bu konuda benim ilginç bir deneyimim şu olmuştu. Çocukken okuduğum ünlü Rapunzel masalı ile ilgili bu.
Kısaca özetlersek; bir kadın hamiledir ve şalgam için aş erer. Kocası bir türlü şalgam bulamazken komşusunun bahçesinde bir dolu şalgam vardır ama bu bahçenin sahibi bir cadıdır. Adam çaresiz çalmaya çalıştığında yakalanır. Cadı şalgamı alabileceğini ama doğacak çocuğu ona vermek zorunda olduğunu söyler. Naçar, çocuğu ona verdiklerinde cadı onu ormanda kapısı olmayan bir kuleye hapseder. Bu kuleye girebilmenin yegane yolu Rapunzel’in uzun altın sarısı saçlarını aşağıya sarkıtmasıdır. Cadı bir gün bu şekilde eve girerken bir prens bunu görür. Cadı gittiğinde onun gibi “Rapunzel Rapunzel sarkıt saçlarını” der ve yukarı çıkar. Bu şekilde bir aşk doğar. Ama bir gün Rapunzel ağzından kaçırır “Anne sen ne yavaş çıkıyorsun, Prens bir hamlede çıkıveriyor”. Cadı öfkeyle Rapunzel’in saçlarını keser ve Rapunzel’i ormana atar. Prens geldiğinde saçları sarkıtır ama çıkarken saçı bırakıverir. Çalılara düşen Prens kör olur.Ormanda gezen bir garibe dönüşür. Rapunzel de ormanda (kitabın deyişiyle) yanık türküler söyleyerek gezmektedir. Bir gün Prens onu duyar ve kavuşurlar. Rapunzel prensini kucağına alır, haline ağlar. Göz yaşları prensin gözüne düşer ve gözleri açılır. Ve ila ahir mutlu mutlu yaşarlar.
Bir çocuk aklı için bile Avrupa formatlı bir masalda Rapunzel’in “yanık türküler tutturması” nda uyumsuz gibi bir şey vardı. Çok sonraları tekrar baktığımda bunun uyumsuz olmadığını düşünüyorum. Tercüman haklıydı. Bu ayrılık acısı, bu garibanlık Türk okuyucusuna ancak “yanık türküler” ile anlatılabilirdi. Hüsamettin Arslan’ın dediği gibi “hakikilik” hatırına tercüman bu yolu seçmişti kuvvetle muhtemelen.
Şu garip baş bir yerlere vurulmaz Gurbet ellerde gayrı durulmaz.
Evet şarkıda bizim ruh dünyamızda yoğun anlamlı “türküler tutturmak” tabiriyle yakından bağlantılı olan “garip baş” “gurbet eller” ile devam ediyoruz. Ama bu garip baş aynı zamanda “akl-ı selim” dir. “başını duvarlara vurma” yanlış işine girişmez. kendini perişan etmenin alemi yoktur ve uzayıp giden süreçler bir yerlerde kesilmelidir. Bu ziyana zamanında son verememek ilginç bir konudur ve bu da bazı önemli sanat eserlerinin konusudur. Başı bu konuda dertte olduğu anlaşılan İran kültüründe en ciğer yakıcı işlenişi vardır. Örneğin Asghar Farhadi’nin pek güzel “Elly Hakkında” filmi. Veya nehre düşen kızı (Reyhan) için nehrin döküldüğü yer olan Hazar denizi kıyılarında bir ömür gezinen anne vb. Pek tavsiye etmem ama bu ağıtın kısa yolu
https://www.youtube.com/watch?v=dfb-XV1Y3Bw
Bunun İran kültüründeki şu “bitmeyen yas” ögesiyle bağlantısı ise herhalde başlı başına bir incelemeyi hak eder.
Sigaramın dumanı da dumanı Yoktur aman şu yarimin imanı
Sigaraya bugün zararlı bir alışkanlık olarak bakmak öne çıkmışsa da 70’li yıllarda pek sık “efkarlı insanın” efkarına eşlik eden şey gibi görülmüş bu nedenle bizim gurbet, ayrılık, garibanlık vb’lerle örülü sembol dünyamıza uyumlu hale getirilmişti. Sigara adeta yalnızların, garibanların, “gün akşam olmasına rağmen bir dost bulamayanların” arkadaşı gibi idi. Bu öyle çok şarkıya-şiire konu olmuştu ki;
Sigaramın dumanına sarsam saklasam seni (S.Aksu)
Benim en iyi dostum, içkim, sigaram, onlar da terk ederdi olmasa param (T.Okan)
Yak bir sigara, kül olsun dertler ucunda, bir an “oh” diyemezsek çekilir mi ah bu dünya (Ö.Erdoğan)
Ben sigara dumanının altında yana yana en sonunda kül oldum (Ş.Ferah)
Tabii umarım kimse bundan sigarayı meşrulaştırma çıkarmaz ?
Diğer öge de “yoktur aman şu yarimin imanı” derken “imanın” nasıl insaf, merhamet vb. ile eş anlamlı alınması. Evet iman bu gibi ikincil anlamlar taşıyordu halkımızda.
Bağrı yanık dostlara da merhaba Boynu bükük eşlere de merhaba
“bağrı yanık dostlar” ve “boynu bükük eşler” yine bizim sembol dünyamız. Bu “boynu bükük eşler” tabiri nedeniyle bu şarkının kocası tarafından söz verilip sonra geri dönmediği eş olduğu sonucunu çıkarmaktayım.
Kültürümüzdeki garibanlığı öne çıkaran bu tarafımızı Erol Göka bizim “göç” ve buna bağlı “gurbet” yaşantımıza bağlamakta.
Buna bir de “en gariban hal” teorimi eklemek istiyorum. En gariban hal teorisi şu; insanlar en gariban hallerindeyken birbirlerine çok daha yakındırlar. Bunun sebebi belki de en gariban hallerde yapay kişiliklerin geçici bile olsa silinmesidir. Jung psikolojisindeki “persona” dan bahsediyorum. Olduğumuzdan değil “göstermek istediğimizden” kaynaklanan rol kişilikler. Heva-heves kökenli kişilik parçaları…
Göksel’in bir şarkısından alıntıyla “parıl parıl parlar, ışıl ışıl yanar, mavi mavi boncuklar dağıtır, hep kandırır” Parıltılı vb ama pek gerçek değil.
Hatta bir seferinde bir Alman şiiri (kaçık kızın türküsü) tercümesi okumuştum da gariban olduktan sonra bir Alman’la bile ne denli yakın olunabileceğini hayretle düşünmüştüm.Bu uzun şiirden bir kaç mısra;
Alaca etekliğimi zaman eskitti
Bense bilmem zaman nedir
Yağmur incileri yağıyor üstüme
Bense bilmem kim bu yağmur
Bir kıyıdır dünya
Kürekçim yok ki alsın götürsün
Asla erişemiyorum geldiğim kıyıya
(Bu arada bir kere daha bir Alman şiirinde “türkü” tabirinin geçişine dikkat)
Eğer teori doğruysa bize sevmediğimiz insanlardan ziyade sevdiğimiz insanlar arasında “bağrı yanıklar” daha çok olmalıdır. Bağrı yanıklık dostlara daha çok yakışır gibi durmaktadır.
Kaç yıl oldu söz verip de gideli Tükendi gitti ömrüm çileli
Burada sanki yukarıda dediğim “belirsiz süreçleri bir yerlerde sonlandırma” “zararın neresinden dönülse kar” olmanın tersi var gibi değil mi? Ama şarkıyı sonuna kadar takip ettiğimizde anlatabilmeyi umuyorum ki bu hanım süreci bir noktada kesmektedir. Bu nedenle yaşadığı ve esasında bir ömür sürmeyen ziyanın sitem amaçlı abartılması olarak düşünmekteyim. Yani insanın 10 senesi de boşa gitse “tüm ömrüm boşa gitti ” diyebilir değil mi?
Kıvrılsa da tütünümün dumanı Elimdedir şu aklımın dümeni
Semboloji açık; sigaranın dumanı düzgün değildir ama bizim bayanın aklı düzdür, dolambaçlı değildir. Zaten aklının dümenini elinde tutanın aklı da böyle olmalıdır.
Akılla sigaranın mukayesesinin fazla keyfi olduğu düşünülebilir ama insan hemen yanı başındaki şey üzerinden düşünmeyecek de ne üzerinden düşünecek? Zaten edebi-şiirsel semboller üç grup sembol (Rüya, kutsal, şiir) içerisinde en az istikrarlı olandır ki diğerleri bile bir yere kadar sabit. Sembolleri mutlaklaştırmama konusu önemli bir konu; Mesnevi’de bile genelde olumlu anılan “su” Nuh tufanı söz konusu olduğunda “ateş tabiatlı su” diye anılabilmekte.
Ama önemli olan şu; semboller göze/kulağa ilk geldiği haliyle, ilk anlamıyla yarımdır (eski Yunancada “symbolon” ikiye bölünmüş herhangi bir şeyin tekrar birleştirilmesi anlamına geliyormuş) ancak bizi diğer yarıya götürecek ipuçlarını da içinde barındırmaktadır. Semboller tamamlanmayı bekler.
Ve bu şekilde sigaranın kıvrılan, dönen dumanı bize aklımızın dosdoğru olması gerektiğini anlatabilir.
Bu akıl ayrıca yukarıda da belirttiğimiz gibi pişman olsa bile “duvarlara vurulmayacak” kadar akıllıdır.
Bak buraya ey zalimin adamı Vardır elbet her şeyin bir zamanı
Ve bu dosdoğru akıl da artık yeterince zaman geçtikten sonra “yar” i yeni bir sıfatla nitelemeye getirir;”zalimin adamı”
ve aynı akıl “her şeyin bir zamanı” olduğunu söyler. Ben işte buradan bayanın bu işi bir noktada sonlandırdığını ve “sonu olmayan yakınma” dairesine girmediğine kanaat getirdim. Hatta neredeyse bir “intikam alma niyeti” bile var gibi değil mi? Eğer doğrulukla olursa intikam adalet halini alabilir.
Yazının azıcık da olsa bizi biz yapan duyarlılıkları okuyucusuna yaşatması dileği, umuduyla…