Aydınlar, bir diğer isimle entelektüeller, bir cemiyetin varlığını, hayatiyetini, geleceğini ve gücünü sağlayan kesimdir. O cemiyetten ne beklerseniz, esasında onu aydınından beklersiniz. Bu sosyal-psikolojik konum ve işlev iyi bilindiğinden cemiyetler üzerinde çalışanlar da aslında aydınlar üzerinde çalışırlar. Aydınlar, uzmanlardan, bilim insanlarından ve sanatçılardan daha farklı birikim, analiz, yorum ve bilgiyi kullanma yeteneğine sahiptirler.
Bir alanda çalışarak o alanın detaylarına hakim olan, onun devamlılığını ve yararlılığını sürdürebilen kişiler o alanın uzmanıdırlar. Benzer şekilde, bir alanın detay bilgisine sahip olanlar ve o alanda yeni bilgi üretebilenler o alanın bilim insanı olurlar. Yine bir alanda, yoktan ortaya yeni ve özgün eserler verebilenler de sanatçılardır. Ressamlar, romancılar, şairler, besteciler… Aydın (bir diğer tanımlamayla entellektüel) olabilmek ise kendi alanı dışında genel geçerliliği olan alanlarda da, bilimde, sanatta, felsefede ayrıca söz söyleyebilme yeteneği ve birikimi olmayı gerektirir.
Uzmanlar ve bilim insanları bir cemiyetin yaşam standartlarını ve maddi hayatını geliştirirler, güçlendirirler; insanlar için kolaylıkları ve yararlılıkları arttırırlar, böylece daha fazla refah sağlarlar. Sanatçılar bir cemiyetin varlığının devamında esas rolü oynarlar, insanların birbirine ve hayata olan bağlılığını, geleceğe olan istekliliğini arttırırlar. Ancak bir cemiyetin hem ortaya çıkışını ve varoluşunu hem de diğer cemiyetlere nispeten varlığını geliştirmesini aydınlar sağlar; bir kültür yaratılabilmesi için dünya görüşü, ahlâk sistemi ve bunları hayata geçirecek ideolojiler aydınlar tarafından ortaya çıkarılabilir. Aydınların yaratıcı gücü okumuş yazmışlar, uzmanlar, bilim insanları, sanatçılar tarafından benimsenir, örnek alınır; o cemiyetin hayatı ve dünya içindeki konumu, gelişimi, gücü aydınların zihni yapısı ve işlevi tarafından şekillenir. Bu noktada, aydınlarının zihni yapısı bir cemiyet için her yönüyle belirleyici olur.
Kritik nokta işte burasıdır; aydının (entelektüelin) zihni yapısı. Emperyal politikalar da hedeflenen cemiyetin aydınlarının zihni yapısı üzerinden yürütülür. Bir cemiyetin entelijensiyasının zihniyetini kim belirlerse, o cemiyeti istediği gibi yönlendirir ve yönetir. Son iki yüz yıldır Batı’nın ötekine, kendi dışındaki dünyaya yaptığı tam olarak budur. Aydınların zihni ele geçirilir, dönüştürülür ve o cemiyet hangi şekle sokulmak isteniyorsa o şekle büründürülür. Aydının kontrolü -ya da buna yönlendirilmesi de diyebiliriz, emperyalizmin öteki cemiyetlerde mutlaka uyguladığı sosyo-psikolojik bir işlevdir, devam ettirilecek sömürünün üstünde yürütüleceği zemin ve teminattır. Bugünkü dünyada, Japonya, Çin, diğer Asya ülkeleri, Orta Doğu, Afrika, Günay Amerika ülkeleri ve Türkiye’de entellektüel zümrenin etkili kısmını “Sömürge ya da Yarı Sömürge Aydını” olarak tanımlayabiliriz.
Sömürge veya yarı sömürge aydınının belirleyici tek bir özelliği vardır; kendi kültürünü küçümser, güvensizlik duyar; kültür öğelerini ve bunlardan doğan insan davranışlarını aşağılar, onları yaşamaz ve yaşatılmasına engel olmaya çalışır. Yarı sömürge aydını tarihini beğenmez, geçmişini suçlar ve açık ya da zımnen reddeder; kendisini kendi medeniyeti dışında farz eder. Onun coğrafyasında geçmişten gelen ve yaşayan milli karakterde ne varsa neredeyse hepsi kötüdür, ama Batı’da ne varsa o iyidir, çağdaştır, ileridir; onlar uygarlığın öğeleridir. Zihni kurgulanan yarı sömürge aydınının ayırt edici vasfı Batı Medeniyeti’ni esas ve tek uygarlık olarak kabul etmesidir; Batı’yı örnek alır ve onunla aynileşmek tek çabası olur.
Türkiye aydınlarının önemli bir kısmı, yarı sömürge aydınları için iyi bir örnektir. Onlar için Bilge Kaan’dan, Kül Tigin’den, Kutad-gu Bilig’den bahsetmek kafatasçılıktır, ırkçılıktır. Bugün eğer millet ve milleti sevmekten bahsederseniz onların zihninde şövenist olmuşsunuzdur. Halbuki insancıl olmak gerekir, insancıllık ise, pratikte, kendi değerlerini reddetmekle olur. İslam dini geri kalmamız için ana sebeptir, ondan uzaklaştıkça bilimde de, sanatta da, kısacası her şeyde ilerleriz. Selçuklu, Osmanlı idarecileri kendi hallerinden başka şey düşünmeyen, halkından uzak, hatta vatan haini acizlerdir. Osmanlı aydını ise sadece dini bilgileri konuşan ve tartışan, softa yobazlardır; nitekim, matbaa da Osmanlı’ya tam 400 sene sonra gelmiştir. Halk cahildir; halk iradesine güvenmemek gerekir, halktan birisinin oyu ile onun oyu aynı değerde midir de seçimlerle iktidarlar belirlensin? Halkın dini ritüelleri uydurmadır, halk sadece istenildiği gibi yönlendirilmelidir. Halkın, halkın değerlerini yaşayan ve yaşatan çocukları üniversitelerde faşistler olurlar. Dilimiz eski Türkçe’den arındırılmalıdır; o ne öyle; o metinlerden hiçbir şey anlaşılmıyor; aslında iyi ki de anlamıyoruz, eğer anlarsak zaten geri gideriz (!).
Müziğimiz, romanımız, şiirimiz… Entelektüel zümreyi finanse eden burjuvazinin, büyük sermayenin vakıflarına, onlara yakın belediyelere bakın, onlar neyi neleri destekliyorlar dikkat edin; senfoniler, baleler, danslar, çağdaş (!) sanatlar… Bir burjuvanın bir milli kültür öğesini, klasik müziğimizi, türkülerimizi, folklorumuzu, aşıklarımızı veya onlardan birisini yaşatan kişi ya da zümreleri desteklediğine dair tek bir örnek gösteremezsiniz; çünkü o ve onlar tükenmelidir.
Sonuçta, yarı sömürge aydınına göre kâdimden uzaklaştıkça çağdaşlaşırız; böylece çağdaş uygarlık yolunda Batılılaşırız; ya da daha doğru bir tespitle Batı’nın istediği zemini oluşturmuş oluruz. Felsefe, hukuk ve bilim Batı’dadır. Tabii sanat da… Biz de onlara benzedikçe onlar gibi felsefe de yaparız, hukuğumuz da gelişir, sanat da… İşte bu entelektüel tip, aslında Batı dışındaki bütün öteki cemiyetlerde benzerdir; Türkiye’de, Mısır’da, Tunus’da, Hindistan’da, Afrika’da ve hatta Japonya’da; sömürge ya da yarı sömürge aydını…
Yarı sömürge aydınının ayırt edici bir vasfı da kendi dışındaki görüş ve anlayışları varlık tehdidi olarak saymasıdır. Bu nedenle o görüşleri ya da görüş mensuplarını kendi zemininde yok sayar; görmez, okumaz, fırsat vermez, bulunduğu organizasyonlara almaz ya da bir şekilde fark ederse çıkarır. Bu yok ediş onun kendi dünya görüşünün olmamasından, edilgen olmasından, bu nedenle güçsüzlüğünden kaynaklanır. Fikir kökleri itibariyle dayanaksız olduğu için başka bir görüş veya görüş sahibi varsa o, onun için bir tehdittir; meslek alanları, sosyal alanlar, ekonomik organizasyonlar her ne var ise oralardan silinmelidir.
Türkiye’de yarı sömürge aydın zihniyeti, Sultan Abdülaziz döneminde, ilk yurt dışına tahsile gönderilenlerle başlar, Sultan Abdülhamit ve sonrası dönemde artar, Cumhuriyet ile yaygınlaşır ve hakim zihniyet haline gelir. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden itibaren yaygınlaşmaya başlayan eğitim merkezleri ve sağlık misyonları; kolejler, okullar, kültür merkezleri, kurslar, dispanserler, klinikler, hastaneler ilk temas ve kültürel işleme yerleri olurlar. Yurt dışına eğitime ya da göreve gidenler de zihniyet değişimi için önemli bir gurubu oluştururlar. Güçlü kültür ile canlılığını kaybetmiş kültür karşı karşıya gelince, teknolojik üstünlük, refah, kolay yaşam, zenginlik, zaten bilgi olarak yeterince tahkim edilmemiş okumuş-yazmış insanlarda önce o üstünlüklere hayranlık, hemen ardından da kendi kültürüne karşı aşağılık kompleksine yol açar; kendisine ve kendi değerlerine, tarihine, inançlarına karşı kompleks. Sorun bellidir, suçlu bulunmuştur; kültürümüz, inancımız geri kalmışlığımızın başlıca sebebidir. Batı muhteşem bir medeniyet (teknolojinin yarattığı kolaylıklar ve sosyal hayat ile medeniyet gibi algılanır, teknolojinin bir sonuçlar hali olduğu atlanır) yaratmıştır; bunu da fikriyatı ile, inanışları ile kültürü ile yapmıştır. Halbuki biz ne haldeyiz ? Öyleyse bizim geri kalmamıza kendi değerlerimiz, inancımız, kültürümüz neden olmuştur; suçlu bulunmuştur, çözüm de bellidir artık: Kendi değerlerimiz ve inançlarımız reddedilmeli, Batıya dönüşüm ana hedef olmalıdır. Batıyla aynîleşmek; Batılılaşmak gerekir. Ancak farklı dünya görüşünün, varlık anlayışının kodlarını taşıyan zihin, kodları fark edemez; yeni dünya görüşünün hakikatini, felsefe ve bilim zihniyetini alamaz, çünkü bunları çözecek ve kavrayacak entelektüel donanıma sahip değildir. Böylece aynîleşmeyi zihniyette yapamaz, ancak tavır ve davranışlarıyla dönüşür; giyimle, konuşmayla, oturup, kalkmayla, yiyip, içmeyle, müzikle, dansla, onların edebiyatı ile ilgilenerek, kendi değerlerini de tahkir ederek, kendisinde farklılık ve ilericilik vehmetmeyle bu benzeşmeyi, dönüşümü yapacağını, uygarlaşacağını zanneder. Bu dönüşüm, kültür değişmeleri, yarı sömürge aydın zihniyetinin ana belirleyicisidir.
Batı’da, Batı Dünyası’nda ise durum çok farklıdır. Batılı entelektüelinin yüzü, tamamen kendi kültürüne, kendi tarihine, kendi medeniyetine dönük durur. Amacı, kendisinin sahip ve dahil olduğu, onun için en büyük ve tek değer olan Batı Düşüncesi’ ni, dolayısıyla Batı Medeniyeti’ni geliştirmek, ilerletmek ve hakim olarak tutmaya devam etmektir. Kendi değerlerine güvenir, halkına inanır, tarihini dikkatle inceler ve değerlerini geliştirmeye çalışır. Eleştiri, yarı sömürge aydınları için değerleri reddetme gerekçesi olan eleştiri, onun için bir ilerleme aracıdır.
İki tip aydın (entellektüel) arasındaki fark, Batı Medeniyeti ile öteki arasındaki anlayış farkının sonucudur. Batı, dünyaya hakim olmayı kendi doğal hali, olması gereken durum olarak kabul eder. Öteki, Batılı gibi olmalıdır, çünkü ayrı bir değerler manzumesi olarak öteki doğru değildir, bu nedenle kendi haliyle var olma hakkına da sahip değildir; öteki Batılılaşmalı, Batılı olmaya çaba göstermeli ve Batı için bir varlık tehdidi olmamalıdır. Batı Medeniyeti’ nin dünya ile, kendi dışındaki cemiyetler ile sosyal, kültürel, bilimsel, siyasi, iktisadi, ideolojik tüm işlevi, ilişkisi bu eksen üzerinde yürütülür.
Batı Dünyası dışındaki medeniyet bölgeleri ise farklı varlık anlayışları ve bu anlayışların genellikle dünya hâkimiyeti esasını ana amaca almaması, en az iki yüzyıldır da Batı iktisadi – siyasi gücüne boyun eğmiş olma hali nedeniyle kendi dışındakini, Batılıyı reddetme ve ötekileştirme halinde değildir. Batı dışındaki dünya, kendi başlarına, varlık anlayışlarına dayanan yeterince güçlü ve yaratıcı felsefelere, varlığı ve bilgiyi kontrol edebilecek dünya görüşlerine sahip olmadığından, Batılının istediği ve kurguladığı dışında ayrı zihniyetler geliştirme yeteneğine de sahip değillerdir. Böyle olunca, Batılı, ötekinin entellektüel zihniyetini yıllar içinde önce etkiler, zamanla istediği gibi değiştirir, şekillendirir ve yönlendirir.
Yarı sömürge aydın zihniyeti, sadece liberal, seküler, Kemalist (burada Atatürkçülük ile Atatürk ile neredeyse hiç bir ilgisi olmayan, çok farklı bir yorum olan Kemalizm’i ayırmak gerekiyor), bir kısım solcu olarak kendini tanımlayan kişiler için geçerli değildir, yarı sömürge aydınının bir diğer tiplemesi “ümmetçi” okumuş, yazmış, entelektüellerdir. Tarihte bugüne değin var olmamış ve bugünden sonra da var olmayacak bir din devleti onların temel amaçlarıdır. “İslam Devleti”, “İslam Milleti” hayali, onları kendi milletlerinin tarih ve kültürlerine karşıt hale getirir; milli olan her şeyi, İslam adına reddederler, İslam’ı getirmeye engel kabul ederler, bütün bir geleneği, gelişen hukuğu, iktisadı, sanatı reddeder; müslümanların binlerce yılda geliştirdiği top yekün medeniyet değerlerinin neredeyse tamamını silerek, sadece İslam’ın ilk dönemine, sadece Kur’an ve sünnete atıf yaparlar; yüzlerinin nereye baktığı belli değildir; belki de bakacak bir yönleri yoktur. Aslında, “yaptıkları işlerden kim yararlanıyor” diye yola çıkarsak, görürüz ki ümmetçi aydınların da yüzleri çok karşı çıktıkları, hatta onlara göre “kafir” olan Batı’ya dönüktür. Çünkü ümmetçilik Batı tarafından ortaya çıkarılan bir anlayıştır; onlar, ne yazık ki Batı’nın bir manüplasyon aracıdırlar ve bugün İslam adına insanlık olarak çirkin gösterilen ne varsa onların eseridir.
Yarı sömürge aydın zihniyeti tanımı bir küçümseme ya da hakaret değildir, bir tespittir. Yaşananlardan, olaylardan, eserlerden ve kişilerden bilimsel yöntemlerle; deney ve tecrübe yoluyla yapılan, tüme varım yolu izlenerek sonuçlandırılan bir değerlendirmedir. Bu noktada, yarı sömürge aydın tipinin en güzel örneklerini, Kimya bilim alanında Nobel Ödülü alan bilim insanı Aziz Sancar üzerinde gelişen olaylarda görüyoruz. Belli kesimlerin adeta hiç görmediği, yok farz ettiği Aziz Sancar’ın Nobel Ödülü çok önemli. Barış ve Edebiyat alanlarındaki Nobel ödülleri edilgendir; siyasi ve ideolojik yorumlardan, Batı’nın beklentilerinden etkilenir. Nobel ödüllü romancımız Orhan Pamuk, ödül karar aşamasında kritik bir çıkış yapmış “Bir milyon Kürt ve Ermeni’yi kestik” diye demeç vermiştir. Batı basın-yayınında yaygın yer bulan bu çıkışın, Edebiyat alanında Nobel ödülünün Orhan Pamuk’a gelmesindeki etkisi bir çok kritikçi tarafından belirleyici rol olarak değerlendirilmiştir. Halbuki Kimya alanındaki, Fizik alanındaki, Tıp alanındaki Nobel Ödüllerinin, söz konusu fen bilimlerindeki işlevin objektifliği nedeniyle edilgen olması neredeyse mümkün değildir. Hal böyle olunca Aziz Sancar’ın Nobel Ödülü, objektif, tam ve çok büyük bir başarıdır. Aziz Sancar, “Türk olduğunu, bu ödülü Türk Milleti adına aldığını, ödülün Türk çocuklarının bilimi kavrama ve bilim heyecanı için bir örnek olacağını, böylece milletine karşı vazifesini yerine getirmiş olduğunu” belirtmekte, milli kimliğine, bilim insanı vakarı içinde atıf yapmaktadır. Buna karşılık, Aziz Sancar’ın Türkiye’de yetişen ve yaşayan, şimdilerde etnik siyaset güden bir partinin milletvekili olan bilim insanı akrabası ise “bizim dilimiz Arapçadır” diyerek bir başka atıf yapabilmektedir. Söz konusu kişi isminin önünde bilim insanı titri taşısa da, yaptığı atıfın ardında bilim insanı vakarını değil, edilgen bir zihniyetin çıkışlarını görüyoruz. Türkiye’deki akraba bilim insanının sözleri, yüzü Batı’ya dönük, millet ve tarihine yabancı, yarı sömürge aydın tipinin davranışlarına güzel bir örnektir. Aziz Sancar, kırk yıldır ABD’de yaşamakta, uzun yıllar boyu orada bilim yapmakta, yalın bilim ziniyeti ortamı içinde varlık, insan, değer algı ve yorumlarında objektif kalabilmekte, yüzünü içinden çıktığı milletinin değerlerine rahatça dönebilmekte, kuşkusuz bir şekilde ve yücelterek ve ufuk açarak milli değerlerine atıf yapabilmektedir. İki akraba bilim insanı arasındaki tavır farkı, aydın zihniyetleri arasındaki farkların ders alınacak bir örneğidir.
Türkiye için bu değişim, yani yarı sömürge aydın zihniyetinin oluşumu daha önce de değinildiği gibi 19. Yüzyılda hissedilmeye başlanmış, 1930’lu yıllardan sonra, milli entelijensiyanın iyice güçsüzleştirilmesiyle yeterince etkin hale gelmiştir. Böylece oluşturulan – kendi kültür ve medeniyet değerlerini küçümseyen, iten, reddeden ve yok etmeye çalışan, Batı değerlerini benimseyen ve bunu uygarlık yolu kabul eden yarı sömürge entelektüel zihniyeti, Türkiye’de okumuş-yazmış kesimin, uzmanların, bilim insanlarının, sanâtkarların zihniyetlerini oluşturmaktadır.
Aydın kesimin zihniyeti ne yönde işlerse o cemiyetin sosyal, kültürel, bilimsel, iktisadi ve siyasi seyri de o yönde olur. Onun için eğer dünyada, binlerce yıllık tarihim ve çok köklü kültürümle ben de varım diyecekseniz, bir medeniyet yaratacaksanız, işe yarı sömürge aydın zihniyetini arındırmakla başlamalı, kendinize ait bir aydın zümresi oluşturmalısınız. Elbette yapılacak çok iş var çok, ama yola zihniyet tartışmalarıyla çıkmalıyız.
Bir dahaki yazıda bilim ve medeniyet yaratmanın ardındaki ontolojik anlayış farkları üzerinde duracağım. Ama sizin de yazdıklarımı tartışmanızı, eleştirmenizi istiyorum. Birlikte ortaya önemli şeyler çıkaracağız.