Üniversiteler, bir bilim yuvası olmalarının verdiği avantajın eseri olarak birçok imkâna sahipler. Bu kurumların sosyal imkânları özellikle günümüzde son derece cazip hâle getirilmiştir. İyi bir maaş, çeşitli makam ve mevkiler, yurtdışı ve yurtiçi gezileri akademisyenliği Türkiye’de peşinden ısrarla gidilen ve çok talep edilen bir meslek hâline getirmiştir. Bunun bir sonucu olarak da buralara talep artmıştır. Akademisyenlik bu sebeple belli bazı kişilerin ve grupların da odak noktası hâline gelmiştir. Birçok görüş, cemaat ve siyasî grup üniversitelerde yuvalanarak bu eğitim kurumlarına kendi zihniyet yapılarına uygun kimseleri haklı ve haksız doldurur olmuşlardır.
Çeşitli siyasal örgütler ve cemaatler buralara kendi görüşünden olanları doldurarak üniversitelerde bir adalet ve liyakat krizine yol açmışlardır. Bu kriz her geçen gün büyümekte ve Türkiye insan yetiştirme noktasından ciddi problemlerle, zafiyetlerle karşılaşmaktadır.
Kendi vehmini ilim zanneden, kendi cemaatinden veya grubundan başka bir topluluk ve dünya görüşü tanımayan, liyakatsiz üniversite hocaları her geçen gün bu kurumları işleyemez hâle getirmeye devam etmektedirler. İşin daha üzücü tarafı akademik unvanlarına bakarak devletin, TV kanallarının, sivil toplum örgütlerinin bunları işinin ehli, dürüst ve niyeti iyi birer insan farz etmeleridir. Liyakati ve adaleti çiğneyerek akademik unvanları işgal edenler ülkemizde ciddi bir problem hâline gelmişlerdir.
Ülkemizde üniversiteler bilginin üretildiği merkezler olmaktan ziyade akademik pâyeler uğruna son derece sığ bir anlayışla yabancı dil öğrenmeye çalışan, bununla beraber bu dili hemen hiçbir yerde kullanamayan, neyi hangi metotlarla yapması gerektiğini pek bilemeyen türedi kimselerin cirit attığı yerler durumuna gelmiştir.
Sonuç olarak üniversiteler verimsiz, bilgisi yetersiz, çalıştığı alanla ilgili bile yeterli okumaları olmayan, sosyal bilimleri kendi içinde kesin hatlarla belirlenmiş sınırlara sahip, bağımsız alanlarmış gibi gören, derinlikten ve meselelere vâkıf olmaktan son derece uzak kişi ve grupların eline düşmüş durumdadır. Bunun sonucu olarak parayı ve mevkiyi temel amaç gören bir türedi grup buralara hâkim olmuş durumdadır. Hatta ortada dolaşan sözlere göre tezini para karşılığı yazdıran, yabancı dil sınavlarına bir başkasını sokan kimseler de azınlıkta değildir. Bunlara ne olacağını, bu kimselerin neyle karşılaşacağını zaman bize gösterecektir sanırım. Fakat kanaatim odur ki, ülkemiz bilim adamı ve üniversite hocası görünümündeki bu sahtekârlara daha fazla tahammül etmeyecektir. Çünkü bu kimseler yetişmek isteyen gençlerin önündeki en büyük engellerden birisidir. Doğru düzgün eser vermeyen, yazmayan, öğrencisini de yayın yapmaya teşvik edemeyen, hatta bu hususta onları engelleyen akademisyen tipleri elverir ki, artık ülke gündemini işgal etmekten uzak dursunlar. Sosyal medyada, gazetelerde, TV kanallarında cürümleri ifşa edilen bu tip akademisyenler için artık gereğinin yapılmasını, üniversitelerde adaletli ve liyakatli yükselmelerin ve atamaların yapılmasını dileyelim.
Doçentler Faciası
Üniversitelerin içine düştüğü vaziyeti gözler önüne seren böyle bir giriş yaptıktan sonra Bolu’da 19. yüzyılda yaşamış Halvetî büyüklerinden Mustafa Safî hazretleriyle ilgili Serdar Uğurlu tarafından yayına hazırlanan bir çalışmayı burada söz konusu etmek istiyoruz. Bu kitap 291+XVI sayfadır ve Kriter Yayınları arasından çıkmıştır.[1]
İyi denebilecek bir incelemenin konulduğu çalışmanın metin kısmındaki fahiş okuma hataları, şiirlerin veznindeki hatalı tespitler hemen dikkati çekmektedir. Bir akademisyen, bir üniversite hocası, bir doçent tarafından hazırlanan bu çalışma üzerine yayınlanan bir tanıtım yazısında da eserin “Farsça, Arapça terkiplerle dolu ağır bir dille” yazıldığı ifade edilmişti. Tanıtım yazısını yazan da bir doçenttir. Bu çalışma daha sonra tarafımızdan ve Mustafa Tatcı Hocamla beraber yayına hazırlandığı için esere yönelik bu sözlerin yanlış bir hüküm olduğunu kestirmeden söylemek isterim.[2] Bu menâkıb, son dönem Osmanlı Türkçesinin en tatlı ve sade metinlerinden birisi olarak görülebilir. Dolayısıyla tanıtım yazısını da kaleme alan şahsın böyle derinliksiz ve yanlış hükümlerle dolu bir yazı kaleme almak üzere kitabı orasından burasından yokladığını da düşünebiliriz. Mezkûr şahsın şu satırlarına bakalım:
“Derviş İbrâhim Hilmi Bey’in vâkıf kâtipliğinde çalışmış olması, menakıbnamenin diline de yansımış, eserin dili Arapça kelime ve tamlamalarla olabildiğince ağır bir hale gelmiştir. Arapça ve yer yer de Farsça kelimeler, tamlamalar, hadîs-i şerîfler ve âyetler metnin anlaşılmasını ve okunmasını oldukça güçleştirmiştir. Bu da yazarı kitap çalışmasında oldukça zorlamıştır. Yazar sırf bu nedenle kitabına ilave bir bölüm eklemek zorunda kalmıştır.”[3]
Bir şahıs, Osmanlı Türkçesiyle yazılmış bir metne nasıl iftira atar, bunu yukarıdaki satırlarda görebiliriz. Ortalama bir Osmanlı okur-yazarı belli başlı âyet ve hadislerin orijinalini ve meâlini bilir. Eğer şairse bunları şiirlerinde kullanır. Yukarıdaki sözlerin metinle hemen hiçbir ilgisi yoktur.
Bu tanıtım yazısını yazanın cürümleri bununla sınırlı değildir. Yazıda şöyle bir cümle yer almaktadır: “Kitapta manzum kısımların aruz vezinleri her manzumenin başında gösterilmiştir.” (s. 304).
Halbuki menâkıbı yayına hazırlayan birçok şiirde vezni gösterme yoluna gitmemiş, bazılarında ise vezni hatalı tespit etmiştir. Örneğin 60, 71, 76, 77, 79, 81, 85, 90, 91, 94. sayfalardaki manzumelerin vezinleri tespit edilmemiştir. Dolayısıyla tanıtım yazısını yayına hazırlayanın bu hükmü de yanlıştır. Kitapta sayfa 108’de bulunan ilâhînin vezni ise hatalı tespit edilmiştir. Tanıtım yazısını yazan bir de şunu söylüyor:
“Kitapta metnin nesir kısımlarının dili sadeleştirilip anlaşılır hale getirilirken yazar tarafından olabildiğince titiz davranıldığı ve müellif tarafından anlatılmak istenilen her ne var ise ona bağlı kalınmaya çalışıldığı dile getirilmiştir.” (s. 304)
Bu ifadeler, metni okumayan bir insana hoş gelebilir. Fakat bu metin üzerinde mesai harcayan, emek sarf eden biri olarak söyleyebilirim ki, metin sadeleştirmeden de gayet anlaşılabilir bir hâldedir. Aynı zamanda birçok fahiş hatayı içinde barındıran böyle bir metin aktarımı üzerine kurulan sadeleştirmenin de mahiyeti hakkında tespitlerde bulunmak güç bir mesele değildir. Sözün özü bizce metne iftira atan bu doçent de ne yazık ki, şöyle bir göz gezdirdiği bir metin üzerinden liyakatsiz ve ehliyetsiz arkadaşını yüceltme pahasına yaveler düzmekten kurtulamamıştır.
Kanaatimiz bu doçentler yazdıklarının kimseler tarafından doğal (!) olarak okunacağını düşünmemişlerdir. Çünkü üniversitelere hâkim olan akademisyen tipi bırakın entelektüel okuma yapmayı kendi alanlarında yapılan yayınları dahi takip edemeyecek duruma düşmüş durumdadır.
Başka bir doçent ise bu menâkıb yayınından hareketle 19. yüzyılda Bolu’da yaşayan ve Mustafa Safî hazretlerinin oğlu olan Mehmed Fâik Efendi’nin şiirlerini bir makalede değerlendirmiş, fakat Fâik Efendi’nin uzun bir manzumesini buraya almayı unutmuştur.[4] Her biri de doçent olan (muhtemelen de yakında profesörlüğe terfi! ederler) bu şahıslar bilim nâmına bir yüz karasına imza atmış durumdalar. Dolayısıyla biz buna “doçentler faciası” desek yeridir. Mehmed Fâik Efendi’nin şiirlerini konu edinen makaleye alınmayan manzume şudur:
Olsa ne ‘aceb nüh-felek âhım ile sûzân
Lâyık mı idi etme beni böyle perîşân
Kim görse benim derdime etmez idi dermân
Taşlarla döğündürdü edip zulm-ı firâvân
Kan ağladılar hâlime hep düşman ü yârân
Bu vâkı’aya halk-ı cihân yanmada el’ân
Te’sîr-i dil-zâra ilâç olmadı her-gâh
Bir derde duçârım ki hemân kurtara Allah
Takrîr edemem derdimi n’oldu bana eyvâh
Tâ haşre değin ağlayayım inleyeyim âh
Yok mu yüreğim yâresine çâre harâbım
Külhandayım yandım aman sîne-kebâbım
Ey çarh-ı denî var mı ‘aceb sen gibi gaddâr
N’olsun bu kadar cevr ü cefâ âleme her bâr
Cânımdan edip mihnet-i hicrân ile bîzâr
Koydun şu mihnet-hânede âhir beni bî-yâr
Etmez mi sana zerrece te’sîr enînim
Gitdikçe yakıp yakmadasın kalb-i hazînim
Allâh bana ede meğer luft u inâyet
Yandı ciğerim âteş-i hasretle be-gâyet
Sabr eylemeğe kalmadı billâhi liyâkat
Ey mürşid-i feryâd-res eyle bana himmet
Âlemde bu gün aşk ile mecnûnum efendim
Endûh u gam-ı hicr ile mahzûnum efendim
Mâdem ki felek böyle cefâyı ede mu‘tâd
Ben mihnet ü âlâmdan olsam hele âzâd
Bilmem ne olur âkıbetin ey dil-i nâ-şâd
Bu Fâik-i bîçâreye Allâh ede imdâd
Her subh u mesâ arşa çıkar nâle vü âhım
Rahm eyle meded hâlime kıl çâre İlâhım[5]
Fâik Efendi için en iyi kaynak olan bu menâkıbın, makaleyi yayına hazırlayan tarafından pek de iyi okunmadığı anlaşılmaktadır.
Burada şunu hemen belirtmek isterim ki, ben bu akademisyenleri şahsen tanımam. Fakat hazırladığım “Bolu’da Tasavvuf Kültürü” çalışmam için görmem gereken bir kaynak sebebiyle haberdar olduğum vahim durum, üniversitelerimizin ve akademisyenlerin içler acısı hâlini net bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Menâkıb Üzerine
Burada sözü daha fazla uzatmadan mevzuyu bu menâkıbdaki okuma yanlışlarına ve diğer hatalara getirmek istiyorum. Burada bunların hepsine yer verilmeyecektir. Hatalı okumalar özellikle manzumelerden seçilmiştir. Kelime ve kelime gruplarının ilki yanlış okumalar, ikincisi ise bunların doğru şekilleridir. Parantez içerisinde verilen numaralardan ilki sayfa, ikincisi ise satır sayısını ifade eder.
Okuma Hataları
Peykârında / pınarında (71 / 13)
virâne / virân (71 / 20)
tevcîde / tevhide (71 / 23)
süzende-i kânın / sûzendegânın (72 / 5)
Revâ-sâz / Revâ-sâz-ı (72 / 6)
zikrî-i / zikri (76 / 9)
mekr / meğer (76 / 9)
sâhib-i vâlânın / sâhib-dilânın (76 / 12)
Tâ zenble / Teeddüble (76 / 13)
tarîkda / tarîkın (76 / 14)
Dilin var mı / Dilin varır mı (76 /15)
dîn-i erbâb-ı inkâra / deyin erbâb-ı inkâra (76 / 15)
feyz-i hâhıdur / feyz-hâhıdur (76 / 18)
Hudâ’ya / Hudâyâ (76 / 19)
ehemm / âhım (77 / 7)
ne felek / nüh felek (77 / 7)
farâvân / firâvân (77 / 10)
ağlamayla / ağladılar ( 77 / 11)
Ta sür / Te’sîr-i (77 / 13)
eyleyeyim / ağlayayım (77 / 16)
eyledim / inleyeyim (77 / 16)
yâr / bâr (77 / 20)
mihnetmâna / mihnet-hânede (77 / 22)
itsem / eninim (77 / 23)
bakup / yakup (77 / 24)
El mürşid-i feryad pes / Ey mürşid-i feryad-res (77 / 28)
mahrûm / mahzûnum (77 /30)
vâlâmdan / âlâmdan (78 / 2)
Menâ-ı sürûr-ı ‘âlemdir ehl-i hayâdır bu / Menâm-ı perver-i ‘âlem der-i ehl-i recâdır bu (79/7)
alnıma / ilticâ (79 /8)
der ki / dergeh-i (79 / 16)
Dil-i nâgâh ki / Dil-i nâ-kâmını (79 / 17)
çeşmim / çeşm-i (79 / 18)
hazer-i matla‘ nûr-ı / hûr matla‘-ı nûr u (79 / 25)
ziyârdür / ziyâdur (79 / 25)
eker / eğer (79 / 28)
sâye-i Yezdân bir latîf atâ / sâye-i Yezdân u pür-lutf u atâ (81 / 29)
sâhib-i dilânı / sâhib-dilânı (81 / 31)
tâbında-i / tâbende-i (81 / 33)
ki / ger (82 / 5)
âd ile / âdâbla (82 / 5)
adl-i / a‘del (81 / 8)
kulûb-ı / kalıp (85 / 10)
keşifzâr / keşf-i râz (85 / 12)
ide ki / et ki (85 / 17)
mâsivâ-yı habsin / mâsivâ cismin ( 85 / 19)
elemden / almadan (85 / 20)
‘arz eyle ol kalbün / ‘arz eyler ol kâlin (85 / 22)
şemşîr-i gıdâdır / şemşîr-i Hüdâ’dır (86 / 5)
bu ol / bul (90 / 18)
fânî-i / fânî (90 / 18)
mecbûrem / vücudum (90 / 22)
biraderimdir / biraderdir (90 / 23)
mürr-i samem / merhemim (90 / 23)
bilinmem / bilmezem (90 / 25)
Hudâ / nûr (90 / 29)
Hilmibâş / Hilmiyâ (90 / 30)
taşla iç / dışla iç (91 / 1)
bendemiz / pendimiz (91/6)
nûrî-i / nûru (91 / 8)
mi‘mâr / mi‘mâr-ı (90 / 8)
hakîkat-ı rahşana / hakîkat rahşına (91 / 9)
nahv / kamu (91 / 10)
iknâ-yı / ifnâ-yı (91 / 12)
Kavî / Koy (91 / 13)
bahr ü hiddet / bahr-i vahdet (91 / 13)
post-neşin / post nişîn (93 / 20)
ir gör / irgür (94 / 19)
kerim de / keremde (94 / 25)
bir nefis / bir nefes (94 / 28)
hâkde hey uvalan bu anı / Hak’da hay o el’an bul anı (95 / 6)
dilin / dilek (95 / 9)
pek nazarda / bin nazarda (95 / 25)
Hilmî-bâş ne dilersen / Hilmiyâ sen ne dilersen (95 / 53)
Cinnî- melekler / cin ü melekler (95 / 54)
bilhânemiz / dil-hânemiz (106 / 15)
sâhib-i risâlet / sâhib-risâlet (107 / 18)
bî kemân-ı âzâdedir / bî-gümân âzâdedir (107 / 23)
Kâse-i yek-i ecelden / Kâse-i peyk-i ecelden (107 / 26)
mücremi / mücrimi (107 / 27)
Bâde-i nûş / Bâde-nûş (108 / 21)
mestmend / müstemend (108 / 28)
güzâr / güzâf (109 / 11)
süzüşün / sûzişin (109 / 13)
Hûn ciğerle ( Hûn-ı ciğerle (109 / 23)
Özcan ü dil / Ez-cân u dil (110 / 1)
eylesin / eylesen (110 / 2)
esirî-i zülfünün / esiri zülfünün (110 / 12)
harâbî-i la‘linün / harabı la‘linün (110 / 13)
sihr / seher (110 / 7)
ebede / ebed (111 / 9)
nâ-niyyetenin / nâ-puhtenin (111 / 26)
ibtidâ-yı / ibtidâ (112 / 5)
Hemîşe-i / Hemîşe (112 / 15)
şâh-ı râhıdur / şâh-râhıdur (112 / 20)
feyz-i hâhıdur / feyz-hâhıdur (112 / 24)
‘ilim-i / ‘ilm-i (122 / 5)
vir / dir (122 / 24)
derdinün / derûnun (122 / 28)
düşüldü / düşelden (123 / 5)
itdi / idi (123 / 7)
ta‘allukî / ta‘alluku (123 / 18)
itmedin / itmeden (123 / 19)
meveddetdir kulın / meveddet varakların (123 / 20)
ihsân-ı senindir / ihsân senindir (123 / 27) (Buradaki yanlışlık şiirin tekrar eden diğer mısralarında da değişmelidir.)
Gelin / Gelen (124 / 1)
ey gül / ey gönül (124 /1)
derd ü âhım / dûd-ı âhım (124 / 16)
şeyh müşârünileyh / şeyh-i müşârünileyh (124 / 25)
bir manzume-i mersiye edâ-yı tanzim / bir manzume-i mersiye-edâ tanzim (124 / 26)
nefis / nefes (125 / 11)
burç-ı ma‘rifet / burc-ı ma‘rifet (125 / 26)
şecb midir / şeb midir (127 / 7)
felek-i / felek (127 / 8)
Şâhide / Şâh-reh (127 / 11)
Kehkeşân-ı / Kehkeşân (127 /12)
giribân / giribânın (127 /12)
Lâhûtiyân-ı güzîdedir / Lâhûtiyân giryendedir (127 / 22)
mâtemkirân / mâtem-gerân (127 / 23)
Ser meziyyet-i ruha bende-i / Sermediyet ravzasında (127 / 20)
Sâkin ol / Sâkit ol (127 / 21)
şûr-engiz / şûr-engiz-i (127 / 21)
eylemezsen / eylemezsin (127 / 22)
Ger düşende / Gerdişinde (127 / 27)
nebât / sebat (127 / 27)
nümâyân-ı / nümâyân (127 / 27)
Hem sıfâtı mürşid / Hem Sâfî-i mürşid /128 / 3)
arayışı-ı / ârâyiş (128 / 5)
Hayırdır / Sun‘idür (128 / 6)
devr olup / dûr olup (128 / 9)
Çâk-ı pür-çâk / Çâk-ber-çâk (128 / 11)
bâ-fusûl / nâ-husûl (128 / 13)
‘Ayân yüz bin şükât / müheyyâ bin şekât (128 / 14)
Sevdâ / Söz (128 / 19)
Nazım Şekilleriyle İlgili Hatalar
- 85’teki manzume beyitler hâlinde değil, dörtlükler hâlinde kaydedilmeliydi. Bu manzume bir murabbadır.
- 94’te “Medhiye-yi Hazret-i Aziz (k.s.)” başlıklı manzume beyitler hâlinde değil, dörtlükler hâlinde ayrılmalıydı.
- 109’da “Gönül seni gönül seni / Kande bulam cânân seni” mütekerrir mısraları alt alta yazılmalıydı. Bu şiirin tamamında söz konusu mısralar bir cümle gibi bitişik yazılmıştır. Yine bu mısralardaki “bulayım” kelimesi “bulam” şeklinde okunmalı ve şiirin tamamında düzeltilmelidir. Aksi hâlde vezin tutmamaktadır.
- 125’te “Terkib-i Bend”, “Terkib-Bend” şeklinde yazılmalı.
Vezin Hataları
- 108’de bulunan 5 numaralı ilâhînin vezni hatalı tespit edilmiştir. Şiirin vezni “Fâilâtün Fâilâtün Fâilâtün Fâilün” değil, “Feilâtün Feilâtün Feilâtün Feilün”dür.
- 109 ve 110’daki ilahide geçen “bulayım” kelimesi “bulam” şeklinde okunmalıdır. İlk hâlde kalırsa şiirde vezin bozulmaktadır.
Okunamayan Yerler
- 127’de, IV. bentte altıncı mısrada okunamayan yer “semâ” olmalıdır.
Aynı bentte, sekizinci mısrada okunamayan yer “bir Kerbelâ” olmalıdır.
Aynı bentte, on yedinci mısrada okunamayan yer “İndi ka’r-ı hâke” olmalı ve birçok hatanın bulunduğu bu mısra “İndi ka’r-ı hâke eşk-i dîde-i mâtem-gerân” şeklinde düzeltilmelidir.
Sonuç
Yukarıdaki hatalara bakınca bu menâkıbı yayına hazırlayanın Osmanlı Türkçesinden pek de anlamadığına rahatlıkla hükmolunabilir. Fakat bu hacimli çalışma yine bu kimse tarafından hazırlanmıştır. İlginçtir ki, çok fahiş hatalar eserin özellikle metin kısmını doldurmaktadır. Biz bu incelemede örneklerimizi metnin belki üçte birlik kısmını dolduran manzumelerden seçtik.
Az bir dikkatle bile bakılsa metinde kelimelerin rast gele yerleştirildiği, şiirlerin anlam ve vezin kontrolünden geçmediği, metnin çok özensiz bir biçimde hazırlandığı ilk bakışta anlaşılabilmektedir. Öyle ki, insanda böyle hacimli ve üstelik dopdolu(!) gözüken kitapta hiçbir eksiğin yer almadığı gibi yanlış bir kanaat da oluşmaktadır. Halbuki durum hiç de zannedildiği gibi değildir.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bunlar gerçekten çok fahiş hatalardır. Bunu unvanı doçent olan bir akademisyenin hazırladığı bile düşünülemez. (Böyle bir yayın sebebiyle doktorası bile rahatlıkla elinden alınabilecek bu şahıs görev yaptığı üniversitede profesörlüğe terfi ettirilmiştir!) Hadi vezni bir kenara koyalım, kurulan metnin anlamına bakmak bile hataların ve yanlış tercihlerin en azından yarısına engel olmaya yetebilirdi. Fakat durum böyle değildir. Bu metni kuran şahıs, ne yazık ki, manzumelerde anlamı bile göz önüne almamıştır. İnsana “El insaf!” çektirecek fahiş hatalar yüzünden metnin okunması bile pek mümkün değildir. Üstelik yanlışlarla dolu metin aktarımı üzerine bir de sadeleştirme yapılmıştır. Pek tabii ki, bunu dikkate almaya bile gerek yoktur.
Söylediğimiz gibi biz, burada menâkıbda karşımıza çıkan ve özellikle manzum metinler üzerindeki okuma yanlışlarını gösterme yoluna gittik. Yukarıda gösterilen okuma hatalarının tamamına yakını manzumelerden alınmış ve karşısına doğruları konulmuştur. Büyük kısmı mensur olan bu menâkıbın içerisindeki hataların büyüklüğünü bu yazıyı okuyanların insafına bırakıyorum.
[1] Geniş bilgi için bkz: Derviş İbrâhim Hilmi Bey, Menâkıbnâme-i Mustafâ Safî-i Âmedî, Hazırlayan Serdar UĞURLU, Kriter Yayınları, İstanbul, 2017.
[2] Derviş İbrahim Hilmî Halvetî, Bolulu Mustafa Safî Halvetî Menâkıbnâmesi, Hazırlayanlar: Mustafa Tatcı-Yasin Şen, H Yayınları, İstanbul 2022, 192 sayfa.
[3] Selçuk Kürşad Koca, “Serdar UĞURLU, “Menâkıbnâme-i Mustafâ Safî-i Âmedî / Derviş İbrâhim Hilmi Bey”, İstanbul, Kriter Yayınevi, 2017, ISBN: 978-605- 9336-61-1, 308 sayfa.”, TÜRÜK Uluslararası Dil, Edebiyat ve Halkbilimi Araştırmaları Dergisi, Yıl 7, Sayı 17, 303-304.
[4] Geniş bilgi için bzk.: Ekrem Bektaş, “Diyarbakırlı Mehmed Fâ’ik ve Manzumeleri”, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi, Nisan 2020, Cilt 12, Sayı 2 (27), sayfa 169-192.
[5] Derviş İbrahim Hilmî Halvetî, Bolulu Mustafa Safî Halvetî Menâkıbnâmesi, Hazırlayanlar: Mustafa Tatcı-Yasin Şen, H Yayınları, İstanbul 2022, s. 97-99.