Mehmet MAKSUDOĞLU
Osmanlı Devleti’nin yenilenmeğe ihtiyacı vardı, düşmanla savaşmakta eski başarısını gösteremeyen, içeride ise baş belâsı hâline gelmiş olan, esnaflık yapan, haraç alan yeniçerileri 1826 yılında, nihâyet ortadan kaldırabildi. 1839 yılında ilân edilen Tanzîmat ilk kırılma noktasıdır. Gülhâne Hatt-ı Hümâyûn’unu Mustafa Reşâd Paşa’ ya okutan Sultân Abdülmecîd 17 yaşındaydı. Tanzîmât’la Osmanlı Devleti içinde yaşayan herkes eşit hâle getirildi. Daha Sultân Üçüncü Selîm çağında başlatılan, fakat aksayan, Sultân İkinci Mahmûd zamanında yoğunlaşan yenilik hareketleri, askerlik öğretim ve eğitimi alanındaydı, Devlet’in özüne, yapısına yönelik değildi. Tanzîmât ise, Devlet’in yapısına indirilmiş sarsıcı bir darbeydi.
Aslında Tanzîmât’ın ilânı, Osmanlı devleti için büyük tehlike hâline gelmiş olan Mısır Meselesini, ve Osmanlı Devletini yıkmağa eğilimli Avrupa kamuoyunu ve Avrupa politikacılarını memnun ederek çözmeğe çalışmak gayretiyle olmuştur. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrâhim Paşa, Mısır’dan ordu ile gelerek Osmanlı kuvvetlerini ardarda yenip Kütahya’ya kadar gelmişti.(1833). İngiltere ile 1838 de ticâret anlaşması yapıldı, gümrüklerde İngiltere lehine indirim yapıldı, İngiltere büyük bir pazar kazanmış oldu. İbrâhim Paşa, Haziran 1839 da Nizip’te Osmanlı kuvvetlerini yendi. Tanzîmât’ın ilânı : Kasım 1839. Mustafa Reşîd Paşa İngiltere’ye giderek Londra Amdlaşmasını imzaladı (1840). Osmanlı Devleti, İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya, Mısır meselesi üzerinde anlaştılar. Osmanlı, büyük bir gaileyi atlatmış oldu ama, çoook pahalıya mâloldu : Devlet’i yıkıma götüren darbelerden birini Mustafa Reşid Paşa’nın marifetiyle yemiş oldu.
(Bu akım devam edecektir ve bizler, bu akımın devamı olan zamanda, 100 küsûr yıl sonra, okullarda, bu akımın ne kadar iyi olduğu palavrası kafalarımıza doldurularak yetiştirilecektik. Bu palavrayı belki de en iyi ifâde eden, Prof. Dr. Ebubekir Sofuoğlu olmuştur. Bu değerli akademisyen, 2 ay kadar önce, bir televizyonda “Şinasi ve Namık Kemâl, (Tanzimat aydınları) Can Dündar’ın prototipleridir” demişti.)
Kimliğimizin kaybedilmesi yolundaki bu ilk merhalede, apaçık İslâm Gerçeğini örtene, tanımayana, inkâr edene, kâfire (kâfir’in sözlük anlamı ‘örten’, terim anlamı ‘inançsız’ demektir.) gâvur demek yasaklandı ; O zamandan kalma bir karikatürde de var, Enver Ziya Karal’ın Osmanlı Tarihi’nde de var: “Galata’daki karakolda, görevli, bir gayrı Müslime ‘gâvur’ dediği için şikâyet edilip karakola getirilen Müslümana diyor ki : “Hâlâ anlatamadık mı, artık gâvura ‘gâvur’ demek yasak!” (Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c. v, s. 186.)
Mason Mustafa Reşid Paşa’nın genç ve tecrübesiz Pâdişah’a alelacele ilân ettirdiği bu Tanzîmât işte böyle bir şeydir.
Osmanlı Devleti’nin elbette yenilenmeğe ihtiyacı vardı, fakat bu yenilenme, yabancıları işe karıştırmayarak, Osmanlı’nın kendisi tarafından, konu etraflıca araştırılarak, getireceği sonuçlar hesaplanarak yapılmalıydı; bunun için askerî ve siyâsî bakımdan güçlü olması gerekirdi, oysa, güçlü değildi, panik halindeydi. Yabancıların, Osmanlının hasımlarının müdâhalesi ve hattâ dayatmasıyla, onların istediği gibi yapıldı.
Çok geçmeden Osmanlı tabiiyetindeki (uyruğu olan) Ortodokslar Rusya’ya, Katolilkler Fransa’ya, Protestanlar İngiltere’ye müracaat ederek haklarının korunmasını istediler. Bunlar da Osmanlı’nın iç işlerine karışmak için bunu çok iyi kullandılar.
Avrupa’da yaygın kanaat, Osmanlı’nın eski kurumlarının yapısının tamir edilemez şekilde kötü ve hayat tarzının barbarca olduğu, Türkiye’nin ancak ve mümkün olduğu kadar çabuk olarak Avrupa’nınki gibi yönetim ve yaşam tarzının benimsemesiyle medenî bir devlet seviyesine gelebileceği şeklinde idi. (Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey, Second Edition 1968, p. 124. Emphasis added.)
Bu görüş Avrupalı hükümetler ve diplomatlar tarafından Osmanlı devlet adamlarına dayatıldı ve kabul ettirildi !
Halbuki, bir Osmanlı, gıpta edilecek durumdaydı ; Türkiye’ye 1829 dan başlayarak birçok defa gelmiş olan, ülkeyi, halkı yakından tanıyan ve dili de bilen İngiliz deniz subayı Adolphus Slade şöyle diyor :
“Yenilikçiler, aslında kötü olmayan, bilakis imrenilecek çok şeyi olan eski düzeni bozdular : O zamana kadar, Osmanlı, Hristiyan halkların kazanmak için uzun zaman mücâdele ettikleri, hür adamların en değerli ayrıcalıklarını ötedenberi yaşıyordu. Hükümete, mütevazi bir arazi vergisinden başka bir şey ödemiyordu, gerçi bazan takdîrî vergi öderdi. Din kurumlarına, din görevlilerine vergi ödemezdi, (Avrupa’da tithe denilen kiliseye ödenen vergi vardı). Vakıf, bu işleri hallederdi. İstediği yere, pasaportsuz giderdi; hiçbir gümrük memuru gözlerini onun yüküne dikmez, kirli parmaklarını eşyasına daldırmazdı, hiçbir polis onun hareketlerini gözetlemez, konuşmasını dinlemezdi. Evi kutlu idi. Savaş hâli dışında, oğulları asla yanından alınıp askere götürülmezdi. Onun yükselme umudu, doğum ve zenginlik sedleri ile çevrilmiş değildi: en yoksul biri, eğer okursa, paşa, sadrazam olabileceğini bilirdi… Fransız ihtilâline halkı sürükleyen, halkın şerefli mevkilerden dışlanması değil miydi? ” (A. Slade, Record of Travels in Turkey, Greece etc., in the years 1829, 1830, and 1831. Second edition 1854, p. 145 cited in Lewis, Emergence, p. 125.)
***
Alelacele, telâşla ilân edilen Tanzimat’tan sonra, ikinci darbe 1856 yılında İslâhât denilen düzenlemeyle geldi. İslâmı temsil eden Devlet’te Müslümanla gâvur daha da eşit duruma gelsin diye, cizye kaldırıldı. Müslümanın cihâd görevi vardı, yüzyıllarca îlâ-yı kelimetullah (Allah’ın buyruğunu yüce tutmak) için savaşmış, yemeğinin adı, hep cihâd/sefer yolunda yediği için sofra olmuştu. (Sofra : yolcunun yemeği, sefer sırasında yenen yemek demektir, cihâd hâtırasıdır, bu kelimeyle ne kadar iftihâr etsek, azdır.) Osmanlı, 1740-1768 yılları arasındaki 28 yıllık küçük zaman dilimi dışında, hep cihâdda idi. İslâm ordusuna katılmayan gayrı Müslimlerden, ‘bir nevi karşılık’ demek olan cizye alınırdı : baş vergisi / poll tax denilmesi yanlıştır; zaten bu deyimi uyduran oriyantalistlerin işi gücü tahrif ve fitnedir. Cizye, sâdece askerlik yapmayan erkeklerden alınırdı; kadınlardan, çocuklardan, yaşlılardan, din görevlilerinden alınmazdı. A’lâ, Evsat, Ednâ mertebeleri vardı, zimmî’den, durumuna göre yıllık diyelim, zenginden 1 altın, orta halliden yarım altın, daha az gelirliden (gâvurun fakiri pek yoktu) çeyrek altın gibi bir mikdar alınırdı. Bu durum, Osmanlı’nın yıkılışı sırasında Müslümanların niçin yoksul, gâvurların ise niçin zengin olduğunu açıklar. Müslüman cepheden cepheye koşmuş, gayrı müslim, az bir şey ödeyerek işine, ticaretine bakmış, zenginleşmişti. (‘Gâvur’ kelimesini aşağılamak için kullanmıyorum; samîmî olarak kelime-i şehâdet getirdiği anda, bütün günahlarından temizlenmiş olarak, benden çok daha iyi durumda olacağını biliyorum; Tanzimat’ın getirdiği, ‘gâvura gâvur demek’ yasağına tepkimi gösteriyorum.)
Ciddî görünüşlü komiklikleri âdet hâline getiren oriyalistlerden bâzıları (belki de hepsi) Osmanlı’nın cizyeyi, (doğu) Roma İmparatorluğundan (ona da aslı astarı olmayan, UYDURMA Bizans demeyi israrla, inatla sürdürürler, uğradığımız Kültür İstilâsı belâsı, okul kitaplarımıza bile öyle girmiştir, tarihçilerimizden bâzıları da düşünmeksizin kullanırlar) alıp uyguladığını iddia ederler, bu maskaralıkta israr ederler. Halbuki, cizye, Allah (C.C.)ın buyruğudur, Kur’ânda bildirilmiştir : (Tevbe (9) Sûresi 29. Âyet.) Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) Tebûk Seferi sırasında H.9 / M.630 yılında Eyle Piskoposu Yuhanna’dan cizye almıştır. Cerba ve Ezruh halkı da cizye ödemiştir. (İbn Hişâm, as Siyratun Nabawiyyatu, Kahire 1375/1955, c. II, s.525.)
Âyette : wa hum saagirûn (onlar küçülmüş olarak) buyrulmaktadır : wa hum sigaar (sagir : küçük, sigaar : küçükler) ifâdesi kullanılmamıştır. Sagir, hep, devamlı küçüktür, halbuki, cizye verenin, ‘o sırada’ küçülmesi ifâde edilmektedir.
Cizye veren, onu, avucunun içinde, avucu yukarı bakacak şekilde sunar, onu himâye etmekte olan Müslüman, elini yukarıdan o avuca getirerek cizyeyi alırdı.
1856 Milâd yılında, cizye de kaldırıldı, daha bir eşit olduk.
***
Kırılma noktaları devam etti, 1876 da kurulan Meclis’te gayrı müslimler çok etkili idiler.
İkinci Meşrûtiyet Meclisinde (1908) ise, kimlerin ne kadar etkili olduğunu anlamak için Sultan İkinci Abdülhamîd Hân’a, hal’ edildiğini, tahttan indirildiğini bildiren 4 temsilcinin kimler olduğunu hatırlamak yeter.
Son devir, bütün bu olanların, değişikliklerin hızlandırılmış ve yoğunlaştırılmış uygulanışına sahne olmuştur.
Son 65 yıl içinde yer alan 2 olayı belirtelim.
Kore savaşına katılmış olan yüksek rütbeli bir asker anlattı :
Gece devriyeler çıkarıyorduk. Devriye görevine çıkarılan bir er geldi, karşısına çıkan 2 düşman askerini öldürdüğünü bildirdi. Amerikalılar inanmadı. Psikolojinin verilerine göre, insan, öyle karanlık bir yerde bir gölge ile, karaltıyla karşılaşırsa, irkilip geri çekilirmiş. Bizim er ise, süngüsüyle ikisinin gırtlağını kestiğini söylüyordu.
Sabah olunca olay yerine giderler ve yerde gırtlakları kesilmiş 2 düşman askerini görürler.
Amerikalılar bizim ere silver star madalyası verirler, taltif ederler.
Bu olay herhalde 1953 lerde olmuştur.
İkinci olay :
İki arkadaş konuşmaktadır. Lâf arasında, birisi, kendisinin Ermeni olduğunu söyler. Arkadaşı gayrı ihtiyârî (elinde olmaksızın, kendiliğinden) estağfirullah der, yâni yakıştıramaz.
Bir yazarın tepkisi : “Sen nasıl ‘estagfirullah’ dersin, bu ötekileştirmektir…”
Yâni, istenen, kimyâdaki bâzı elementler gibi, renksiz, kokusuz, tatsız (kimliksiz) yurttaşlar olmamız. Bu yazar, söylemeğe gerek yok, statüko’nun iyi bir temsilcidir, herhalde çok iyi bir ilerici ve laik vatandaşımızdır.
Altmış yılda gelinen durum budur. 1953 teki, muhtemelen okumamış, kesin olarak medya bombardımanına mâruz kalmamış, hadîs-i şerifi bilmiyorsa bile, ‘kâfirin Allah katında sivrisinek kanadından daha değersiz’ ve şehidliğin çok yüksek bir rütbe olduğunu sözlü, yaygın kültürle bilen bir gencimiz.
2017 deki yazarımız ise, okumuş, istenilen, öngörülen aydın tipi…
***
Aslında, konulara girip tartışırken, filmi ortadan seyretmeğe koyulup fikir yürütüyoruz. Filmin başına dönüp oradan gelmek gerek.
***