Neşeli güneş hüzünlenip kederli beyaz bulutların altına yavaş yavaş gizlenirken, inleyen rüzgâr da iyice sakinlemiş, uğultulu sesi neredeyse dertli bir fısıltıya dönmüştü.
Şehrin dış mahallelerinden birinde, yaprakları sararmış, her tarafı çizilmiş, kendisi yorgun, gölgesi yorgun ağaçların, birkaç yıldır ekilmemiş, artık iyice çoraklaşmış, mutsuz bahçenin, bozulmuş, çatlamış, kararmış asfalt yolun, çöp yığınlarının kenarındaki boyaları dökülmüş duvarlarıyla, paslanmış koca tenekelerde kurumuş çiçekleriyle perişan insanlara benzeyen eski kahvede, sallanan ayaklarıyla titreyen, bir ucu kırılmış tahta masada iki kişi baş başa vermiş, konuşuyordu.
Biri daha gençti, daha uzun boylu. Pahalı elbisesi, kolunda altın kaplama saati ve havalı gözlükleriyle derhal fark ediliyor, pırıl pırıl ayakkabıları hemen dikkati çekiyordu. Burnu da beş karış havadaydı.
Diğeri kısa boylu, kel kafalı, bakımsız, orta yaşlı bir adamdı. İyice daralıp göbeğini kapatamayan ceketi, dizleri çıkmış pantolonu ve yağlı şapkasıyla karşısındakinin tam zıddıydı. Fıldır fıldır dönen gözlerine yapışmış bakışları tilki hinliğindeydi.
Sigara dumanları içindeki kahvede en çok duyulan bardaklara vuran çay kaşıklarının şıngırtısıydı. Ara ara işitilen selâmlaşma sesleri, kahkahalar da bu tekdüze sesi bastıramıyordu.
Genç olan adam şöyle bir etrafına baktı, düşündü kendi kendine,” Ben iyi ki gitmişim. Ben bunlarla nasıl yaşamışım.”
Orta yaşlısı da düşündü ona bakıp, “bu neyin peşinde, hangi çakallığın? Ardından merakla sordu:
“- Yeğenim, niye köye gelmedin ki? Beni buraya çağırdın. Avradın, üç çocuk seni bekliyor, gün sayıyorlar seni görmek için.
Genç adam hin bakışlarla karşısındakini süzdü. Bir müddet yere bakıp düşündü. Konuşacağı kelimeleri tek tek seçiyordu aklınca. Yavaşça başını kaldırdı sonra. Yine baktı orta yaşlı adamın yüzüne. Öteki dayanamadı, tekrar sordu:
“- Ne diyeceksen de be yeğenim de haydi. Çatlatma adamı.”
Genç olan hiç beklemedi artık:
“- Ben artık köye gelmeyeceğim Muhtar. Seni onun için çağırdım. Almanya’da düzenimi kurdum. Şu avrattan da boşanmam lâzım. İşte bu yüzden senden yardım isteyeceğim Ne yap, yap hallet şu işi. Ben Hâkim değilim deme. Sen bugüne kadar ne istedinse yaptın.”
Daha yaşlısı çok şaşırdı. Hemen sordu:
“- Çocuklar ne olacak, kadın ne olacak? Sen bu kızı on beş yaşında kaçırdın. Ailesi de reddetti. Oğlun orta okula gidecek bu sene. Kızın ilk okulda. Küçük oğlun da üç yaşında. İki senedir gelmedin. Bu insanlar ne yapacak?”
Genç olan elini uzattı, karşısındakinin omuzunu tutup salladı. Kurnaz, kirli bir gülümseme dudaklarına yayıldı:
“- Sen bilirsin artık. Bu işlerde kimse eline su dökemez. Biz de seni memnun etmenin yolunu buluruz.”
Daha yaşlı adam kadını düşündü. Onun hafif şehla elâ gözlerini, bol, uzun kirpiklerini, gür uzun, yay kaşlarını, güneşten yanmış, çilli yüzünü, tülbendinin altından yaramaz yaramaz çıkan lüle lüle zülüflerini, balık eti vücudunu, uzun boyunu, becerikli ellerini, hiç gülmeyen güzel ağzını, kimselerin yüz vermeyen o ciddi halini. Farkında olmadan gülümsedi. Bütün dünyası üç çocuğu olan çok çalışkan, sözünü saklamayan bir kadındı. Yıllardır yalnızdı. Irgat olarak çalıştığı iki tarlayı kocası alınca onları ekip biçiyor, kimselere muhtaç olmadan çocuklarını büyütüyordu.
Aklına gelen düşünce ile geniş geniş gülümsedi, sarı dişleri ortaya çıktı. Adamın gözlerinin içine baktı, tane tane konuştu:
“- Yeğenim, ortada geçimsizlik yok. Ne edeceğiz şimdi? Bunun tek yolu iffetsizlik, sadakatsizlik. Buna tahammül edecek misin? Bir de… Çocukları yanına almayacak mısın? Hem… Hem tarlalar ne olacak, kim ekecek onları? Eğer bu yolu kabul edersen bu köyde kalamaz artık senin avrat.”
“- Çocukları yanıma alamam, dedi genç olanı. Yeniden evleneceğim bir Alman avratla. Resti çekti. Kendi çocuğunu doğurmak istediğini söyledi. Kabul ettim. Buradakileri bugüne kadar besledim. Yeter artık. Yaşantının en güzeli, rahatı oralarda. Sürünmeyeceğim artık. Kimse aç kalmaz. Hayat akıp gidiyor. Çocuklar zaten benden ayrı büyüdü. Ben onlara, onlar da bana yabancı. Tarlalara gelince. Onlar benim malım. Avrada da devredecek değilim. Kör baklanın kör alıcısı olur. Biri bulur onu, evlenir nasıl olsa.”
Daha yaşlı adam yine düşündü. Tarlalar çok verimliydi. Kadın da çok çalışkandı. Sonra kendi hanımını düşündü. Yedi çocuk büyütmüştü. Torunlar da arkasından gelmişti ve uzun yılların verdiği yorgunluk onu somurtuk, mutsuz, huysuz bir ihtiyar yapmıştı. Oysa kadın dipdiri idi. Gülümsedi.
“- Papaz olmayalım sonra, diye konuştu. Zina ile dava açman için ne lâzımsa yapacağız. İhtiyar heyetini de inandırmak lâzım. Anlarsın ya.”
Genç olanı gülümsedi. Onun yüzüne manalı manalı yüzüne baktı, ardından da saatine. Yalancıktan telâşlandı:
“- Sen bilirsin işini, yahu Muhtar emmi, dedi, çok acele birkaç işim var. Senden haber bekliyorum. E, ne gerekirse yaparsın artık. Senden gelecek haberlere göre ben de bir yol çizeceğim. Bunu tez zamanda halledersek çok iyi olacak. Angela’dan çok memnunum. Elimden kaçırmak istemem. Göreyim seni.”
O gece sabahı zor etti daha yaşlı adam. Genç kadınla ne konuşacağına karar vermek için saatlerce düşündü, uykusu kaçtı. Söyleyeceklerine itiraz ederse onu koruyacak kimsenin olmaması kendisini rahatlatıyordu. Ya dediğine razı olacaktı ya da rezil. Onu kendinden başka koruyan da olmayacaktı.
Sonunda geniş geniş gülümseyerek uyudu.
Ertesi sabah erkenden kalktı, güzelce tıraş oldu, avuç avuç tütün kolonyasını sürdü ablak yüzüne, sarkan gıdısına. Yüzyıldır giydiği, kokmuş ceketini bıraktı, üstüne üstlük, giymeye kıyamadığı yeni esvapları sırtına geçirdi.
Hanımı şaşırdı bu haline. Son zamanlarda tembelleşen kocasının bu yabansı bakımlı halini hiçbir şeye benzetemedi. Kahvaltıda höpürdeterek çay içmesine, sofrada ne bulduysa alelâcele ağzına tıkıştırmasına şaşkınlıkla bakıp hırsla söylendi:
“- Herif! Yine neyin peşindesin sen? Yine birilerinin canını mı sıkacaksın? Allah şu garibanları senden korusun.”
Ama o duymazlıktan gelip fırladı hemen. Traktörle gitmek işine gelmedi. Kardeşinin ahırına daldı, atı gemledi. Hemen yola koyuldu.
Köyün tozlu toprak yolundan geçti. Kaz sürüsü kanat çırparak kaçarken birkaç enik bir müddet peşinden koştu.
Masmavi gökte küçücük bir bulut bile yoktu. Hava henüz sıcaklamamıştı. Hafiften esen yel heyecandan kızaran yanaklarına ferahlık verirken yüreği yirmilik delikanlıların sevdasıyla hızlı hızlı atıyordu.
Yolun kenarındaki çitle, kerpiç duvarlarla çevrilmiş bahçelerden sarı, kırmızı eriklerin, olgunlaşmaya başlayan yaz elmalarının, vişnelerin dalları sarkıyor, öbek öbek ebegümeçleri, yabani yoncalar, sarı, mavi gözlü mineler evlerin aralarını süslüyor, devedikenlerinin etrafında arılar ve renkli böcekler uçuşuyor, beş on karga üç kedinin şişine şişine üstünden uçup onlarla alay ediyordu.
Birkaç kadın kapıların eşiğine oturmuş, hararetle çene çalıyor, iki ihtiyar da elindeki eskimiş değneklerle alacalı koyunları köyün dışına çıkarıyordu.
Üç dört traktör tarlalarının yolunu tutmuştu. Kadınları, çocukları kasalarına doldurmuşlar, tozu dumana katarak hoplaya, zıplaya gidiyorlardı.
Uzakta leylekler sulak arazide kurbağa, böcü, börtü yeme derdindeydi.
Köyün kıyısındaki eski taş köprüden geçerken atı tepikledi. Hayvan tırısa geçti. Dağlara yöneldi.
İki küçük tepeyi aynı hızla geçince uzaktan elinde bel, çalışan genç kadını gördü. Kalbini tuhaf bir heyecan sardı. Atın karnını topukladı.
Kadın uzaklardan gelen atlıyı görünce doğruldu, ellerini alnına siper edip baktı. Geleni görünce sıkıntıyla söylendi:
“- Niye geliyor bu adam? Yoksa bizimkinden haber mi var? Bunun getireceği haberden bir iyilik çıkmaz ya.’”
Az sonra atının yularını badem ağacının alt dalına bağladı orta yaşlı adam. Hemen etrafa bir göz attı. Diğer tarla sahipleri görünürde yoktu. Kadının oğlu tarlanın öbür ucunda ot yoluyordu. Hin hin gülümsedi. Konuşmaları duyamayacak uzaktaydı.
Hemen gidip burnunun dibinde durunca genç kadın neredeyse on adım geriye gitti. Elindeki beli daha bir sıkı tuttu. Kaşlarını çattı. Sesini hiç çıkarmadan durdu öylece.
“- Kız, selâm sabah yok mu, dedi yaşı geçkin adam sarı dişlerini gösteren geniş bir sırıtmayla. Bak, köyün Muhtarı ayağına gelmiş de karşında duruyor.”
“- He! Gördüm. Görmem mi, diye terslendi genç kadın. Ne diyeceksin? De hadi!”
Çok sinirlendi adam, kendini aşağılanmış hissetti birdenbire. “Kim oluyor kimsesiz budala,” diye düşündü. “Kim ki bana dikleniyor bu baldırı çıplak avrat, aç üç çocuğuyla. Dur şimdi, ben buna acı haberini hemen deyivereyim de bir kendine gelsin!”
Beş on saniye süren sessizlikten sonra büyük keyifle, kelimelerin üstüne basa basa konuştu:
“- Kız, senin herif gelmiş. Şehirde sümüklünün kahvesinde görüştük…”
Zevkle sustu, bekledi. Bekledi ki kadıncağız iyice meraklansın, deliler gibi soru sorsun, o da iyice yalvartsın.
Genç kadın oralı olmamaya çalıştı. Ama ayağının altından toprak kaydı, yüreğine kirli bir hançer saplandı sanki. Büyük bir hüzün ve kırgınlık kalbini sıkıştırmaya başladı. Kocası şehre gelmişti de niye karısına, çocuklarına koşmamıştı? Büyük bir gayretle sıkıntısını belli etmemeye çalıştı.
Üç yıl evvel yazın gelen, on gün sonra giden ve dokuz ay sonra kucağına üçüncü çocuğunu bırakan hayırsız kocasından haber beklememeyi öğrenmeye başlamıştı artık.
Hırsla dişlerini sıkıp bele sarıldı, toprağa bütün gücüyle sapladı.
Adam şaşırdı. Ama konuşmadı. Bekledi. Sessizlik dakikaları bulunca da dayanamadı, tekrar konuştu. Sesi zevkle büküldü:
“- Kız, herifinle konuştuk baş başa. Seni boşayacakmış. Alman avrat bulmuş. Ona çocuk…”
Ama lafı ağzında kalıverdi. Genç kadın çok sert bir ses tonu ile susturdu onu:
“- Sen de yardım edeceğini mi söyledin? Öyle mi dedin?”
“Şimdi tam fırsatı,” diye düşündü adam için için sevinip. “Şimdi elime düştü.” Ellerini birbirine sürdü zevkle:
“- Yok kız, dedi. Ben senin tarafındanım. Korurum seni. Muhtarız bugüne bugün. Ama sen de…”
Kadın tam karşısına geldi, gözlerini gözlerine dikti. Derin bir nefes alıp büyük bir sakinlikle sözünü kesti onun. Ama dudakları seyirmeye başlamıştı:
“- Eeee, sonra?”
Adam kadının sesindeki tehlikeyi önemsemedi. Tek başına bir kadın ona ne yapabilirdi ki. Alttan altta baktı onun uzun kirpikli, iri elâ gözlerine:
“- Anlarsın ya kız, dedi. Sen de benim için bir şeyler yaparsın. Deli taylar gibisin iki gözüm önüme aksın ki.”
Genç kadın elindeki beli hızla havaya kaldırdı ve avaz avaz bağırdı:
“- Aha şimdi ben senin iki gözünü önüne akıtmazsam! Allah belânı versin fırsatçı deyyus! Defol! Utanmaz, arlanmaz, edepsiz, rezil!”
Adam önce çok şaşırarak kadına baktı. Sonra birden hırslandı. Onun cesaretine, kendine olan güvenine çok kızdı. Hemen üstüne yürüdü. Sesi yettiği kadar bağırıyordu:
“- Hele bak şu yüzsüze! Edepsiz avrat! Ulan, köpek gibi yalvaracaksın bana. Ayaklarıma kapanacaksın. Korkmasan beni döveceksin ha? Seni dul avrat seni!”
Genç kadının bu sözler karşısında aklı başından gitti neredeyse. Beli bütün gücüyle salladı yaşı geçkin adama.
Son anda geri çekilen adamın çenesine değen bel onu az daha yere düşürecekti. Can acısıyla feryat edip elini çenesine götürdü, avucu kanlandı.
İkinci darbe kolunun yanından geçti. Uzanıp beli yakalamaya çalıştı. Ama başının üstünden geçen beli son anda gördü. Hemen eğilerek üçüncü saldırıyı zor belâ atlattı.
“- Gebertirim seni! Leşini bu tarlaya gömerim rezil,” diye çığlıklar atıyordu kadın.
Adam geri döndü, hızla badem ağacının alt dalına bağlı atın yularını deli gibi titreyen elleriyle zorla çözdü, hızla atladı hayvana. Kadın da peşinden koştu. Son bel darbesi sırtına geldi yaşı geçkinin, hem de atın üstündeyken. Nefesi kesildi.
Tarlanın öbür ucundan yetişen ve artık ergenlik çağına adım atmak üzere olan oğlu anasına sarıldı. Şaşkınlıkla sordu:
“- Ana ne oldu ki?”
Kadın tırısa kalkan ata ve şaşkın sürücüsüne bağırmayı sürdürdü:
“- Seni ırz düşmanı. Hele bir daha karşıma çık, seni gebertmezsem bu can bana haram olsun!”
Akşam adam inim inim inleyerek yattığı yer yatağında büyük kızına başına gelenleri anlatıyordu:
“- Kadın delirmiş gibi saldırdı bana. Herifi onu boşayacakmış. Bunu söylemeye kalktım, suçlu ben oldum.”
Ama yorgun hanımı onun yüzüne hınçla baktı, başını iki yana salladı, konuşmasını kesti hemen:
“- Sus, sus! Sana mı düştüydü o delinin ayağına gidip vefasız herifinin haberini söylemek? Kim bilir ne dedin ki o deli iyice delirdi. Uzatma, şoşartma. Başka yerde de anlatma. Bortlamış manda gibi mızıldanma. Haydi, yat, zıbar. Bilirim ben senin kafanda kaç alaca tilkinin gezindiğini. Aç gözlü, doyurmadın o sefil nefsini.”
Ama uyuyamadı adam. O elâ gözlü için kurduğu zevk dolu hayallerin toz bulutuna dönmesi yetmemiş gibi, o deli eli maşalının beli ile kafasının paramparça olmasına ramak kalmıştı.
Oysa dünya güzeli olarak gördüğü, elâ gözlerine kurban olmaya heveslendiği şu şirret baldırı çıplak için neler neler düşünmüştü…
Hayatında hiç dayak yememiş, hep paçayı kurnazlıkla kurtarmıştı. Ama bugün yanına ne ümitlerle koştuğu kadın tarafından açıkça dövülmüştü. Üstelik kadın onun şuuraltındakileri ortalıklara saçıp kendine karşı yine kendini iyice rezil etmişti. Gururu paramparçaydı, öz güveni buhar olup uçmuştu. İçin için kendisini beceriksizlikle suçluyor, işin içinden çıkamıyordu.
Sonunda bütün suçu genç kadına yükledi ve yüksek sesle söylendi:
“- Görürsün sen! Sana yapacağımı kimselere yapmadım. Kara parmaklı cadı kara karının karalarını çalmaz mıyım o çilli yüzüne! Bakayım o gün de efelenecek misin zilli?”
Uyuduğu zannettiği hanımı yerinden doğruldu hırsla, dürttü onu:
“- Sus herif, utan, diye söylendi. Sen önce yüzünü bir değil, yüz defa yıka. Cehenem-i zümera da seni istemeyecek. Sus artık. Şu üç kuruşluk aklın bir gün de iyiliğe çalışsın!”
Genç kadın da sabaha kadar uyumadı. Sağ tarafında ilk göz ağrısı oğlu, sol tarafında kızı, ayak dibindeki koca minderde de tekne kazıntısı ufaklığı yatıyordu.
Oğlu ara ara dönüp duruyordu ama diğer ikisi mışıl mışıl uyuyordu.
Göz yaşları kulaklarına dolunca ağladığını fark etti. Eski günler aklına geldikçe ağır bir pişmanlık yakasına yapışıyor, adeta beynini oyuyordu.
On beş yaşındaydı kocasına kaçtığında. Onsuz yaşayamayacağını düşünüp gecenin bir yarısı pencereden atlarken kendisinden on yaş büyük kocasının ailesinin onu hiç sevmeyeceğini, itilip kakılacağını, insan yerine konmayacağını nasıl bilebilirdi ki?
En ufacık hatasında kocaya kaçan bir arsız olduğunu yüzüne vuruveriyorlardı. O sevgili kocası da onu hiç koruyamamış, kuzuyu kurtların önüne atıvermişti.
Şimdi otuzunu aşıyordu. On beş senelik evliliğinde gün yüzü görmüş müydü, bir gün “oh” demiş miydi? Hüzünle düşünüp mırıldandı kendi kendine:
“- Yok be… Bir gün gülemedim ben. Son altı sene de adam başımda yoktu. Daha evvel de yoktu zaten. Kaynatam öldü, bir kıytırık tarla vardı, onu da büyük oğluna bıraktı. Az mı çektim… Kaynanam yatalak olunca iki görümceye yükü ağır geldi. Ne yaptılar? Nereden buldular o iki çulsuzu, bilemedim. Ama durmadan başıma kaktıkları işi yapıp o iki çulsuza kaçtılar. Yaşlı analarına da ben bakıverdim. Utanmaz adam da şimdi beni boşamak istiyor. Kaldım mı tek başıma? Yağma yok, öyle çekip gidecek, ben de he diyeceğim. Sonuna kadar direneceğim. Üç evladımı çaresiz bırakmayacağım. Cehennemin dibine kadar yolu var, nerede yaşarsa yaşasın, kimi avrat diye yanına alırsa alsın, bana ne. Ama nikâhımı vermeyeceğim.”
Sağa döndü olmadı, sola döndü olmadı. Çocukları uyandırmamak için sabaha kadar iç çekmeden, çekemeden ağladı.
Adam altı yıldır Almanya’da çalışıyordu. Dört sene sonra köyün uzağında olan iki verimli tarla almış, iki göz odadan ibaret olan, küçücük bahçeli kerpiç eve elektrik, su çektirip buz dolabı ile çamaşır makinası getirmişti. Ara ara da bir-iki bin lira yollamıştı. Ama son iki yıldır ne para gönderiyor ne telefon ediyordu.
Bu ilgisizliğini kendince hep bir sebebe bağlamıştı. Hep kendine hikâyeler anlatıp kendi zannına kendi inanmıştı ama gerçek şimdi ortaya çıkmıştı…
Şu altı sene içinde başını kaldırıp, değil adama, kadına bile bakmamıştı. Hiç kimselerin kapısını çalmamıştı. Hiç kimseyi evine almamıştı. Hep kocasını beklemişti. Ama o bir Alman kadını çocuklarına ve kendine tercih etmişti. Bu terk ediş bu kadar kolay olmamalıydı.
Köyün Muhtarı olacak o yaşı geçkin adam aklına geldikçe ve o gün söylediklerini düşündükçe asabı daha da bozuldu, insanların nasıl acımasız olduklarına karar verdi. Adam hemen onu kapılacak kolay bir lokma diye kabul edivermişti.
“Yağma yok,” diye düşündü, “yağma yok, hepinizin hakkından geleceğim.”
Sabah genç kadın üç çocuğu ile köyün en dışındaki birkaç evden biri olan iki gözlü kerpiç evinden çıktı. Yanına bir çıkının içine koyduğu bayat ekmekleri almıştı. Dört gariban, buğday ekili, badem ağaçlarıyla çevrili büyük tarlaya yürüyerek giderken yaşı geçkin adam da köy odasının yolunu tuttu.
Küçük tek odanın üç tarafı küçük pencerelerle çevriliydi. Camlarda köy kadınların ördüğü dantellerle süslü beyaz perdeler vardı, makatlarda halı yastıklar, kilimler, üstlerinde yine kadınların kanaviçe yaptıkları güzel minderler, yerde de kızların dokuduğu, hayat ağacı desenli kocaman bir halı.
Ama adamın gözleri bu güzellikleri görmedi. Hınç içindeydi. Haber gönderdiği ihtiyar heyeti azaları da gelmişti. Onu çenesi yaralı, iki büklüm görünce şaşırdılar. Birinci aza sorunca o da ballandıra ballandıra anlatırken araya başka şeyler de sokuşturdu:
“- Dünden razı boşanmaya haspam. Tarlaların derdinde. Bıkmış herifinden. Unutmuş onu. Desem ya haydi, gelecek ha.”
Dördüncü aza dindar, gönlü güzel bir adamdı. Hemen itiraz etti:
“- Yahu ne diyorsun sen? Kadıncağız bana bile selâm vermiyor. Düşün, Allahtan kork! Seksen yedi yaşındayım. Adını deliye çıkarmaya çalışıyor. Günaha girme. Tövbe, tövbe!”
“- Sen de bir garipsin ha, diye cevap verdi yaşı geçkin adam. Yaşlandıkça iyice saflaştın. Şimdik ben yalan mı söylüyorum, koca Muhtar?”
Şaşkınlıkla bu çıkışı dinleyen ihtiyar adam çok sinirlendi:
“- Bana maval anlatma! Seni çok iyi tanırım ben. Babanı satarsın sen! Geç bunları. Ne diyeceksen de. De de işimize gidelim.”
Ama alttan almadı karşısındaki:
“- Ne diyorsun sen? Bu zilliyi bırakalım da köyümüzde iş mi görsün?”
İhtiyar hırsla ayağa kalktı:
“- Sen ne rezil adamsın yahu! Kocası olacak o deyyus sana ne teklif etti söylesene! Karışma böyle işlere! Bizi de karıştırma. El âlemin garibine de iftira atma.”
Ağız dalaşı büyüdü, iki adam birbirine saldırmaya kalkınca ötekiler araya girip ayırdılar. İhtiyar avaz avaz bağırıp vurdu kapıyı, çekti gitti.
Yaşı geçkin hin hin gülümsedi kalan üç azaya bakıp:
“- Adam Almanya’da bulmuş bir zengin avrat, köşeyi dönmüş. Bunu ne edecek? Bizden yardım istiyor. Biz de yapalım bir iyilik, dedik. O da dedi ki, dile benden ne dilersiniz.”
Üç üyenin kafası karıştı hemen. Ama en genç üye zorlanarak sordu:
“- Yahu Muhtar, öyle diyorsun da bu kadın delinin teki. Nasıl bir yol bulacaksın ki?”
Üç saat konuştular, tartıştılar. Sonunda yaşı geçkin adam geniş geniş gülerek çıktı köy odasından, evin yolunu tuttu.
Tam o sırada genç kadın da tarlada dikene basıp göz yaşı döken tekne kazıntısının kızaran yanaklarından öptü:
“- Meraklanma sarı bülbülüm, dedi. Geçecek nazar boncuğum. Neler geçmedi ki. Bu da geçecek…”
Aradan bir hafta geçti.
O gece, yavrularının arasında yatan genç kadını yorgunluktan ölecek halde olmasına rağmen uyku tutmadı. Yine kötü kötü düşüncelere daldı.
Oğlu da ikircikli bir uykuda sızlanıp duruyordu.
Birkaç saat öyle geçti. Kadıncağızın beyni artık dayanamadı, içi geçiverdi. Ama oğlunun dürtüklemesiyle yerinden sıçradı.
“- Ana, diye fısıldadı oğlu. Kapı açıldı sanki. Duydun mu?”
İkisi de nefeslerini tutup kulak kesildi. Gerçekten de iki odanın arasındaki ana kapının açıldığı küçücük aralıkta acemi ayak sesleri duydular.
İkisi de sessizce ama hızla kalktı. Çocuk yer yatağını hemen kenara çekerken ana iki yavrusunu yan yana yatırdı aceleyle. Sonra tedbir olarak hep kapının arkasına koyduğu küreği kaptı. Beklemeye başladılar.
Biraz sonra yavaşça açıldı, içeri ürkek bir gölge girdi. Girdi ama karanlığa alışan gözlerinin önünde şimşekler çakıp yere devriliverdi. Zira kadın olanca gücüyle küreği kafasına indirmişti.
Hemen ışığı açtı çocuk. Ana oğul yerdekini görünce büyük bir şaşkınlık yaşadılar. Bir yıl önce köyün çobanı olarak çalışmaya başlayan gençti boylu boyunca yatan. Kafasının arkası da kanlıydı.
Bir tekme de yüzüne yapıştırdı kadın, bağırdı:
“- Seni gidi hırsız çulsuz, ne işin var burada, kalk çabuk, ikinci kürek geliyor ha!”
Gencin yediği tekmeyle burnu da kanamaya başladı. İnleyerek kalkmaya çalıştı. Elini burnuna götürdü. Kanı görünce hemen gözleri dehşetle açıldı. Çocuk uzaktan ayağıyla dürttü onu. Efelendi:
“- Ana öldürelim şu hırsızı. Ne çalacaktın lan? Un mu, domates mi?”
O sırada dış kapı şiddetle çalınmaya başlandı. Genç kadın işaret verince çocuk gidip açtı. Yaşı geçkin adam, üç aza, bir uzman çavuşla üç jandarma içeriye doluştu.
Yerden kalkmaya gayret eden çulsuzu gördüler. Ağzı burnu kan içindeydi.
Yaşı geçkin adam avaz avaz bağırmaya başladı:
“- Demedim mi size eve erkek alıyor diye. Tuh Allah belânı versin edepsiz! Kala kala köyün çobanına mı kaldın? Bu kadar mı aklın başından gitti?”
Genç kadın önce söylenenleri anlamadı. Çocuğu da gözleri sonuna kadar açılmış, çenesi şarkmış bir halde yaşı geçkin adama baktı.
Bu gürültüye yatakta birbirilerine sarılmış bir şekilde uyuyan iki çocuk da uyandı. Bağırıp ağlamaya başladılar.
Üç üye ona başlarını sallayarak baktı. Biri de gelip yüzüne tükürmeye kalktı.
Çocuklarının çığlık çığlığa ağlaması, geçkin adamın kin dolu bakışları, ahlâksızlıkla suçlayan sözleri, üç jandarmanın şaşkın hali, oğlunun dehşetle kendisine bakması genç kadında ilk önce şiddetli bir ağlama isteği yarattı. Ama toparladı kendini. Aklına gelen ilk düşünce ile o ağlama isteği intikam hissine dönüştü. “Tuzağa düşürdüğünü sanıyor beni deyyus,” diye düşündü. “Şimdi görürsün sen.”
Elinde sımsıkı tuttuğu küreği kaldırdığı gibi yaşı geçkinin kafasına indiriverdi çığlıklar atarak:
“- Seni çakal seni! Sana yem olmadım diye mi bu çulsuzu yolladın?”
Yaşı geçkin adam duvara çarpıp yere düştü. Şakağı kanamaya başladı, şişti.
Jandarmalar fırlayıp tutmaya çalıştılar. Ama ikinci darbeye engel olamadılar. Omuzuna çarpan kürek adamın canını fena halde yaktı.
Genç kadını üç jandarma zor zapt etti. Elindeki küreği bin bir güçlükle aldılar. Deli kuvveti ile çırpınıp kurtulmaya çalışıyor, durmadan beddualar ediyordu.
Uzman çavuş bağırarak herkesi susturdu.
Jandarmalar yaşı geçkin adamla çulsuzu yerden kaldırdılar. Beş on saniye herkes şaşkın bir vaziyette ses çıkarmadan bekledi.
Sonra iki jandarmanın kollarından sımsıkı tutmasıyla ancak zapt edilen kadının hırstan çakmak çakmak olan gözlerine baktı uzman çavuş:
“- Ne oldu burada, dedi sert bir sesle, Muhtarın söyledikleri doğru mu?”
Genç kadın hiçbir şeyi saklamadı. Yaşı geçkinle olanı anlatmaya başladı. Adam sözünü kesmeye kalkınca azarladı onu uzman çavuş. Ardından çulsuza ne olduğunu sordu.
Çulsuz yaşı geçkin adamın bir gün evvel ezberlettiklerini kekeleyerek sıraladı:
“- Bir hata ettim komutanım. Ayaklarım kırılsaydı da gelmeseydim. Kendisi çağırdı. Beni istediğini söyledi. Borcum var, parasızım, dedi. Verdiğim parayı az buldu. Beni bu hale getirdi.”
Genç kadın okkalı bir tokat yemiş gibi sersemledi, duyduğuna inanmayan gözlerle ona baktı:
“- Ne??? Ne dedin sen, diye bağırdı. Gecenin bu vakti seni niye çağırayım? Seni niye isteyeyim ha, rezil? Senden niye para isteyeyim ki? Allahsız, kitapsız! Bırakın beni!”
İki jandarmayı savurdu, kurtuldu ellerinden. Önce çulsuzun yüzüne tükürdü, ardından olanca gücüyle patlattı tokadı. Hiç beklemediği bu tokadın acısından ziyade o tükürük ve o sözler nedense çok ağırına gitti çulsuzun.
Jandarmalar tekrar yakaladılar kadını. Zorla durdurdular.
Komutanın gözlerinden çok belli bir hayal kırıklığı geçti. Acaba çulsuz doğru mu söylüyordu? Ama hemen toparladı kendini. “Doğru olsa bu kadın bu kadar niye çırpınsın ki. Başta şu Muhtar bozuntusundan faydalanırdı,” diye düşündü, “şimdi bir deneyelim bakalım.”
Merhamet dolu bir sesle konuştu:
“- Geçmiş olsun kardeşim. Keşke gelmeseydin. Parayı verdin mi? Bu kadınla bir halt ettin mi?”
Çulsuz böyle bir soruyu beklemiyordu. Çok utandı, kıpkırmızı kesildi. Şaşırdı, kekeledi:
“- Yok… Yok Komutanım… O dediğin şey olmadı… Ö.. Önce paramı az bulunca delilenip saldırdı.”
Gülümsedi uzman çavuş. Jandarmaya üstünü aramalarını söyledi. Çulsuzun üzerinden hiç para çıkmadı.
Hepsi karakola götürüldü. Giderken çocuklarını da yanına aldı kadın. Kimselere emanet edemeyeceğini söyledi.
Onlar karakola doğru yürürken uzaktan uzağa bir gölgenin kendilerini takip ettiğini fark etmediler.
Karakolda hemen tutanaklar tutuldu. Geçkin adam, ihtiyar heyetinin üç azası ve çulsuz şikayetçi oldu. Kadın da iftira attıklarını söyledi, o da hepsinden şikayetçi oldu.
Öğleden sonra genç kadın yaralama ve fuhuş suçlaması ile suçüstü hükümlerine göre adliyeye sevk edildi. Komutan ellerinin bağlanmasını istemedi. Hadise çıkardığı taktirde kelepçe takmalarını emretti.
Adliye binasına jandarmaların ortasında üç çocuğuyla birlikte gelmek genç kadını perişan etti. Gören bir kere daha dönüp bakıyor, kimi meraklı kimi de damgalayan bakışları görmemek için başını yere eğiyor, birini kucağına aldığı, diğerini de sımsıkı elinden tuttuğu iki yavrusu, peşinden bir adım ayrılmayan oğluyla yürümeye, sendelememeye çalışıyordu.
Adliyeye neredeyse bir köy halkı akın etmiş, seyirlik bir şey varmış gibi duruşma salonunun önüne toplanmışlardı.
Öğleden sonra duruşma salonuna alınıncaya kadar kadın kimseyle göz göze gelmemeye çalıştı. Biliyordu ki gözü birinin gözüne değecek olsa delirecek, bir mana kapıp o bakana saldıracaktı. “Allah büyüktür,” diye geçirdi içinden, kendi kendini yüreklendirip. “O beni hep korudu, şimdi de koruyacak. Rabbim benim de çocuklarımın da yüzüne bakacaktır.”
Hayatında ilk defa Hâkimi ve Savcıyı gördü duruşma salonunda.
Hâkimin de gördüğü manzara karşısında yüzü asıldı. Çocukların dışarı çıkarılmasını istedi. Genç kadın ilk defa metanetini kaybetti. Yalvararak itiraz etti:
“- Hâkim Efendi, çıkarma çocuklarımı. Onlar benden hiç ayrılmadılar. Gece gündüz benimleler.”
Hâkim kadına baktı, gözlerine. Anne gözlerini gördü, sevgiyle, endişeyle dopdoluydular. Yaşları pınar olmaya hazır, bekliyor, ışıl ışıl parlıyorlardı.
“- Hanım, dedi. Bu çocuklar sana soracağım soruları ve burada konuşulacakları duymasalar iyi olur. Kâtibe Hanım onları kalemde bekletsin. Telâş etme sen. Gerektiğinde onlara da sorular soracağım. Beni anlıyor musun?”
Genç kadın sadece şaşkın ve üzüntülü gözlerle ona bakmaya devam etti.
Çocuklar gidince duruşma başladı. Genç kadına neden suçlandığını söyledi Hâkim ve sordu:
“- Köyde fuhuş yapıyormuşsun. Parada anlaşamayınca adamı dövmüşsün. Muhtarı da iki defa dövmüşsün. İhtiyar heyetine hakaret etmişsin. Üzerine atılı suçlara karşı ne diyeceksin?”
Genç kadın şaşırarak baktı Hâkime beş on saniye. Bir şeyi tam anlayamamıştı. Sordu:
“- Efendi Hâkim, o dediğin ne ola ki? Fahuş mu, fehiş mi, o da ne ki? Hee, ben bu adamları eşşek sudan gelene kadar, evire çevire dövmek istedim. Şu kart papaza belle vurdum, iftira atan şu çulsuza da kürekle. Ama o sözünü anlamadım Hâkim Efendi, sözü nereye getiriyorsun sen? Hiç anlamadım o dediğinden.”
Bu defa Hâkim şaşırdı. Kadına dikkatle baktı. Onun büyük bir cesaretle, ama bir o kadar da korkarak sorduğu soru hakkında gerçekten bir şey bilmediğini öğrenmek, masum rolünü oynayıp oynamadığını anlamak için tepeden tırnağa süzdü onu, vücut dilini okumaya çalıştı.
Karşısında gördüğü yaprak gibi titremeye başlayan, yüzü seyiren, gözyaşlarının akmak için hazır beklediği garip bir kadıncıktı.
Ama hemen açıklama yaptı:
“- Hanım, senin köyde erkeklere kendini parayla fişmekan ettirmek istediğin iddia ediliyor. Bu, yüz kızartıcı bir suçtur. Anladın mı ne demek istediğimi? Yoksa daha açık konuşayım mı?”
Gözlerini sonuna kadar açarak baktı genç kadın Hâkimin yüzüne. Birden etraf kararmaya başladı. O alacakaranlıkta pis birilerinin kirli elleriyle çok ayıp, iğrenç şeylerle dolu, eski, yırtık pırtık bir elbiseyi kendisine zorla giydirmeye çalıştığını görür gibi oldu. Tiksintiyle yutkundu. Nefesi kesildi. Derin bir nefes almak istedi. Ama ayağının altındaki yeri birileri çekti birden sanki. Etraf simsiyah kesildi.
Elini başına götürüp sendeledi. Arkasında duran jandarma yakaladı onu, düşmesine engel oldu.
Tam o anda, o karanlıkta ölmüş anası karşısına dikildi sanki. Yüzüne patlattı okkalı şamarı ve bağırdı:
“- Dik dur! Bayılmanın sırası değil. Namusunu savun benim aptal kızım.”
Ama anası ona küs ölmüştü. “Anam,” diye düşündü farkında olmadan. “Canım sana feda anam, senin yüzünü bir kere kara çıkardım anam. Ama bu defa olmaz, olamaz…”
Başını şiddetle salladı. Toparlandı. Salon aydınlanıverdi. İtti jandarmayı, söylendi:
“- Dokunma bana elin yabanı.”
Demin alamadığı nefesi sonuna kadar alıp başını kaldırdı. Bütün korkuları bitivermişti. Gözlerini Hâkime dikti, kelimelerinin üzerine basarak konuştu:
“- Sen güngörmüş bir adamsın Efendi Hâkim, belli. Bak bana! O dediğin kadınları ben hiç görmedim. Ama sen Hâkimsin, görmüşsündür elbet. Bak bana! Söyle hele, ben onlara benziyor muyum? Ben üç çocuğunu büyütmeye çalışan bir anayım. Ne şu çulsuz sümüklüyü tanırım ne de şu ahlâksızlarla bir alışverişim var. Başımda bir adamım vardı. O beni boşamaya kalkınca daha ilk günden bu hayasızlar karınlarındaki kurtları dökmeye başladılar. Ama beni hiç mi hiç bilememişler! Ben onlara ne lâzımsa yaptım. Eğer bir daha bu rezilleri evimin önünde, tarlamın uzağında görürsem, elimden kurtulamazlar. Bulduğum yerde toprağa gömerim. Anladın mı Efendi Hâkim?”
Hâkim gülümsediği belli olmasın diye ağzını eline götürdü. Savcı şaşkınlıkla durdu bir an. Sonra hırsla Hâkime döndü. Bir şey söyleyecek oldu. Ama Hâkim el işareti ile durdurdu onu. Kadına döndü:
“- Evet, ben seni anladım. Şimdi, sen de iyi dinle beni, dedi. Burası mahkeme. Söz verdiğim kimse söyleyeceğini söyleyecek, başkası da onun sözünü kesmeyecek. Son kararı da ben vereceğim. Şunu bilesin ki gerçek bulunacak ve adaletle olacak bu karar. Sen de beni anladın mı?”
Kadıncağız yaşı geçkin adamın, üç azanın ve çulsuzun sözlerini dinlerken dişlerini ve yumruklarını sıkmaktan hem çenesi ağırdı hem de elleri. Ama esas ağrıyan yeri bu iftirayı kaldıramadığı ana yüreği idi. Ağlamamak için çok uğraştı. Farkında değildi ama ağlıyordu. İncecik sudan sicim gibiydi göz yaşları. Sanki kötü bir rüyadaydı da hiçbir şey yapamadan kendisini seyrediyordu.
Gözlerini kırpmadan Hâkime bakıyordu. Anlamadığı bazı sözleri kendince çözmeye çalışıyor, beyni uyuşuyordu.
Sonunda Hâkim kararı verdi:
“- Gereği düşünüldü. Eldeki delillere göre sanığın üzerine atılı suçlardan tutuklanmasına şimdilik gerek olmadığına; Sanığa avukat tutması ve delillerini sunması için bir dahaki celseye kadar süre tanınmasına, İhtiyar heyetindeki diğer üyenin şahit olarak dinlenmesi için davetiye çıkarılmasına, duruşmanın…”
Yaşı geçkin adam bu kararı şaşkınlıkla dinledi. Ardından itiraz edecek oldu. Ama mübaşir hemen susturdu onu. Gün pusulasını eline tutuşturup dışarı çıkardı.
Kadıncağız hiçbir şey anlamadı. Bekledi. Hâkim de onun anlamadığını anladı:
“- Hanım, dedi. Serbestsin. 15 gün sonra duruşman var. Şahitlerinle gel. Avukat tutacak paran yoksa barodan avukat talep edebilirsin. Nasıl edeceğini kaleme git sor. Çocukların da orada.”
Akşam dört garip, evde domates biber salatası, kuru ekmekle karınlarını doyurdular. İki küçük çok yorulmuştu, hemen uyudular. Ama oğlu konuşmak, dertleşmek istiyordu. Anasının yanına geldi, bir kedi yavrusu gibi sokuldu ona.
“- Ana, dedi, takip edeyim şu Muhtar denen pis adamı, bir bıçak sokayım karnına. Gebersin gitsin.”
Kadın dehşet içinde baktı ona. Hemen azarladı:
“- Oğlum, anasının yiğidi. Sakın! Sen okuyacaksın, büyük adam olacaksın. Hem evimizin babası sensin artık. Bizi yalnız mı bırakacaksın?”
Çocuk büyük bir endişe ile baktı ona:
“- Ana, ya ben yokken gelirse?”
“- Bu defa bacaklarını kırarım onun. Sen telâş etme.”
Tam o sırada yaşı geçkin adamı yorgun karısı yine azarlıyordu.
Ertesi sabah genç kadın ve üç yavrusu yola düştüler.
Güneş pembe, mor bulutların arasından yavaş yavaş doğuyor, geceden kalan ayaz yerini ılık bir havaya bırakıyordu.
Yazın ortalarıydı. Tarlalarda buğdaylar artık başlarını yere eğer olmuşlardı. Kirazların zamanı geçmiş, vişneler de toplanmıştı. Yaz elması ve kaysı sırasıydı.
Genç kadın düşündü, tarlanın birine buğday ekmişti. Hasat zamanı yanaşmıştı. Diğerine patates ekmişti bahar başında. Artık onlar da yaprak sarartmaya başlamıştı. Toplanması gerekiyordu.
Evin önündeki küçük bahçeye sebze dikmişti. Tekne kazıntısı bile çalışmış, ufacık elleriyle domates fidelerini yanına getirirken kahkahalar atmıştı. Bu sebzelerin de kışa hazırlanması gerekiyordu. Ne çok işi vardı. Ama şu başına gelenlerden sonra gücü hiç kalmamıştı.
Düşünüyordu durmadan. Ama üç yavrusuyla tam da mutlu bir dünya kurduğunu zannederken başına gelen bu haksızlığı hiç anlamıyordu. Kimseye bir kötülüğü olmamıştı. Kendini çoktan unutmuş, üç yavrusu için didinip durmuştu.
“Böyle mi karşılık vermeliydi kocam olacak o adam kılıklı soysuz,” dedi kendi kendine. “Bu üç günahsız böyle boynu bükük bırakılır mı be yataklara serilesice?”
Akşama kadar meyvelerle uğraştılar. Güneş kavuşurken gitmeye hazırlanıyorlardı ki uzaktan traktörü gördü genç kadın. Hemen koştu, çapayı kaptı. Beklemeye başladı. İki küçüğü eteklerine sarıldı. Oğlu kolundan tuttu, dibinde durdu.
Ama gelen hiç beklemedikleri biriydi, yaşı geçkinle kavga eden dördüncü aza.
Yaşlı adam traktörü tarlanın sınırında durdurdu. Hüzünlü gözlerle baktı ona. Titrek sesi ile konuştu:
“- Geçmiş olsun kızım. Olanları duydum. Bu rezilin bir belâ çıkaracağını tahmin etmiştim. Ama bu kadar edepsizleşeceğini bilemedim. Bunun kötülükleri kesilmeyecek belli ki. Yavrum, beni baban bil. Arkandayım.”
İşte o an genç kadın kendini tutamadı artık. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ayakta duramadı, yere çöktü. Üç çocuk da ona sokuldu, küçükler ağlamaklı, şaşkın bir yüzle analarına bakmaya başladı.
Yaşlı adam geldi, bir metre kala karşısında, ayakta durdu. Yavaş sesle konuşmaya başladı.
“- Bilirim, için yanar, bu ciğeri beş para etmez insanların diline düşmek ağırına gider. Ama hakikati de bilmen lâzım. Çarığına tükürdüğüm o Muhtar kocan olacak edepsizden yüz bulduğu için bunları yapabildi. Esas suçlu sana hiç sahip çıkmayan, seni onların önüne atan kocandır.”
Genç kadını bu sözler pek de şaşırtmadı. Ama sormadan edemedi. İhtiyar adam köy odasındaki o toplantıyı anlattı, Muhtar olacak o yaşı geçkinin sözlerini de.
“- Bir şeyler seziyordum ama bu kadarını bilemedim babam, dedi kadıncağız ellerinin tersiyle gözlerini silip. Böyle bir iftiraya razı geleceğini hiç düşünemedim. Ben ona, sülalesine tam on beş sene hizmet ettim. Şu üç çocuğumun boynunu büktü. Çakalların önüne yem diye atıverdi beni. Allah’a havale ediyorum.”
“- Haydi, şimdi topladığın meyveleri traktöre taşıyalım, dedi yaşlı adam. Burada bırakma artık. Bunlardan her şeyi beklerim. Ziyan olmasın. Bir şeye ihtiyacın olursa bana haber sal, ne gerekirse yaparım. Bundan sonra kimseden yardım isteme. Şu vartayı bir atlatalım. Allah mazlumun yanındadır be kızım.”
O on beş gün içinde köy ikiye ayrıldı. Ama çoğunluk yaşı geçkinin ve azaların yanındaydı. Dördüncü aza ve genç kadının tarafını tutanlar daha az ve daha siniktiler. Seslerini çok çıkaramıyorlardı.
Ama… Ama haftasında dördüncü azanın önünü kesen iki arsız delikanlı ihtiyarla alay etmeye kalktı. Akıllarınca kendilerine eğlence bulmuşlardı. Ama yaşlı adam elindeki pelit sopasıyla bu arsızlara girişince delikanlılığı hemencecik bırakıp korkak tavşanlar gibi kaçıverdiler.
Onuncu gün beş altı çocuk genç kadının evinin önündeki bahçesine dalıp domateslerle biberleri sökmeye kalktı. Ama kadın ve çocukları taş yağmuruna tuttu o kurulmuş küçük kurşun askerleri.
On üçüncü gün köyün deli Fadiği diye adı çıkmış kavgacı yolunu kesti genç kadının. Laf saydırmaya kalktı:
“- Haspam! Hiç utanman yok mu senin? Köyümüzde bir…”
Lafını bitiremedi. Genç kadın panter gibi saldırdı, saçlarından tutup yere serdi onu. Yüzünü gözünü kanatıp morarttı. Çığlıklara yetişenler köyün deli Fadiğini onun elinden zor aldılar.
O akşam dördüncü azanın kızı koca bir tencere çorbayı getirmek için yola çıktı. Tam genç kadının kapısına gelmişti ki yaşı geçkin adamın kışkırttığı başka bir kadın beş altı yandaşıyla birlikte kızın önünü kesti. Çete başı avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı:
“- Ne o kız? Sende mi o yolun yolcusu olacaksın? Kız, köyde o biçim kadın mı besleyeceğiz ha? Kız, kocalarımızın başında nöbet mi tutacağız?”
Elinin tersiyle vurunca tencere bir tarafa uçuverdi kapağı bir tarafa. Çorba da yerlere saçıldı.
Gürültüyü duyan genç kadın dışarı fırladı. Elinde uzun, kalın, dallı budaklı bir ağaç dalı vardı. Ama tencereyi deviren cesur çıktı. Ona da küfürler yağdırmaya başladı.
Lâkin tiryakilerinin sigaraya alışması gibi genç kadın da adam dövmeye alışmıştı! Cevap vermeden saldırıyor, beklenilmeyen bu saldırı karşısında boş bulunanı yakalayıp paralıyordu.
Şimdi de öyle oldu. Ağaç dalını sallayınca efelenen kadının arkadaşları çil cücüğü gibi dağılıverdiler. Bağırtıyı duyanlar yetişene kadar tencereyi deviren kadının burnu kanadı, dudağı morarıp şişti. Sırtına yediği tekmelerle canı yandı, tutam tutam saçları genç kadının elinde kaldı.
Sonra genç kadın etrafı hemen dolduran gamsız ve duygusuz seyirciye bas bas bağırdı:
“- Duyun ahmaklar! Bir daha evimin önünden geçen, tarlalarıma yaklaşan, adımı ağzına alan, önümü kesmeye kalkan olursa şart olsun ki bulduğum yere gömerim. De gidin şimdi, gidin şu ağacı o akılsız başınıza yemeden. Deh! Haydi, yallah!”
Dallı budaklı ağaç dalıyla iki adım atınca üstlerine, meraklılar hemen kaçıştılar.
Hızla döndü kadıncağız, evine girdi, kapıyı şiddetle çarptı. Hem öfkeden hem de korkudan tir tir titriyordu. Çocukları eteklerine doluştular.
O akşam biri daha vardı çok mutsuz olan, pişmanlık içinde çırpınan. Harabe olan, artık kimsenin yaşamadığı o küçük evin nasılsa sağlam kalmış odasında, yer yatağında oturan o genç çoban ellerini başının arasına almış düşünüyordu. Yatağın üstündeki paralara bakıp mırıldandı:
“- Ya Rabbi! Ben nasıl yaptım bu işi! Nasıl yaptım!”
Ertesi sabah dayak yiyen iki kadın da yaşı geçkinin kışkırtmasıyla jandarmaya şikâyette bulundular. Jandarma karakolu yine bir sürü bağrış çağırışla doldu.
On beşinci gün genç kadın sabahın köründe üç evladıyla yollara düştü. Üç saati ara ara mola vererek bitirdiler.
En küçük bebesini ara ara kucağına aldı anacığı, ara ara yürüttü. Köydeki fakir evlerinden sonra şehrin çok katlı binaları, asfalt yolları ve meydanları çocuklara çok eğlenceli gelmişti. Annesinin sıkıntılı yüzüne inat onlar etrafı seyrede seyrede yürüyorlardı.
Genç kadının yüreğini dev kara kayalarla eziyorlardı sanki. Sanki bitip tükenmez bir yolda bitip tükenmez ayrılık ezgileri dinleyerek yürüyordu ve arkada hayatının tek sevdasını bırakmıştı. Geri dönüp el sallamaya ne mecali ve ne de artık isteği vardı. Yol da şarkı da asla bitmeyecekti ve gökten hep hüzün yağmurları yağıyordu ve hep yağacaktı. Ara ara yanında kocası beliriyordu. Onun yakışıklı yüzüne baktığı anda kocasının yüzü binlerce parçaya bölünüp yerin dibine düşüyor, yerine bir sürü çirkin böcek oluşuyordu. Hepsi dile gelip fısıldıyordu:
“- Sevdiğin bendim, bendim, bendim…”
Adliyeye geldiklerinde gördüler ki yine yaşı geçkinle yandaşlarının tamamı oradaydı. Sadece çulsuz yoktu.
Bu defa gözlerini dikip baktı onlara. Adı çağrılana kadar baktı. Duruşma başlayınca Hâkim önce onunla konuştu:
“- Hanım, şimdi dinle beni. Biraz sonra şahitleri dinleyeceğim. Sakın kavga çıkarma. Adalete güven. Sabırlı ol.”
Sonra o yaşı geçkinin yalancı şahitleri öğretilenleri söylediler. Hele bir kadın Hâkimin bile sabrını taşırdı:
“- Hâkim Beyim, gözümle bir şey görmedim ama ateş olmayan yerde duman tüter mi? O avrat kaç yıldır yalnız yaşıyor. Yapmıştır bir halt. Kapının çalındığını duyunca o gariban çobanı da mahsusçuktan dövmüştür kendini kurtarmak için.”
Ardından yaşlı olan dördüncü aza konuştu:
“- Muhtar olacak bu edep yoksunu ile şu garibin kocasının düzenidir bu. Bu garibin hiçbir günahı, ahlâksızlığı yoktur.”
Hâkim teferruatı sorunca bütün bildiklerini anlattı. Yaşı geçkin yerinden fırlayarak sözünü kesti:
“Yalan Beyim, haşa, yalan. Vallahi de yalan, billahi de yalan. Allah çarpsın ki yalan. İftiraya uğradım. Hepiciği kuru iftira…”
Ama sözünü duruşma salonunun kapısından gelen ihtiyar bir çığlık kesti:
“- Yalan mı? Neresi yalan! Yetti artık cehenneme gidesice!”
Duruşma salonuna gökten koca kaya düştü sanki. Herkes dondu kaldı önce. Sonra kapıdaki yorgun kadını ve kolundan tuttuğu çulsuzu görünce hayret nidaları yükseldi.
Mübaşir kadına yönelince Hâkim müdahale etti, onu kürsüye yanaştırmasını isteyip sordu:
“- Sen de kimsin hanım?”
“- Şahidim, şu iftira atılan garibin şahidi olacağım. Hâkim Efendi! Ama önce şu çulsuz akılsıza sor hele, şu paraları nereden bulmuş?”
Kolunu sımsıkı tuttuğu çulsuzu öne doğru itekledi yorgun kadın. Ardından iyice silkeleyip bağırdı:
“- Konuşsana! Çıkar cebinden o parayı da kimden aldığını söyle hele! Bana söz verdiydi, konuşacaktı. Ama kaçmaya kalktı. Tuttum, bırakmadım.”
Hâkim olanları tahminde zorlanmadı. Ama şaşırmış görünüp sordu:
“- Hanım, dur bir dakika, bir nefes al. Her şey Arap saçına döndü. Her şeyi baştan anlat. Ne parası bu?”
Yaşı geçkin adamın ve onun tarafında olanların dehşet dolu bakışları arasında çulsuzu yine şiddetle itti yorgun kadın. Hırsla söylendi:
“- Önce bu sıfatsız anlatsın. Bu folluk analı deyiversin yapıp ettiklerini.”
Çulsuz sendeledi önce. Sonra kâtibin masasına yanaştı, başı hep yerdeydi. Cebinden bir tomar parayı oraya bıraktı.
Hâkim sorunca da titrek sesle kesik kesik anlatmaya başladı:
“- Beyim… Bu paraları bana Muhtar emmi verdi. Ona da kadının kocası vermiş. Ben… Yanlışı ben yaptım… Ben… Ben anasız, babasız bir garibim. Köye geldiğimde onu gördüğüm anda gönlüm düştü. Ama evliydi. Umudum yoktu. Kocasının onu boşayacağını söyledi Muhtar. Kim alır onu artık, üç çocuklu dul avradı kim ne etsin ki, dedi. Umutlandım. Düşündüm, ben kimsesiz, o kimsesiz… Çocuklarına ben baba olurum, dedim. Adı benimle çıkarsa daha kolay olur diye düşündüm.”
Hâkim ifadesiz bir yüzle bu beyanı zapta geçti. Ardından yorgun kadının kimlik tespitinden sonra ona sorunca:
“- Ben bu garibi çok iyi tanırım, dedi yaşlı kadın. Çok çekti. Yüzsüz herifi Almanya’ya gittikten sonra da huysuz anasına baktı. Alman avratları bulunca sapıttı adam. Bu çorabı başına ördü. Baskından bir gün evvel bu çulsuzla benim adı batasıca herif bahçenin önünde konuştular uzun uzun. Konuştuklarını duymadım. Ama para verirken görünce az düşündüm. O gece de takip ettim. Olanları gördüm. Bir türlü fırsat bulamadım şu çulsuzla konuşmak için. Baktım olmayacak, bugün sabahın köründe kapısına dayandım. Açınca daldım içeri. İyice azarladım. Azıcık utanması varmış, anlattı her şeyi.”
Hâkim yine dümdüz bir yüzle ifadeyi zapta geçti. Savcıya söz verdi:
“- Deliller toplanmıştır, dedi Savcı. Kararı Yüce Mahkemenin takdirine bırakıyorum”
En sonunda Hâkim son sözlerini sorunca yaşı geçin adam eski teraneleri anlattı, ötekiler de onun sözlerini tekrarladılar.
Son savunmasında genç kadın dedi ki:
“- Efendi Hâkim! Sen de anladın ki ben bu rezilliği yapmadım. Hiç de yapmam. Ama şu çulsuzla şu namus düşkünlerine iki çift sözüm var. Evvela, şu Muhtar olacak yaşlı papazdan hem bu dünyada hem de öte dünyada davacıyım. Sonuna kadar şikâyetçiyim. Şu yalancı şahitler de duysunlar, bugün banaydı, yarın da onlara. Bilirim ki Allah mazlumun ahını yerde koymaz. Ama en çok da şu çulsuzadır sözlerim. Bana sevdalanmış, öyle mi? Bu fırsatçı sevdayı hiç bilmiyor. Ben sevdanın ne olduğunu çok iyi belledim. Sevda sevdiceğine toz kondurmamaktır. Fırsatçılık edip sevdalandığını çamurlara atmak, sonra da hinlikle muhtaç hale getirmek değildir. 15 yıl sevdama toz kondurmadım ben. Ama anlarım ki o da boşunaymış. Hâkim Efendi, bu zavallı ahmakların hiçbiri karşıma çıkmasın. Ne yapacağımı Allah bilir. Son sözüm bu kadar.”
Hâkim genç kadına fuhuştan beraat kararı verdi, darp suçunun cezasını paraya çevirip erteledi. Ama yaşı geçkin adam, azaları ile çulsuz hakkında kamu görevini suiistimal, adli makamları yanıltma, iftira ve hakaret suçları sebebiyle iddianame düzenlenmesi için dosyanın ayrılarak Savcılığa gönderilmesine karar verdi.
Genç kadına da durumu anlattı. Ardından ikaz etti:
“- Gözü kara bir hanımsın. Dikkat et. Fazla delirip kimsenin kafasını kırma.”
Yorgun bir gülümseme ile teşekkür etti ve üç çocuğu ile adliyeden çıktı kadıncağız. Ama oğlunun soracakları vardı. Peş peşe dizdi suallerini:
“Ana! Sevda ne demek? Gönle düşmek ne demek? Sahiden de deli misin?”
Kadın oğluna gülümsedi:
“- Üçünüz benim sevdamsınız, dedi. Gönlümde hep siz varsınız. Deliliğime gelince. Söyle bana, delirip dövdüğüm adamlar, kadınlar o dayakları hak etmediler mi? De bana, akıllı mı olayım, deli mi?”
Çocuk anasına sarıldı:
“Ah benin deli anam, dedi, sen hep deli kal. Delilik sana çok yakıştı.”
Suzan ÇATALOLUK
*****