Osmanlı hükümdârları arasında, adını ortaya saçmaktan ısrarla, şuûrla kaçınan biri var ki, pek bilinmez. Kim bilir, belki bu gizleme cehdi yüzünden, onun bânîsi olduğu nice büyük esere, hiç esâmisi düşmemiştir. Büyük adamlara yaraşır bir tevâzû ehli olan Sultan Üçüncü Mustafa Hân, Lâleli’den Üsküdar tepelerine uzanan nice heybetli yapının arkasındaki hayır-hâh elin sâhibidir. O, aynı zamânda Cihângîr mahlâsıyla şiirler de yazmıştır.
Sultan Mustafa-yı Sâlis, bir taraftan çok bâdireli bir siyâsî döneme istikaamet vermeye çalışmış; diğer taraftan da 22 Mayıs 1766 [1] Perşembe günü Istanbul’u şiddetle sarsan, târîhin büyük depremlerinden biriyle mücâdele etmiştir.
Bu, iki taraflı sarsıntı, Mustafa Hân’ın icrâatını ve muhtemel plânlarını derinden etkilemiştir. Deprem sonrasında ortaya çıkan manzara, Fâtih Külliyesi’ni bile yere çalacak vahâmette idi. Lâkin bu büyük felâketin yaralarını sarmak, 1768’de başlayan Rus Savaşı’nın sonunu görmeye hiç yardımcı olmadı. Türk târîhinin sayılı siyâsî âfetlerinden biri, Küçük Kaynarca Andaşması başlığı ile Üçüncü Mustafa’nın kucağına düştü. Zâten iyiye gitmeyen sağlığı, bahsedilen andlaşmanın haberi ile alt-üst oldu, bu kahır dolu âkıbet, Pâdişâh’ı Âhiret’e yolcu etti.
Onun, yâni şâir Cihângîr’in, saltanat dönemini ve bilhassa riyâkâr, basîretsiz devlet ricâli portresini fevkalâde güzel çizen şu mısrâları, neredeyse darb-ı mesel hükmüne girmiştir:
“Yıkılubdur bu Cihân, sanma ki bir dem düzele,
Devleti çarh-ı denî verdi kamu mübtezele,
Şimdi ebvâb-ı sa’âdetde gezen hep hezele,
İşimiz kaldı hemân merhamet-i Lem-Yezel’e…”
İcrânın zirvesinde oturan Hâkân’ın, bu acı ve ibretlik îtirâfı, trajedi yüklü hâdiselerin kendisi kadar elîm görünüyor. Hatâda ısrâr etmenin bizi ulaştırdığı yer, Sultan Üçüncü Mustafa Hân’nın feryâdına vesîle memleket fotoğrafıdır.
Mustafa’ya, babasından tevârüs ettiği yenilikçi yakalayışları uygulama fırsatı vermeyen tâlihsizlikler, tabiî âfetlerle hâricî baskılardan ibâret olsaydı, Üçüncü Ahmed’in hayrü’l-halef oğlundan yine de cedîd işler beklenirdi. Ne var ki, bürokrasi çarkını kuşatan hezele takımı, her şeyi perîşân eden kanserli hücreler gibi, sür’atle çoğalıyordu.
Bahsedilen umutsuz vak’a filminin bir sahnesi var ki, insanda mecâl, tâkat nâmına bir şey bırakmaz. 1770 yılında Rus donanması, Çeşme Limanı’ndaki Osmanlı askerî filolarını imhâ eder. Hâlbuki daha savaşın başında, emniyet tedbîri olarak, biz Boğazlar’ı kapatmışızdır. Öyleyse, bu düşman gemileri Çeşme’ye nasıl gelebilmiştir?
Kurulan araştırma komisyonu, ilim ve irfân kartlarını toprağa gömen bir rapor hazırlayarak yer altında kazılan bir tünel mârifetiyle Rusların Çeşme’ye deniz gücü çıkardığını söyleyebilmiştir.
“Rus rotası; Baltık, Cebel-i Târık üzerinden Çeşme’ye uzanmıştır.”
diyecek bir babayiğit olmadığı için, Küçük Kaynarca rezâletine mahkûm olduk.
Pîrî Reis başta olmak üzere, bütün coğrafya âlimlerimizin kemiklerini sızlatan bu kara cehâlet, hezelenin mânâ ve fonksiyonu hakkında da Pâdişâh’a nîrengi noktaları sunuyor…
[1] 12 Zilhicce 1179 Perşembe.