Yeniden “Misak-ı İktisat”

Esat ARSLAN

Bizim zamanımızda “stand-up”çılık günümüzdeki kadar yaygın değildi. Ortaoyunundan kalma komiklik, şehr-i komiklik revaçta idi. “Şehr-i Komik” kavuğu Dümbüllü İsmail’deydi. Gazeteciliğin piri, Şeyh-ül Muharririn gibi, “Şehr-i Komik”likten Türk mizah sanatında önemli bir paye idi. Esnaf lonca teşkilatı “Ahilik” gibi nesilden nesle aktarılan önemli ritüelleri vardı. Örneğin, Şehr-i Komik Naşit, II. Abdülhamit’i güldüren adam olarak da ün yapmıştı. Onun kızı Adile Naşit’i anımsamayanımız yoktur. Uykudan Önce’nin Adile Teyzesi, Hababam Sınıfı’nın Hafize Anası’   olmuştur.  O dönemde Hacivat- Karagöz, Pişekar-Kavuklu’dan mülhem komik ikililer de yok değildi, hani. Batılıların belagat, güzel söz söyleme sanatı retorik dedikleri, yazılı metne ihtiyaç duyulmadan, lafını gediğine koyma, irticalen tuluat sanatı şeklinde icra edilirdi. Belli bir yaşın üzerinde olanlar anımsarlar, bir dönem, ‘Balarıları Özdemir ve Metin’ ikilisi, ‘Ateş Böcekleri’ gazino sahnelerinde fırtına gibi eserlerdi. Sahne şovlarında politik mizahı ilk onlar yapmışlardı. Efendim, sahnede tuluata başlanılmadan ikiliden biri tarafından akordeon eşliğinde bir tekerleme başlatılırdı. “Metin pabucu yarım, çık dışarııyaa oynayalııığm”. Bu müzikli tekerlemenin en can alıcı kısmını tüm çocuklar bilirdi. Oyun oynamak için, evlerden bu şekilde arkadaş toplanılırdı, bu bir nevi oyuna çağrı başlangıcıydı, uvertürüydü, adeta.  Bir türlü anlayamazdık, çocuğun pabucu niye yarımdır? Çağıran çocuğun pabucu tam mıdır? Yoksa çağırılan çocuk gariban mıdır? Evde kalıp çıkamadığına göre belli ki bir mazereti vardır, diye akıl yürütürdük. Anlamı şu, bu çağrıyı alan herkes çıkması gerekirken, çıkamayanların oyun oynaması için ayakkabılarında sorun olabileceği varsayılırdı. Ama bilirdik ki, tuluatta mantık aranmaz ama taşı gediğine koymak esastır. Eğer çağrılan çocuk pencerede gözükmezse,  annesi pencereye çıkar “-Ah, Evladım, Metin’in dersleri var, İnşallah yarın akşam” deyiverirdi.  Birden bir şey oldu batılılaşma hevesinde olan insancıklarımız tuluat sanatına sırt çevirdiler. Hele şimdilerde bu sanat, dandik ve abartılı ramazan eğlencelerine kadar indirgendi. Sanki onun bir parçası gibi gösterilme çabası var. Ne diyelim? Tek kelimeyle yazık diyelim.

Bütün bunları ne için söylüyorum, sevgili okurlar, “Cumhurbaşkanlığı Seçim Kampanyası” başladığından bu yana cumhurbaşkanı adaylarından biri tarafından birçok kez, en son 2 Haziran 2018 tarihinde Gaziosmanpaşa’da düzenlenen mitingde Cumhurbaşkanına çağrıda bulunarak, “Gel istediğin televizyona çıkalım ekonomi tartışalım” çağrısı eski tuluat oyuncularının demagojilerini anımsatmakta, çağrıştırmaktadır. Televizyonda iki kişinin ortaya koyacağı sinerjiyle kaynakların kısıtlı, ihtiyaçların sonsuz olduğu bir iktisadı ortaya koymak ve her yönüyle tartışmak. Düşünebiliyor musunuz? Tartışılmak istenilen 81 milyon insanının yaşam koşullarını bütünüyle içine alan “Türkiye Ekonomisi”. Oysa ki, Türkiye Ekonomisi, bir saha çalışmasıdır, alanda bizzat mal ve hizmet üretim faaliyetleriyle uğraşanların katkılarıyla çözüm üretilebilecek bir konudur. 95 yıl önce oluşan bu durumu, Falih Rıfkı Atay “Çankaya” adlı kitabında şöyle açıklamaktadır:

“Bilmiyorduk, Bir bilen öğreten de yoktu. Herkes şaşırtıcı ve ümit kırıcıydı. Mekteplerde okudukları ya da okuttukları XIX. Yüzyıl iktisat teorisiyle yeni devlete nasihat verenleri dinlesek, kollarımızı kavuşturup bir yüzyıl beklemeliydik. Başbakan demiryollarını yapacağımızda söz ettiğinde her yönden:

– Devlet demiryolu yapamaz, kitapta yeri yok… Sesi geliyordu.”

Gerçekten de o dönemde “İktisat Bilimi” henüz “Makro İktisat ve Kalkınma İktisadı” ndan haberdar değildi. Dünya ekonomisine “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler”(laissez faire, laissez passer)Liberal Kapitalizm ve sömürgecilik yön veriyor, “planlı kalkınma” veya “devlet öncülüğünde sanayileşme” konuları henüz teoriye ve uygulamaya açık bir biçimde girmiş değildi.[1] Liberal Kapitalizm’in gelişmiş ileri örneklerini temsil eden Batı Avrupa ülkeleri karşısında, henüz iç sorunlarıyla boğuşan ve yeni bir oluşum içerisinde Kollektivizm’in ilk örneği Sovyet modelinden başka bir model de doğrusu yoktu. “Devlet demiryolu yapamaz, kitapta yeri yok” dayatması karşısında, Musul’u da içine alan güneydoğu demiryolları 8 Nisan 1923 tarihinde TBMM tarafından ABD-Kanada ortaklık grubundan ‘Ottoman-American Development Company’e verilmişti. Kısa adıyla Chester Projesi de denilen bu konsorsiyum, 4.400 km. demiryolu yapımı karşılığında 99 yıllık yap işlet modeliyle 176.400 km. karelik bir arazi bırakılıyordu.  Chester Projesi, petrole bağlı bir demiryolu projesi olduğu için, Lozan Antlaşması ile Musul kaybedilince Amerikalılar  da bu ballı börek projeden vaz geçmişlerdi. İş başa düşünce Çılgın Türkler iktisat biliminde yeri olmayan, demiryollarını kazma ucuyla kendileri bir başına yapmayı becermişlerdi. Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları inşaatının ilk müteahhitlerinden biri de Nuri Demirağ olmuştu. Sermaye fakiri bir ülkede daha sonraları devletin kadrine uğrayacak olan bir özel girişimci, Türkiye’nin 10 bin km’lik demiryolu ağının 1250 km’lik bölümünün inşasını gerçekleştirmiş ve bu nedenle kendisine Mustafa Kemal Atatürk tarafından “Demirağ” soyadı verilmişti. Evet, demiryolu siyaseti yeniden inşayı öngörmekteydi. Mali yetersizliklerden dolayı yabancı şirketlerin elindeki demiryollarının devletleştirilmesi yoluna gidilmek istenmemekteydi. Ancak 22 Nisan 1924 tarihinde TBMM’de Anadolu hattının satın alınmasına karar verildi. Böylece demiryollarında millileştirme siyaseti de inşa siyaseti ile beraber yürüdü. 1928 yılında Anadolu demiryolu hattının satın alınmasıyla başlayan millileştirme çalışmaları özellikle 1930’lu yıllarda hızlandı. Yabancı şirketlerin elindeki 3387 km demiryolu 42.515.486 liraya satın alınarak millileştirildi.[2]

Anımsayacaksınız, geçen hafta tartışmıştık, elimizden geldiğince Ocak 1923 ayı ile Mayıs 2018 ayını karşılaştırmaya çalışmıştık. 95 yıllık bir ara olmasına karşın, bu iki ay benzer özellikleri taşımaktaydı. Kısaca şunu söylemeye çalışmıştık, Millî İktisat’ta, halka rağmen halkçılık yapıyormuşçasına, “-mış gibi” yaparak,  kapalı kapılar ardında ilkeler ortaya konulamayacağını önemle belirtmiştik. Eğer ekonomik prensipler konulacaksa, bu ilkeleri sahada üretim faaliyetleriyle uğraşan, pastayı büyütmeye çalışan mal ve hizmet üretenler, yani halk koyar, demiştik. Başka ne demiştik, kuruluş dönemindeki iktisadın önemini, daha devletin adı konulmamışken, Cumhuriyet bile ilan edilmeden, “Ömür Devri Sistemi “(Life Cycle System)’ne göre bu işlevin yapılmasını ortaya koymuştuk. Tarihsel bir arkaplanı da görüşlerinize sunmuştuk. 17 Şubat 1923 tarihinde bağımsız ekonomiye geçiş için alınacak ekonomik önlemleri görüşmek ve tartışmak üzere, İktisat Vekili Mahmut Esat (Bozkurt)’un girişimi ve Mustafa Kemal’in desteği ile “Birinci Türkiye İktisat Kongresi” İzmir’de toplanmıştı. Başkanlığını da General Kazım Karabekir yapmıştı.  İzmir’de yapılan kongreye bütün illerden tüccar, sanayici, esnaf, çiftçi ve işçi temsilcilerinden oluşan 1135 temsilci katılmıştı. Lozan’da barış görüşmelerine verilen oldukça kritik ara dönemde 4 Mart’a kadar ayrıca 40 kadar milletvekili de takip etmişti. Kongrede sadece Sovyet Rusya ve Azerbaycan’ın Ankara’da görev yapan büyükelçileri de hazır bulunmuştu.[3] Durum böyle olmasına karşın, Batı Avrupa ülkelerine liberal düzenden Komünist Bolşevik düzene geçilmeyeceği konusunda güvence verilmişti. Ayrıca Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara ile sağlıklı ve yararlı ilişkiler kuramayan İstanbul ve İzmir’deki sermaye çevrelerinin Ankara Hükümeti temsilcileriyle yakınlaşmasını sağlamak da kongrenin temel amaçlarından biri olarak belirlenmişti. O günün TÜSİAD’ına da bir anlamda güvence verilmiş,  istikrarlı büyümenin önemli bir enstrümanı olan denk bütçeden ödün verilmeyeceği anlatılmıştı. Bu ilke günümüz ortamında “Plânlama, Programlama, Bütçeleme ve Bütçe Uygulama Sistemi” (P.P.B.B.U.S.) genel çerçevesini oluşturmaktadır.

Evet, Sevgili okurlar Türkiye ekonomisi hepimizi doğrudan ilgilendirmektedir. Bu konular kapalı kapılar arkasında birkaç ekonomi ve malî uzmanlarla alınacak önlemlerden çok, büyük bir şeffaflıkla tüm halkın önünü görmesine gereksinimimiz bulunmaktadır. İşte bu yüzden yeniden bir ‘Ekonomik Ant’a, ‘Misak-ı İktisad’a ihtiyacımız bulunmaktadır.  İsterseniz, Birinci Türkiye İktisat Kongresinde kararlaştırılan ‘Misak-ı İktisad’ı günümüzü ilgilendiren maddelerini bir kez daha anımsayalım,  gerçekten de buna çok büyük gereksinimiz var: [4]

Madde 3 — Türkiye halkı, harap etmez, İmar eder. Bütün çabası iktisaden memleketi yükseltmek amacına yönelmiştir.

Madde 4 — Türkiye halkı, sarf ettiği eşyayı imkân ölçüsünde kendi yetiştirir. Çok çalışır. Vakitte, servette ve ithalatta israftan kaçar. Ulusal üretimi sağlamak için gerekince geceli gündüzlü çalışmak ilkesidir.

Madde 5 — Türkiye halkı, servet itibarı ile bir altın hazinesi üzerinde oturduğunu bilir. Ormanlarını evlâdı gibi sever, bunun için ağaç bayramları yapar; yeniden orman yetiştirir. Madenlerini kendi ulusal üretimi için işletir ve servetlerini herkesten fazla tanımaya çalışır.

Madde 6 — Hırsızlık, yalancılık, riya ve tembellik en büyük düşmanımız; taassuptan uzak dindarane bir salabet (dayanıklılık, katılık, sağlamlık)her şeyde esasımızdır. Her zaman yararlı yenilikleri severek alırız. Türkiye halkı mukaddesatına, topraklarına, şahıslarına ve mallarına karşı yapılan düşman fesat ve propagandalarına nefret duyar ve daima bunlarla mücadeleyi bir ödev bilir.

Madde 7 — Türkler, irfan (gerçeğe ulaştırıcı kültür iklimi) ve marifet (bilgi, bilim) aşıkıdır. Türk her yerde hayatını kazanabilecek şekilde yetişir, fakat her şeyden önce memleketinin malıdır. Eğitime verdiği kutsallık dolayısiyle Kandil günü(Mevlid-i Şerif) ‘nü, aynı zamanda bir “Kitap Bayramı” olarak kutlar.

Madde 9 — Türk, dinine, milletine, toprağına, hayatına ve kurullarına düşman olmayan milletlere daima dosttur; yabancı sermaye aleyhtarı değildir. Ancak kendi yurdunda kendi diline ve kanununa uymayan müesseseleri ile ilişki kurmaz. Türk, bilim ve sanat yeniliklerini nereden olursa olsun, doğrudan doğruya alır ve her türlü münasebette fazla aracı istemez.

Madde 10 — Türk, açık alın ile serbestçe çalışmayı sever; işlerde tekel istemez.

Madde 11 — Türkler hangi sınıf ve meslekte olurlarsa olsunlar, candan sevişirler. Meslek, zümre itibarı ile el ele vererek birlikler, memleketini ve birbirlerini tanımak, anlaşmak için geziler ve birleşmeler yaparlar.

Madde 12 — Türk kadını ve hocası, çocukları İktisadî Misaka göre yetiştirir.”

İşte Sevgili Okurlar, gördüğünüz gibi, işte bu yüzden yeniden bir ‘Ekonomik Ant’a, ‘Misak-ı İktisad’a şiddetle ihtiyacımız bulunmaktadır. Yapabilir miyiz? Kuşkusuz evet.

            Sonuç 

Unutulmaması gerekir ki Türk Milli Mücadelesi, denk bütçe, millî tasarruf, malî bağımsızlık ilkeleri çerçevesinde “emisyon (karşılıksız para basma) ‘suz ve enflasyonsuz bir ortam yaratılarak kazanılmıştır. Türk Kurtuluş Savaşı, bölgedeki tüm kaynakları ve akçal olanakları zorlayarak oluşturulmaya çalışılan enflasyonsuz bir ortamda, Bağlaşık Devletler güdümündeki İstanbul Hükümeti’nin elinde önemli bir araç olarak emisyon kullanılmaksızın kazanılmıştır. İstanbul Hükümeti’nin Türk Kurtuluş Savaşı’na ender katkılarından birisi de emisyon avantajını Ankara Hükümeti aleyhine kullanmaması olmuştur. Aslında bunun bir avantaj olduğunu değerlendirebilmiş olsaydı, hiç kuşkusuz bu önemli argümanı ulusal güçlere karşı kullanabilirdi.

Günümüzdeki Türkiye Ekonomisi sebep ne olursa olsun, Türkiye Cumhuriyetinin kurtuluş ve kuruluş evresinde karşılaşmış olduğu o günkü benzer koşullarla yeniden karşı karşıya bulunmaktadır. 81 milyon insanının yaşam koşullarını bütünüyle içine alan “Türkiye Ekonomisi” hepimizi doğrudan ilgilendirmektedir. Hiç kimsenin elinde sihirli değnek bulunmadığına göre, başta tüm devlet kurumları olmak üzere, bir nev’i ulusalcılık boyutunda topyekûn tasarruf önlemlerini bir “tekalif-i milliye” gibi uygulamak zorunluluğu bulunmaktadır.   İşte bu nedenle diyorum ki, Haydin, yeniden bir ‘Ekonomik Ant’, yeniden ‘Misak-ı İktisad’, Sevgili Okurlar.

 

[1] Erdinç Tokgöz, Türkiye’nin İktisadi Gelişme Tarihi, 9.B., Ankara, 2009, s. 50

[2] http://www.dunyabulteni.net/haber/289910/ataturk-doneminde-ne-kadar-demiryolu-yapildi-/Erişim Tarihi:08.06.2018/

[3] Erdinç Tokgöz, age, ss. 43-44

[4] Anadolu Ajansı’nın 5 Mart 1923 tarihli haberi;  Hâkimiyet-i Milliye ve İkdam gazetelerinin 7 Mart 1923 tarihli haberleri

Yazar
Esat ARSLAN

Esat Arslan, İstanbul’da 15 Nisan 1947 tarihinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da; yükseköğrenimini Ankara’da tamamlayan Esat Arslan, Savunma Bilimleri, Kamu Yönetimi dallarında yüksek lisans; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi da... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen