Turgut GÜLER
Yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz nice gıda ve nesnede, tahrîb edilen tabiâtın inkisârından nişâneler var. Âh ile vâh ile geçirilecek zamân kalmamıştır. Hâlâ, bâzı tedbîrler için geç değildir. Hâdisenin esas müsebbibi durumunda olanların vurdumduymazlığına bakınca gayr-ı ihtiyârî:
“Bizi bu belâ ile baş başa bırakıp kendileri başka diyârlara mı gidecekler?”
sorusunu soruyoruz.
Sâhi, gidilecek başka bir Dünyâ var mı? “Var!” diyenler beri gelsin. Ne başka bir Dünyâ, ne de başka İstanbul bulabilecekler…
Sokağa çıkma yasağı konulmadan yapılan nüfûs sayımlarının, İstanbul’la ilgili rakamlarına bakınca ve buradan hareketle, şehrin toplam nüfûsu hakkında ifade edilen sayı, tam mânâsıyla “heyûlâ?”. Bu demografik müjde (!), Dünyâ’nın en güzel şehrine revâ gördüğümüz muâmeleyi de ortaya koyuyor.
“İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez,
Zîrâ bu terâzi, o kadar sıkleti çekmez!”
diyen Ziyâ Paşa, ne kadar haklı imiş. İstanbul, üstüne yüklenen ağırlığın altında ezilme, ufalanma, parçalanma tehlikesi geçiriyor.
Şöyle, herhangi bir seçme, ayırma yapmadan, rastgele bir semtine, yine tesâdüfî bir vakitte uğrayacağınız İstanbul’un, maalesef tenhâ köşesini bulamayacaksınız. Çünkü kalmadı. Ne yolda, başkasının koluna, omzuna sürtünmeden yürüyebiliyorsunuz, ne de her türlü toplu taşıma vâsıtasında salkım-saçak olmadan seyâhat edebiliyorsunuz. İstanbul için milletçe düşünme zamânıdır. Ortadaki manzaranın övünülecek hiçbir yanı bulunmamaktadır.
Vaktiyle Fâtih’in şehzâdesi Cem, nasıl Rodos şövalyeleri ile Avrupalı zâdegâna kapılarak hayâtını heder etmişse, bugün de “seyâhat ve ikaamet hürriyeti” gibi, varlğından fâcia çıkan cilâlı sözler yüzünden, İstanbul telef ediliyor. Çâre, Yavuz menendi bir idealistin hünerine bakmaktadır.
Yavuz Sultan Selîm’in, amcası Cem hakkında ne düşündüğünü, hiç merak ettiniz mi? Eğer tâlihi yaver gitseydi, Şehzâde Cem Sultan, “Sultan Cem” olsaydı, Yavuz’un saltanatı, hayâl dâiresinin bile yanına yaklaşamazdı. Yâni, bu, “saltanata vesîle” sebep dolayısıyla, Yavuz’un penceresi Cem Sultan’ı flû gösteriyor.
Fâtih’in oğlu Cem ile torunu Yavuz Selîm, bâzı noktalarda birbirlerine çok yaklaşıyorlar, bâzı husûslarda da taban tabana zıt karakterlere bürünüyorlar. Cem Sultan’daki cesâret mâdeni, ham cevher hâlindeyken, Yavuz’da parıltılı bir ustalık gösteriyor. Yine Sultan Selîm’in ileriye bakışındaki “tam on ikiden vuran” isâbet, Cem romanında şaşırtan zikzaklar çiziyor.
Her iki Osmanoğlu’nun ortak olan en bâriz vasfı, tevâzû… Cem’de de, Selîmde de “haddeden geçmiş” bir kendini bilme fazîleti var ki, bu sâyede biri küfürden, diğeri de kibirden nefislerini muhâfaza etmişlerdir.
Tamâmı sekiz yıl olan Sultan Selîm-i Evvel devrinin ilk dönemi içinde, şehzâdeler mücâdelesi devam ederken, bâzı Cem tecellîleri görülür. Daha doğrusu, Bâyezid-i Velî’nin oğulları, sırayla amcaları Cem’in kaderini yaşarlar. Hattâ hükümdâr olmadan önce, bir ara Yavuz’un bile bu kadere ortak olduğu ânlar tesbît edilir.
Bütün engelleri ortadan kaldırdıktan ve Osmanlı tahtına tek başına oturduktan sonra, Selîm’in Cem amcasına bakışında çok köklü değişiklikler olmalıdır. En azından, objektif bir adeseden, geçmiş yıllara bakmaya çalışmıştır. Eğer, bunu yapmaya vakit bulabildiyse, Yavuz’un Cem’den kaptığı bir hayli “kıssadan hisse”si olmuştur…