“Doğrusu, son yüz yıl, kendinden önceki yüz yıl bilinmeden doğru dürüst anlaşılamaz. O yüz yıl da, önceki bilinmeden anlaşılamaz; bu, böylece sürer gider.” E.E. Kellett, The Apprecitation of Literature, p. 79.
Günümüzü ve meselelerimizin kökenini anlamak için birkaç yüz yıl geriye baktığımızda görürüz ki: Türk tarihinin en parlak çağlarını yaşatan Osmanlı Devleti’nde, içteki bozulma, 17. Yüzyılda kendini göstermeğe başlamış. Bunu, Sultan Dördüncü Murad’a (1623-1640) görüşlerini bildiren Koçi Bey’in risâlesinde görüyoruz. Sultan İbrahim’in (1640-1648) oğlu Dördüncü (Avcı) Mehemmed (1948-1687) devrinde, Köprülü Mehemmed Paşa ve haleflerinin gayretleriyle bir düzelme çağı yaşandığı görülüyor. Çok geçmeden, üst düzey bürokraside kendini gösteren çürümüşlük yüzünden Köprülü’nün arkadaşının oğlu ve damadı Kara Mustafa Paşa 1683 yılında kuşattığı Viyana’yı alamaz. (Doğru, sefer, Yanık ve Komoron kalelerinin alınması için düzenlenmişti; ama, Viyana feth edilince, geride bırakılmış olan bu kalelerin dayanma gücü ve ihtimâli çok zayıftı: Malta Muhâsarasında Turgut Paşa, büyük kalenin alınmasıyla, küçük kalenin teslîm olacağını söylemişti, ama, o daha gelmeden, küçük kalenin muhasarasına başlanılmıştı. Tarihçilerimiz (!) bürokrasideki bu bozukluğa hiç dikkat etmezler, lojistik, köprü gibi konuları papağan gibi tekrar ederler; Viyana hücumla alınsa, askerin 3 gün yağma hakkı vardı, teslîm olunca, fey’ olarak, elde edilen her şey hazîneye aid olacak, üst düzey bürokratlara hediyeler verilecek, hırsları kurslarında kalacak, Mustafa Paşa rahatça sadrazamlığa devam edebilecekti. Anlı şanlı Osmanlı tarihçilerimizin çoğu, ganimet ile fey’ konusunu bilmediklerinden, alt yapı eksikliği yüzünden, bu konuya hep yanlış yaklaşır, yanlış yorumlarda bulunurlar.) Nitekim, bozgun haberi üzerine, saraydaki iki üst düzey bürokrat, Mîrâhâr Süleyman ve Kızlar Ağası, mendil çıkarıp oynamışlardı! (İkbal yolu kendilerine açılıyor diye.) Prut’ta (1711) Rus Çarı ve ordusu teslîm olmak üzre iken, Deli Petro’nun metresi (sonradan Kraliçe olan) Martha Rabe’nin “hediye” nâmı altında Baltacı Mehemmed Paşa ve iki üst düzey bürokrata rüşvetvermesiyle Rusya, büyük bir darbe almaktan kurtulur. Üçüncü Ahmed devrinde (1712-1730) Padişah da, Sadrâzam Nevşehirli İbrâhim Paşa da bozukluğun farkındadırlar, ama, bozulmuş olan yeniçeriliği ortadan kaldırmağa, cesâret edemezler. Vefat eden yeniçerilerin kaydı düşüleceği yerde, bunların ulûfeleri (3 ayda bir aldıkları maaş), ileri gelenlere, esnafa satıldığı oldu. 1740 yılında, ulûfe alım-satımına izin verildi! (böylece, kâğıt üzerinde on binlerce yeniçeri, gerçekte, sivil, esnaf!). Birinci Mahmud (1730-1754) devrinde Humbaracı Ahmed Paşa, Üçüncü Mustafa devrinde (1757- 1774) devrine Baron dö Tott, Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn gibi, askerlikle ilgi işler var. Birinci Abdülhamîd devrinde Halîl Hâmid Paşa’nın çabalarını geçersek, Üçüncü Selîme (1789-1807) geliyoruz. Köklü değişiklikler onun tarafından ortaya koyuluyor.
Üçüncü Selîm, yerli ve yabancılardan lâyihalar istedi. 1801 yılında 21 lâyiha (rapor) ortaya çıktı. 21 lâyiha tek noktada birleşti: Devlet, eski gücünü kaybetmişti, müesseseleri bozulmuş veya işlemez hâle gelmişti, mutlaka islâhat lâzımdı. Başlıca üç grup vardı:
- Muhâfazakâr idealistler:
“Osmanlı, mâzide cihân devletiydi, rakıybi de yoktu. O zaman bütün müesseseleri mükemmeldi. O müesseselere dönebilir, onlar canlandırabilirsek, devlete eski kudretini iâde ederiz” görüşünde idiler.
- Tâvizci romantikler: “Avrupa bâzı bakımlardan bir müddetten beri bizden ileri gitti. Toplum düzenimizi bozmadan, acele etmeden, Avrupa’nın bizde olmayan tekniğini alalım ve hazmedelim. Zâten Avrupa ile aramızdaki mesafe ancak 30 yıldan beri açılmıştır. Hızla onlara yetişmemiz ve gene en büyük devlet olmamız mümkündür” diyorlardı.
- Düzen değiştirmek isteyen radikaller: “Avrupa’nın bizi şimdilik bâzı hususlarda geçtiği ortadadır. Bu düzene devâm edersek, her sahada bizi geçecektir. Biz de düzen değiştirip onlara yetişelim ve onları geçelim. Bizim aklımız onlardan eksik, zekâmız geri midir?”[1] iddiasında idiler.
Muhâfazakâr idealistlerin görüşü yabana atılamazdı, Osmanlı müesseselerinin mükemmel ve gıbta edilir olduğunu belirten yabancılar bile vardı. Ancak, ‘insan’ unsurunda bozulma söz konusuydu: Halîl Hâmid Paşa’nın hareketi Devleti oldukça iyi duruma getirecekti ama, çıkarına dokunulanların marifetiyle makamını ve hayatını 1785 yılında kaybetmişti.
Düzeni değiştirmek isteyen radikaller ise panik havası içindeydiler ve işin kolayına kaçmaeğilimi gösteriyorlardı: yakın geçmişte, iyileşme için düzen değişikliğine, sosyalizme bel bağlayan okur-yazarlarımız gibi… bilinmeyen yeniliğin çekiciliği de işin cabası… Etkisi günümüze kadar gelen, olumsuzlukların kaynağı, bu üçüncü görüştür.
***
İkinci zümrenin görüşünün isâbetli olduğu, ancak günümüzde görülebilmektedir: örneği de Japonlardır; Avrupa’nın sâdece tekniğini aldılar, yazılarını, kıyafetlerini DEĞİŞTİRMEDİLER.Amerika, Japon arabaları ile rekabet edemeyeceği için, GÜMRÜK uyguluyor!
***
Üçüncü Görüş, Devlet Politikası olarak devam ettiği için, işler o yörüngede giderken, Kavalalı gailesi yüzünden ya Hânedân değişikliği veya Devlet topraklarının ikiye bölünmesi gibi bir durum ortaya çıkınca, Mason Sadrâzam Mustafa Reşîd Paşa, kendisine imparatorluğunda güneş batmayan en büyük emperyalistin dikte ettiği hususları 16 yaşındaki Abdülmecid’e gizli oturumlarla aktarıp onu ikna etmesiyle 1839 yılında Tanzîmat ilân edildi. Artçı Deprem 1856 yılında Islahat Fermanı ile geldi. Mahkemede, Müslüman hakkında tanık olması kabul edilmeyen gâvur, hâkim olabildi.
Tanzîmât Fermânı ile, Müslüman olsun, kâfir olsun, HERKES, eşit kabul edildi. Artçı Deprem İslâhât ile de cizye kalktı, gâvura ‘gâvur’ demek YASAK EDİLDİ.
Cizye, başka vergilere benzemez; sembolik değeri vardır ve Kur’ân-ı Kerîm’de, kâfirlerden alınması, gayrımüslimin, cizyeyi KÜÇÜLEREK ödemesi emrolunmuştur:
Kendilerine kitap verilenlerden; Allah’a, Âhiret Günü’ne inanmayan, Allah’ın ve Rasûlünün harâm ettiği şeyleri harâm saymayan, hak (olan İslâm) dînini kendine dîn edinmeyen kimselerle, KÜÇÜLÜP BOYUN EĞEREK elleriyle CİZYE verinceye kadar savaşın. {Tevbe (9) Sûresi, 29. âyet-i kerîme}
Cizyeyi veren, avucu yukarıya bakacak şekilde verir, Müslüman, elini yukarıdan uzatarak cizyeyi alır, Cenab-ı Hakkın buyruğu yerine getirilirdi.
Gâvur’a, “gâvur” demenin YASAK edilmesiyle de DURUŞ KAYBINA UĞRA(tıl)DIK. Günümüzde, kaç Müslüman, gâvur’a, “gâvur” demeyi aklına getiriyor? Renksiz, kokusuz, kimliksiz hâle getirildiğimizin, kültürel sömürge durumunda oluşumuzun farkına varan KAÇ aydınımız var? Hakaret kasdı olmaksızın, İngiliz’in, Fransız’ın, şişman, sıska, gibi bir niteliğinden bahsederek, pek âlâ, ‘İngiliz gâvuru’, ‘Fransız gâvuru’, denilebilir.
Kültürel Sömürge oluşumuzun isbâtını hemen sunalım:
Gerçekten BAĞIMSIZ bir ülkede, ÖĞRETİM, o ülkenin sâhibi olan Milletin diliyle yapılır. Sömürgeci, sömürdüğü ülkelerde dilini, kültürünü de yerleştirir. Onun içindir ki, eski sömürge aydını, sömürücünün dilini ÇOK İYİ bilir.
Almanya’da İngilizce ÖĞRETİM YAPAN ÜNİVERSİTE var mıdır? Fransada? İtalya’da? Rusya’da?
İngiltere’de ALMANCA ÖĞRETİM YAPAN üniversite olur MU? Fransada? Rusyada? İspanyada? İtalyada? Amerikada? Olmaz tabiî, böyle bir şey teklif etseniz, adama gülerler mi, başka türlü mü davranırlar, bilinmez.
Bizde ise, İNGİLİZCE ÖĞRETİM YAPAN üniversiteler, bölümler, yadırganmak şöyle dursun, ÇOK MAKBÛL değil midir?
Durumu, öyle kanıksamışız, -uydurma Türkçesiyle-, öyle içselleştirmişiz ki, bu DURUM, artık, çok tabiî geliyor.
***
Necip Fâzıl, bir şiirinde şöyle diyordu:
Kollarımı çarpraz açarak haykırsam;
Durun Kalabalıklar! Bu cadde çıkmaz sokak!
Üçüncü Selîm’in iyi niyetle fakat yanlış zemînde başlattığı, Abdülmecid eliyle emperyalistlerin istediği doğrultuda DEVAM ETTİRİLEN, muâsırlaşma, çağdaşlık diye adlandırılan ‘kendimizden uzaklaşma, kurtulma’ akımının bizi getirdiği DURUM budur.
Konuları, bu YANLIŞ ZEMÎN üzerinde tartışıyoruz.
Önce, bu YANLIŞ’tan DÖNMEK, kendimizin FARKINA VARMAK durumundayız. Ondan sonradır ki, ülkenin bütün meseleleri, SAĞLAM ZEMÎN üzerinde tartışılır ve hayırlı neticelere ulaşılır.
Bu yapılmadıkça, kendimizi ALDATMAĞA DEVAM EDERİZ.
*** *** ***
02 Hazîran 2024
[1] Yılmaz Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, TBMM 2018, c.I, s.411-412. Bold ve italik benim. M.M.