Prof.Dr. Kemal ÜÇÜNCÜ
Giriş
Her medeniyet ve felsefi sistem bir metafizik görüş, buna bağlı olarak siyaset felsefesi, estetik anlayış ve bilgi, değer ve ahlak görüşleri ile var olur. Türkler 5000 yıllık tarihi süreçlerinde yaşadıkları bütün coğrafyalarda kadim kültürel gelenekleri ile eklektik bağdaştırmacı bir yapıda bütün havzaların kültürel [kültürü geniş manada kullanıyorum maddi ve manevi bütün üretimler insanın doğaya bilinçli müdahalesi ile oluşan bütün birikim] formları ile imtizaç ederek kendi anlayışları ile uyumlaştırarak çok başarılı bir medeni ve siyasal anlayış teşekkül ettirmişlerdir. Bu dönüştürmenin biçim ve dinamikleri üzerinde yeterli ölçüde durduğumuzu gerekli dersleri çıkardığımızı söyleyemem.
Bir çağ yangınının orta yerindeyiz
Batılı manada bir felsefi sistem Doğu dünyasında yoktur. Lakin felsefenin konu edindiği problemler manasında düşünce tarihi perspektifi ile bakıldığında bütün Doğu milletlerinde olduğu gibi Türklerde de çok zengin bir sözlü ve yazılı birikim [literature] olduğu söylenebilir.
Türk düşüncesini oluşturan birikim dediğimiz zaman iki hususu anlamak lazım gelir.
1.Anonim eserler, mitoloji destan, atasözü, menkıbe, tevarih, vb eserler 2. Müellifi belli olan telif eserler.
Türk tefekkürü birikimin bu iki kategorisi evren telakkisi, varlık görüşü, zaman ve mekân anlayışı, bilgi ve değer, tutum repertuarları ve kadroları olarak irdelenmelidir. Bu konularda Türkoloji alanında yapılmış olan pek çok çalışma ve monografik eserden bu anlamda istifade edilmelidir. Türk kültürü ile ilgili farklı dillerde [özellikle Rusça literatür ivedilikle bir proje çerçevesinde Türkçeye kazandırılmalıdır <en azından temel çalışmalar>].
Bilgi teorisi; doğru bilginin imkan ve kapasitesi, doğru bilgiye ulaştıran yol ve yöntemler, kapasitesi, bilginin neliği gibi hususlarla ilgilenen felsefi disiplindir. Kadim Doğu anlayışında olduğu gibi Türk bilgi tasavvurunda da özne ile nesne arasında keskin bir ayırım yoktur. Varlık ve bilgi küllî bir bütündür.
Suje ile obje arasındaki [bilen ile bilinen] ayırım Rönesans Reform ve Aydınlanma dönemlerinde Batı’da oluşan ve bütün dünyaya yayılan bir ilişki ve bilgi biçimidir.
Bu manada kadim Türk bilgi tasavvurunu şu kategorilerde ele alabiliriz.
a)Beş duyu organı aracılığı vasıtası ile bilme b) Akıl ile bilme c)Kalb ile bilme gibi kategorileri vardır.
Madde ve olgular hakkındaki bilgi bize duyular aracılığı ile gelir akıl aracılığı ile denetlenir ve bir karara varılır. Tek başına ne duyular ne de akıl bizi doğru bilgiye götürmez. Hâlde insanın varlık hakkındaki bilgisi, özün değil görünüşün bilgisidir. Varlığı değişen ve dönüşen şeyler hakkında kalıcı bir bilgi iddiası muhaldir.
“Gazzali, düşüncenin konusu /olan hususlar, makulat,mahsut, makbulat ve meşhurat diye dört kısımda inceler. Bunlardan makulat sadece akıl ile soyutlama yoluyla elde edilenlerdir.(İki zıt bir arada bulunmaz, bir nesne aynı anda hem hareket hem de sükut halinde bulunamaz gibi). Mahsusat ise, koklanan, tadılan, duyulan, dokunulan ve görülenleri içerir. Meşhurat ise, zaman ve mekânın gereği olarak değişen örf, adet ve ülke geleneklerini ifade eder. Makbulat cinsinden olan bilgiler ise doğruluğundan emin olunan kimseler kanalıyla gelenlerdir. Gazzali’de, duyumsal ve akli bilgiden sonra tevatüren nakledilen birikimsel bilgi, akıl yürütmenin mahiyeti acısından önemlidir.”
[Gazali’den naklen; Doç.Dr. Mevlüt Uyanık, İslam Bilgi Felsefesinde Kalbin Anlaması Örneği, Araştırma Yay, İstanbul, 2005, s.101]
Gazali’nin de Aristo mantığını hakkıyla kullanabilenlerden olduğunu unutmayalım. Bu sebeple mantığı yüceltir. Bizlerse yerin dibine batırdık. Evren, varlık hakkında tekilden tümele [tam istikra] yaparak kesin bir bilme mantıki olarak mümkün değildir. Bütün bilgilerimiz “doğa bilimleri de dâhil” sınırlı bir geçerliliğe sahiptir.
Yıldızlı bir gecede gökyüzüne baktığımızda bize ulaşan ışınlar aslında bir vehimdirler. Binlerce ışık yılı uzaktan gelen ışınlar bize ulaşıncaya kadar yıldızın ömrü dolar. Işık bize ulaştığında aslında o yıldız yoktur. Bunun gibi duyularımız çoğu göre gözlem esnasında yanılırlar. Çoğu kere bunu deneyle de teyit edemeyiz.Aklında yanıldığı pek çok husus vardır.Batı’da Oackamlı William , Thomas Aqinas’la başlayan süreç Kant’ta numen fenomen olarak olgusal ve metafiziksel alanın ayrılmasına yol açmıştır. Olgusal olmayan alan metafizik hakkında konuşmak bilim dışı ve anlamsız bulunur.İçinden yaşadığımız bilimsel paradigma bunu icbar eder.
Akıl ve duyular bizi neden ve nasıl sorusuna götürür oysa gerçek bilgi niçin perdesini açmakla başlar.
Oysa ki sezgi bilgisi estetik bilgi ol sebepten teknik bilgiden üstündür.Bir medeniyet tasavvuru niçin kümesindeki bilgilerle ancak kurulabilir.
Yeni bir marifet nazariyesi (bilgi teorisi) için duyular akıl ve akleden kalp (fuad) ucgeninde bir ilmi etkinliğe ihtiyaç var. Zira bir şeyden şüphe duyduğumuzda şüphe kalbimize düşer. Kalp akıldan daha üst bir temyiz ve denetleme müesesesidir. Vicdan muhakemesi kalpte kurulur zira.İslam’ın temel metinlerde özellikle Kura’nda “akleden kalb” kavramı üzerinde yeniden düşünmemiz gerekir.
“Buradaki anahtar kavram kalptir, bunun konumunu netleştirirsek, akıl ve kalbi bilgi edinme surecinde birbirinin mütemmim kılarak özdeşleştirerek işlevsel kılan zekâsıyla insan, teemmül ve tezekkür aşamasına geçecektir. Hakiki bilgi, bu anlamda, kalbî bilgiden ibarettir. Çünkü kalbi bilgide, gören, işiten ve duyan, bunları işiten, ama sürekli değişken bazen gerçeklere ve olgulara ters düşen hükümler veren mekanik, yani toplama, çıkarma, Bölme gibi gündelik islerimizde etken olan aklın ötesine geçilmiştir. Diğer bir ifadeyle, insanın teakkul çerçevesinde vicdanı harekete geçerek, kevni gerçekleri bilinç, teemmül ve tezekkür ile idrak etmeye başlamıştır. Artık, burada anlama organı“Fuad”dır. Bu idrak sureci ise kademeli bir şekilde, eşŞekk, elVehm, ezZan, elCehl ve elİlm kavranılan İle açıklanabilir”. [Gazali’den naklen; Doç.Dr. Mevlüt Uyanık, İslam Bilgi Felsefesinde Kalbin Anlaması Örneği, Araştırma Yay, İstanbul, 2005 ,s.6869]
Burada dikkat edilmesi gereken husus neden ve nasıl sahsına ilişkin bilimsel etkinliklerimizde dogmatik bir sınırlamayla aklı kısıtlamamaktır. Nazari olarak burada varlık teorisi ile çelişen bir husus yoktur.
Niçin sahasına açılırken, keşf, sezgi, sağduyu gibi bilgi araçlarını yadsımamak gerekir. Bu sebepten kadim gelenekte ilimler kesbi ve vehbidir.
Neden ve nasıl alanını, niçin alanının işleyişiyle veya niçin alanını neden ve nasıl alanının bakış açısıyla anlamaya çalıştığımızda bilgi teorimizin iki katmanı arasındaki ahenk bozulmaktadır. Böylece bütüncül olarak sistem işlemez hale gelmektedir.
Selefimiz Maveraünnehir âlimleri bu ahengi kurabildikleri için yüz yılda Çin sınırından Akdeniz’e inebildik. İlim ve marifet kategorisi de farklıdır. İlim daha çok tecrübî bilgiyi anlatır marifet ise tefekkür ve irfan bilgisidir. Marifet bilgisi cüzi aklın külli akılla olan diyalogu, “ya da tinsel alanla kurulan irtibat deyin” çerçevesinde tekevvün eder.
Duygularımızla oynanmış durumda, fabrika ayarlarımız bozulmuş, idrak süzgecimiz mefluç bir vaziyettedir. Velâkin muhtaç olduğumuz kudret kolektif hafızamızda ve yazılı literatürümüzde mevcuttur.
Yapılacak şey, “küçük kasaba putlarımızı tekmeleyerek” idrak ve irfanın önünü açmaktır.
Bilimde doğru düşünme vasıtası olarak kullandığımız “ya da öyle varsaydığımız” Aristo mantığı’na Maveraünnehir alimlerinin yaptığı katkı ilave şerhler son derece önemlidir. Yeni bir metin yorumlama ameliyesi için bunlara yeniden bakmamız icap eder. Bunun eleştirisini yaptıktan sonra muhakkak çok değerli mantık dizgesi hakkında tartışmalara geçmemiz lazım. Nasreddin Hoca hanıma boşuna “hanım sen de haklısın” dememiş.
Kaynak:
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/politiksosyalkulturelarastirmalarmerkezi/2014/01/24/7397/yenibirmedeniyetiddiasiicinbilgiteorisimarifetnazariyesiuzerinebirtartisma