İnsanı en mükemmel biçimde yaratan Allah (c.c) ona önemli bir görev yüklemiştir. Yaratıkların en değerlisi olan insanoğlu kendi yaratılışındaki muazzam hârikayı düşünmeli ve düşündükçe de Yüce Yaratıcıyı hamd ile tesbih etmelidir. Bunu yapamayan insanlar ebedî bedbahtlığa mahkûm olurlar.
Tüm canlılar içinde bu yetkiye sâhip olan ve gerek kendisi, gerekse kendi dışındaki varlıklar hakkında tefekkür edebilme yeteneğine sâhip bulunan insanın yeryüzündeki fonksiyonu da o nisbette azametli olacaktır.
“(Habîbim!) Rabbinin yüce adını tesbih et. O Rabbin ki, (her şeyi) yaratmış da düzene koymuştur. Ve O Rabbin ki, her şeyi bir ölçüye göre takdir buyurmuş ve doğru yolu göstermiştir.” (A’lâ,87/1-3)
O ki, yaratmış ve şekil vermiştir. San’atını tamamlamış ve kendine has kemâl noktasına eriştirmiştir. O ki, her yaratığın vazîfesini, hedefini, yolunu ve gâyesini takdir etmiş ve hepsini yaratmış olduğu yöne doğru sevketmiştir. Varlığının gâyesini göstererek hayâtı devâmınca kendisi için faydalı olan şeyleri bildirmiş ve ona doğru yolu göstermiştir.
Bu büyük hakîkat, varlık âlemindeki her şeyde açıkça göze çarpmaktadır. Var olan her şey O’nun şâhididir. Büyükten küçüğe, değerliden değersize kadar her şey, yapısı îtibâriyle en güzel sûrette yaratılmış, en mükemmel şekil verilmiş, varlığının gâyesi için hazırlanmış, görevini yapabileceği yeteneklerle donatılmıştır. Her varlık, kendi yaratılış hedefini en kolay yoldan gerçekleştirir. Bütün eşyâ toplu bir uygunluğun ürünüdür. Herkes topluluğu içerisinde kendi görevini yapabildiği gibi, ferdî görevini de yapmak için gerekli yeteneklere sâhip kılınmıştır.
Atom da tek başına tam bir uygunluk içerisindedir. Elektronları, protonları ve nötronları arasında mükemmel bir âhenk vardır. Bu âhenk güneşle yıldızlar ve onlara tâbî olan diğer gezegenler arasındaki toplu uygunluğu andırır. Her biri kendi rolünü oynar, görevini yapar ve bunu için gideceği yolu bilir.
Canlı bir hücre mükemmel bir yaratılışa ve kâbiliyete sâhiptir. Bütün görevlerini en üstün şekilde yapar.
Bir tek atomla güneş manzûmesi arasında, bir tek hücreyle en gelişmiş canlı varlık arasında öylesine bir bileşim ve nizam bulunmaktadır ki, hepsi de bu derece üstün bir yaratılışa sâhip olduğunu haykırmaktadır. Hepsi de Allah Teâlâ’nın hüküm, tedbir ve takdîri ile olmaktadır. Kâinat tamâmen bu derin gerçeğin gözler önündeki birer şâhididir.
İnsan kalbi, bu varlıklar âlemindeki sesleri kavrayabilecek duruma gelince ve eşyâyı açık bir hisle düşünecek seviyeye erince, bu gerçeği apaçık görür. Bu ilhâm dolu kavrayışı hangi toplumdan olursa olsun, hangi derecede ilmî seviyeye ererse ersin her insan kavrayabilir. Yeter ki kalbinin ışık pencerelerini açsın ve varlıklar âlemindeki sesleri duymak için alıcı cihazın tellerini uyarsın. (s.48)
Oysa bu muhteşem insanın aslı, geçmişi neydi? Bir damla atılmış meni değil mi? Evet; ana rahmine düşen bir damla meni gerçekte hiçbir değeri hâiz değildir. Her seferinde 50-100 milyon tânesi birlikte rahme giren spermalardan yalnızca bir tânesi döllenmeyi sağlamakta, geriye kalanlar yok olup gitmektedir. İşte insan kendi geçmişine baksa, böyle boşa atılan milyonlarca spermadan bir sperma iken, Allâh’ın lütfu sâyesinde bu muazzam yapıyı kazanmaktadır. Âyet-i kerîmede buyrulur ki:
“Gerçekten insan üzerine dehrden öyle bir zaman geldi ki, o vakit insan anılmaya değer bir şey değildi. Çünkü biz insanı, karışık bir nutfeden yarattık. Onu deneyeceğiz. Onun için onu işitir ve görür yaptık. Biz ona, hidâyet yolunu gösterdik. Ya şükreder veya nankörlük.” (İnsan,76/1-3)
Sûrenin başlangıcındaki bu istifham, takrir içindir, mes’eleyi zihinlere iyiden iyiye yerleştirmeyi hedefler. Fakat bizzat insana soruyormuşçasına beyân edilmektedir. İnsan bu hakîkati niçin tefekkür edip de istifâde yoluna gitmez? Sonra nefsinde, kendisini bu dünyâ hayâtına getiren, ona bir nur veren, hiçbir şey değilken onu anılmaya değer bir hâle getiren kudreti anlamaya çalışıp tefekkür etmesi gerekmez mi?
Burada istifham edatı getirilmesi bu gibi hususları hatırlatmaktadır. Allah Teâlâ’nın verdiği bu gibi ilhamlar ruhta hakîkaten derin ve ayrılmaz çeşitli düşünceleri de birlikte getirmektedir. Bunlardan biri rûhu, insanın yaratılmadan önceki ilk varlığına yöneltmektedir.
Ortaya koyduğu bir düşündürücü husus da, insan varlığının meydana geldiği “zaman” mes’elesidir. Mâhiyetini Allah’dan başka kimsenin bilmediği bu zaman mefhûmu hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bu yeni varlığın kâinâta izâfe edilmesi ise mukadder bir iş olup vücut bulmasından önce Allah Teâlâ’nın hesâbında idi. Bu uzun oluşun çizdiği çizgide onun zamânı da hesaplanmıştı.
Bir diğer dikkati çeken nokta ise, bu yeni yaratığı (insanı) kâniat sahnesine getiren kudret elini düşünmektir. Onu bu âlem için ve bu âlemi de onun için hazırlamış; onun hayat bağlarını bütün bu varlığın mihverine bağlamış ve bekâsını mümkün kılacak ve kolaylaştıracak şartları ve ortamı da onun için hazırlamıştır.
Bundan sonra da onu her adımda tâkib etmekte ve büyük kâinâtın diğer bağlarıyla birlikte bağladığı ipini kudret elinde tutmaya devâm etmektedir. İşte görüldüğü gibi bu kısa âyet böyle birçok düşünce ve ilhamları vermektedir bize. Bununla ruh, başlangıç, devam ve sonuçtaki maksad, gâye ve takdir şuuruna erişmektedir.