Yaradılışın Mânâsı Ve Nedenleri
Yaradılış (yâni hilkat), hiç şüphesiz, İslâm’ın dünyâ görüşünün dayandığı temel kavramlardan biridir. Bu kavram İslâm’da dinî düşüncenin bütün vechelerinde (yönlerinde) önemli bir rol oynar. Meselâ, ilm-i kelâm’da “hudûs” (yâni sonradan meydana gelme) ile “kıdem” (yâni ezelî olma arasındaki zıtlığa âid bütün tartışmaların başlangıç noktası bu kavramdır. Bu âlem, İlâhi hilkatin netîcesi olmak hasabiyle, zaman içinde belirli bir başlangıcı bulunan (muhdes) bir nesnedir. İşte bu âlemin “muhdes” olması keyfiyeti de bütün İslâmî kelâm ilmi sisteminin temelini teşkil eder.
İbn Arabî (k.s)’nin dünyâ görüşünde de “hilkat” (yaradılış) anahtar kavramlardan biri olarak önemli bir rol oynamaktadır. Allah Teâlâ’nın Yaratıcı Ol! (kün!) kelimesinin bütün varlıkların varlık olarak zuhurlarında kat’î bir mânâsı vardır. (İbn-i Arâbi’nin Füsûsundaki Anahtar Kavramlar. Toshihiko İzut Şu. S.263)
Beyin başta olmak üzere, her organ bir ümmet, bir nesil, bir ırk ve her bir organın hücreleri de birer bireydir ve her bir hücrenin yaradılışında tesâdüfün değil, muazzam bir organizasyon ve düzenin yasaları mevcuttur. Bu nedenle insan neslinin bir bireyi olan insanın yaradılış nedenleri ve amaçları yanında, konumunun bâzı özelliklerinin ve hikmetlerinin olması da söz konusudur.
Her Şeyin ve Herkesin Bir Yaradılış Hikmeti Var
Kur’ân-ı Kerîm’e göre dünyâ hayâtı canlılar âlemi için geçici olarak kullanılan bir araçtır, bir konaklama yeridir. Dünyâ ve dünyâ’nın etrafında döndüğü güneş ile diğer gezegenler, yıldızlar ve ayın yer aldığı galaksinin, tüm birimleri ile insan başta olmak üzere insanın da dâhil olduğu tüm canlı ve cansızların yaşamını sağlayacak ve devâm ettirecek şartlara uygun olmak üzere düzenlenmişlerdir. Bunların yaratılması belirli bir İlâhî bir plana, yâni belirli bir ölçü ve kurallara göre yapılmıştır. Hiçbir şey tesâdüfi değildir. Dolayısıyla dünyâda yaratılan her şeyin, her maddenin ve her canlının mutlakâ bir nedeni, bir görevi ve İlâhî bir ölçüye göre hikmeti bulunmaktadır. (Konu ile ilgili şu âyetleri mütâlaa ediniz; Yûnus, 10/5: Hicr,15/19-20,85: Furkan, 25/2: Rûm, 30/30. (Prof. Dr. Gazi Özdemir, Din ve Beyin,s.83)
Dinimize göre “Varlık, Yaradılış ve İnsan”
Varlık nedir?
Varlık; vücûd demektir. Vücûd da buluş ve varlık mânâsına geliyor. Vücûd; var olmak, varlık fikri anlamına geldiği gibi mevcûd (var olan) anlamına da gelir. Daha çok Allâh’a Mevcûd-i hakîki, diğer varlıklara mevcûd, mevcûdât denir. Gerçek varlık, Hakk’ın varlığıdır. Bizimki iğreti (müsteâr), hatta hayâlîdir. (İsmâil Fennî, s.37: Hucvirî, s.382) Vücûd-ı Mutlak: Mutlak varlık. Vücûd-i baht: Sırf ve hâlis varlık: Vücûd-i hakîkî. Gerçek varlık. Vücûd-i küllî: Üniversal varlık. Vahdet-i vücûd: Yegâne varlık. Bu deyimler Hakk’ın mutlak varlığına işâret eder.
Yaratılışın Amacı Ve Gayesi Nedir?
Her şey insan için, insan da Allah’a kul ve halîfe olması için yaratılmıştır.
“O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı; sonra göğe yöneldi, onları yedi gök olarak düzenledi. O her şeyi bilir.” (Bakara, 2/29)
Allah Teâlâ yalnız yerde bulunanları insan için yaratmakla kalmamış, gökleri ve gök cisimlerini de insana hizmet için görevlendirmiştir. “Görmedin mi Allah, göklerde ve yerde bulunan her şeyi size boyun eğdirdi ve size zâhir ve bâtın (dış ve iç; görülen, görülmeyen; bildiğiniz ve bilmediğiniz) nimetlerini bol bol verdi! Yine de insanlardan kimi var ki ne bilgisi, ne yol göstereni ve ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışır (durur)” (Lokman, 31/20)“Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size boyun eğdirdi. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.”(Casiye, 45/13) Bu mealdeki âyetler pek çoktur. Maksâdı ifâdeye yettiği için bu kadarla yetiniyoruz.
Bu kâinat kendisi için yaratılan insan da, Allâh’a kul ve halîfe olmak için yaratılmıştır. “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56) “Ey insanlar sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki, (Allâh’ın azabından) korunasınız.” (Bakara, 2/21)“Bir zamanlar Rabbim, meleklere: “Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım demişti…”(Bakara, 2/30) Halîfe burada Allah Teâlâ’nın yeryüzündeki halîfesidir, Âdem (a.s) ve zürriyetidir. (Rûhûl-Meâli, 1, 220)
“Câil”in bu âyette (Bakara, 30), “Hâlik” Yaratıcı mânâsında olması câizdir. Halîfe, birine halef olan, makâmına kâim olan, nâib (vekil) olandır. Halîfe kelimesinin sonundaki “Hâ” mübâlağa içindir. Murad Âdem (a.s)’dır. Çünkü o yeryüzünde Allâh’ın halîfesi oldu. Aynı şekilde her Nebiyi Allah Teâlâ, yeryüzünün imârı, insanların idâresi, nefislerinin kemâle erdirilmesi, emrinin onlar arasında yerine getirilmesi için halîfe seçmiştir. Yoksa Allah’ın (c.c) buna ihtiyâcı yoktur. Ondan sonra arzda sâkin olanlar veyâ zürriyeti birbirine halef olurlar. (Beydavi Tefsiri, 1/44-45). Şu halde halîfe, vekil, birinin yerine bakan kimse demektir. Burada insanın yeryüzünde Rabbin temsilcisi, Rabbin sıfatlarının mazharı olarak, yaratıldığına işaret vardır. (S. Ateş, Kur’ân-ı Kerim ve Yüce Meâli, S, 5)
Bu ve benzeri pek çok âyetten, İslâm dîninin, insana yeryüzünde Allâh’a halîfe ve vekil olmak gibi, çok şerefli ve çok mes’ûliyetli bir vazife verdiğini anlıyoruz: “Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara tevcih ettik, onu yüklenmekten kaçındılar, onun sorumluluğundan korktular; onu insan yüklendi; (bununla berâber onun hakkını tam yerine getiremedi). Çünkü o, çok zâlim ve çok câhildir.” (Ahzâb, 33/72)
Kadı Beyzavi’nin (r.a.) işâret ettiği gibi, insana yüklenen emânet, düşünce ve akıl kabiliyetidir. Çünkü insan ancak akıl ve buna bağlı duyularını kazandığı zaman Allâh’ın tekliflerine muhatâb olmuştur; sorumluluk o zaman kendisine yönelmiştir. Bu emânet sâyesinde insanı cennet gibi, Allâh’ın cemâlini görme gibi, irfan gibi yüksek nimetlere kavuşmaktadır. Fakat onun hakkına riayet edip Allâh’ın buyrukları dışına çıkmamak lâzımdır. Akıl bunu emreder.
İnsanın zâlim ve câhil diye nitelendirilmesi de, akıl emânetini yüklendikten sonra onu gereği dışına çıkarak kendisine zulmetmesinden, Hakk’ın buyruklarını tanımamasından dolayıdır. Bu emâneti vermekle Allah (c.c.) insanı teklifleriyle sorumlu tutmuş ve böylece onu imtihan etmiştir… (S. Ateş, Ahzâb, 72) Evet; işte bu emânet, düşünce ve akıl ile verilmiş teklif, cüz’i irâdeden doğal sorumluluk, Allah Teâlâ’nın kendi hukukunu ve kullarının hukukunun icrâya memur hilafetidir. (Veli Ulutürk, Kur’ân-ı Kerim’de Yaratma Kavramı, S. 146-148)
Yaradılış Nasıl Olmuştur?
Bütün kâinat gerçek bir maksatla yaradılmıştır.
Müslümanların yaradılışı düşünmeleri ne tesâdüfi bir bilim çabası ne de boş bir iştir. Yaradılışı düşünmek müslümanların vasıflarından bir vasıf olduğu gibi, formel olmayan bir çeşit ibâdettir de; Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allâh’ı anarlar; göklerin ve yerin yaradılışını düşünürler: Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın, Sen münezzehsin. Bizi ateşin azâbından koru, derler.” (Âl-i İmrân, 3/198)
Bâzı müslümanlar, içinde bulundukları çağların bilimsel gelişmelerin ve felsefî düşüncelerini çok erkenden aşarak, yaradılış konusunda çok ilginç ve orijinal fikirler ortaya atmışlardır.
Anlaşıldığı üzere kâinâtın oluşumundaki esas süreç, başlangıçtaki nebülöz maddesinin yoğunlaşıp daha sonra onun, galaksi kütlelerinin temelini teşkil etmek üzere parçalara bölünmesinde bulunmaktadır.
Sıra kendilerine gelince galaksiler de, yıldızlar hâlinde parçalara ayrılarak bunlardan da, bu imâlatın yan ürünleri olarak gezegenler meydana geldi. Bu arada bölünmeler, temel unsur gruplarının arasında “kalıntılar” denilebilecek unsurları bırakmıştır.
Daha bilimsel bir deyimle onlara, “Yıldızlar arası galatik madde” denilmektedir. Bu madde muhtelif yönlerden tavsif edilir. Bâzen, öteki yıldızlardan gelen bir ışığı yayan ve astrofizikçilerin deyimleriyle “tozlar”dan veyâ “dumanlar”dan meydana gelmiş olan parlak nebülözler olarak, bâzen de yoğunluğu çok zayıf olan karanlık nebülözler yâhut da astronomide totometrik (ışık ölçümü) ölçülerin işini güçleştirmekle meşhur olmuş olan, belli belirsiz yıldızlar arası bir madde olarak. Bizzat galaksiler arasında da, madde “köprüleri”nin bulunduğunda şüphe yoktur.
Bu gazların yoğunluğu az da olsa, (galaksilerin birbirlerinden son derece uzak olmaları sebebiyle) işgal ettikleri muazzam alan dolayısıyla bu gazlar, (seyrek yoğunluklarına rağmen) galaksilerin kütlelerinin bütününü aşabilecek büyüklükteki bir maddeye tekâbül edebilirler. A. Boichet, bu galaksiler arası kütlelerin varlığına, birinci dereceden bir önem atfeder. Ona göre bu madde “kâinâtın evrimi konusundaki fikirleri önemli ölçüde değiştirebilecek” niteliktedir.
Şimdi, bu çağdaş bilimsel verilerin ışığında, kâinâtın yaradılışı hakkında Kur’ân’dan özetlenen temel fikirleri ve kesin bilgi verdiği beş esas noktayı inceleyelim:
Göklerin ve yerin yaradılışının altı devresi, Kur’ân’a göre: Gök cisimlerinin ve yerin yaratılmasını ve yerin, (“gıdalarıyla” birlikte) insanlar tarafından yerleşilebilir hâle gelmesine kadarki gelişmesini kapsamaktadır. Bu son safhadaki olaylar, Kur’ân’a göre, dört zamanda cereyan etmiştir. Bunda (bilindiği gibi, insanın dördüncü zamanda zuhûr ettiğini bildiren) çağdaş bilim tarafından belirtilen “jeolojik zamanlar”ı, bulabilir miyiz? Bu sâde basit bir hipotezden ibârettir. Hiç kimse bu soruya cevap veremez.
Fakat şu husûsa dikkat etmek gerekir ki, Fussilet sûresi, 9-12. âyetlerinin açıkladığı üzere gök cisimleri gibi, yeri de meydana getirmek için, iki safhanın geçmesi gerekiyordu. Bilimin bize öğrettiğine göre, misâl olarak (elde edilebilir tek misâl de budur) güneş ile onun yan ürünü olan Yer’i alırsak, gelişim süreci, başlangıçtaki nebülözün yoğunlaşması ve bölünmesi şeklinde gerçekleşmiştir. İşte Kur’ân’ın tam bir açıklıkla bildirdiği süreç de budur: Gök “duman”ından başlayarak önce bir bitişiklik, sonra da bir bölünme evresi geçirmiştir. Şu halde bu konuda Kur’ân’ın bildirdiği ile bilimin tesbiti arasında mükemmel bir uyum görülmektedir. (Maurıce Bucaille, çeviren, S. Yıldırım S,218-220)
Vâr etme-yaratma kavramının yayıldığı alan
Konumuz “Kur’ân-ı Kerîm’de yaratma” olduğuna göre, Allah Teâlâ’nın bize, Kur’ân-ı Kerîm’de yarattığını bildirdiği şeylerin çeşitlerini verirken, aslında yaratma kavramının çok geniş bir alana yayılmış olduğu görülmekte ve anlaşılmaktadır. Çünkü küçük-büyük, bilinen-bilinmeyen, görünen-görünmeyen, zerrelerden kürrelere kadar, mevcut olan her şey varlığını Allâh’ın yaratmasına borçludur. O halde aslında kitaplar dolduracak genişlikteki bu konuyu bir paragraf çapında küçülterek vermeye çalışacağız. Önce genel olarak Allah Teâlâ’nın her şeyin yaratıcısı oluşunu ele alalım.
“Allah Teâlâ genel olarak her şeyin yaratıcısıdır.”
Biz bu hükmü Kur’ân’dan alıyoruz. Çünkü bizzat Allah (c.c) bize kendi Yüce Zâtını böyle tanıtıyor: “Allâhu hâliku külli şey” ve aynı mânaya gelen ifâdeler, En’âm, 6/102: Râd, 13/16: Fâtır, 35/3: Zümer, 39/62: Mü’min, 40/62 ayetlerinde geçmektedir.
Allah Teâlâ’nın her şeyin yaratıcısı olduğunu bildiren âyetler çok geniş bir mânâ ifâde ediyor. Müfessirler; bütün eşyânın hâliki, hayır- şer, îman-küfür, her şeyin yaratıcısı, bunları sebepleriyle birlikte yaratandır (Alûsi, Rûhu/l-Meânî, c.24,21) dedikleri gibi, evvelce her şeyi yarattığı gibi bundan böyle gelecekte de her şeyin yaratıcısı O’dur. İlahlık, mâbudluk da yoktan vâr edenin hakkıdır demişlerdir. (Elmalılı, Hak Dîni Kur’ân Dili, c.3, s.2014) Tek olan, kendisinden başka ilâh bulunmayan ve her şeyin yaratıcısı olan, ibâdete lâyık ve müstehaktır. (Beydavî Tefsiri, c.1, s.325)
Ubûdiyete ve ibâdete Allah’dan başka lâyık hiçbir şey yoktur. Ancak her şeyi yaratan ve her şeyi bilen Allah vardır. O halde biz insanların ibâdeti göklerde ve yerde bulunanların ibâdeti O’na tahsis edilmelidir. Çünkü O her şeyin yaratıcısıdır, Sâ’ni’dir, masnû’un hakkı da Sâ’ni’ini ibâdette tek kılmaktır. (Taberî Tefsiri, c.7, s.299). O Halde yaratıcı kim ise ibâdet edilmek O’nun hakkıdır. “Rabbiniz Allah işte budur. Ondan başka ilâh yoktur, (O) her şeyin yaratıcısıdır. O’na kulluk edin, O her şeye vekildir.” (En’âm, 6/102). Mutlak yaratıcı Allah olduğu için, mutlak yaratma da O’na mahsustur. Kulların fiillerini de Allah (c.c.) yaratmıştır. Kul kâsibdir; Allah Teâlâ Hâliktır. Enfâl sûresi, 8/17. âyet ile, Sâffât sûresi, 37/97. âyet-i kerîmelerin mânâsı buna işaret ediyor.
Gerçekten Allah (c.c.), âyetler muvâcehesinde anlaşılacağı gibi, kâinâtı yaratmış ve yeni yeni yaratma ve yürütmelerle, her gün bir iştedir. Çünkü “Yaratma ve emir O’na mahsusdur” (A’raf, 7/54). Hattâ Allah Teâlâ yarattıklarını varlıkta tutmuyor, kâinâtı genişletiyor da, “Göğü kendi ellerimizle (kudretimizle) yaptık ve biz (onu) genişletmekteyiz.” (Zâriyât, 51/47) Bilindiği gibi galaksiler birbirlerinden gittikçe uzaklaşmakta, arz ise uçlarından eksilmektedir. (Râ’d, 13/41: Enbiyâ, 21/44) “… O yaratmada dilediğini arttırır.” (Fâtır, 35/1) Bu keyfiyet artık bugün ilmin tesbit ettiği bir gerçektir. Şu halde kâinat yeni yaratmalara genişlemekte, yeryüzü eksilmektedir.
Canlılar âlemini bir an düşünürsek, her gün milyarlarca canlı doğup vücûda gelirken, bir nicesi de hayâtı terk ediyor. Bunlar her gün gözlerimizle gördüğümüz, Yüce Allâh’ın her gün, ölümü ve hayâtı yaratışından başka bir şey değildir. “… Sizi analarınızın karınlarında, üç karanlık içinde bir yaratılıştan sonra, öbür yaradılışlara (geçirerek) yaratıp duruyor.” (Zümer 39/6). “… Ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyleri yaratıyor.” (Nahl, 16/8). Mâide, 5/7: Âl-i İmrân, 3/47: Nûr, 24/45: Rûm, 30/54 âyetleri de aynı mânâdadır.)
Allah Teâlâ’nın devamlı yaratışı “her an bir işte oluşu” Resûlullah (sav) Efendimiz tarafından “Bir günâhı affetmesi, bir sıkıntıyı gidermesi, bir kısmını yükseltip, bir kısmını alçaltması da, O’nun işlerindendir” şeklinde izâh edilmiştir. (İbn Mâce, Mukaddime, hadis no:202)
Kur’ân-ı Mübîn bir deryâ. Sâdece konumuzla ilgili âyeti kerîmelere meâl olarak dahi girecek olsak, muhteşem bir kitap meydana gelir. Ancak biz bu kadar ile iktifâ etmek durumundayız. (Lütfen bakınız: Veli Ulutürk, Kur’ân-ı Kerîm’de Yaratma Kavramı, s.149,155)