Yıkım İle İnşa Arasında Bir Kilometretaşı: 24 Temmuz’da Yakılan Ulus-Devlet Ateşi[i]
Prof.Dr. A. Baran DURAL[ii]
ÖZET:
Tenzil-i Faiz kararı İngiltere, Fransa başta olmak üzere alacaklı devletlerin maliye birimlerini değil, yatırımcılarını, rantiye sınıf/sınıf fraksiyonları kısacası sivil toplumlarını da olumsuz etkiliyordu. İmparatorluk yönetimi, askeri savaş teknolojisi ve Sanayi toplumunun gereklerini yerine getirme, kapitalist pazar mekanizmasını oluşturma konularının yanısıra düşünce bazında da, gelişmiş dünyanın oldukça gerisinde kaldığı için “çağdışı” bir yapılanma sergiliyordu. Siyaseti hala, “devlete hâkim olma”, “devlet-içi kliklerin amansız mücadelesi” şeklinde uygulayan, gelişmişliğin temel ölçütünü topraksal (teritoryal) üstünlüğe bağlayan Osmanlı devlet aklı, neredeyse İttihat Terakki’nin siyasal hayata katılımına dek, siyasal iktidara koşut öneme haiz sosyal iktidarın şekillenmesine, sivil toplumun temel mücadele alanı olarak belirmesine duyarsız kalmayı sürdürecekti.
İttihat ve Terakki kadrolarının genel özellikleri arasında sayılan, “Genç olmak, mektepli olma, yönetici sınıflardan gelme, Türk olmak/Siyasal Türkçülüğü ve burjuva zihniyetini savunmak”, (AKŞİN: 46-47) burjuva demokratik devrimini başlatan temel itkileri kapsamaktadır. Çoğu küçük burjuva zihniyetine sahip, Batılı modern eğitim kurumlarının içinden yetişmiş bu kadrolar, kimilerinin iddia ettiği gibi İmparatorluktan Cumhuriyet’e geçişte basit bir “ara dönem” olarak sayılıp, geçiştirilemez. Bu dönemi belki de Tanzimat’la başlayan Türk modernleşmesinde, Osmanlı idari reformlarını Türkiye Cumhuriyete taşıyan bir tutamak noktası ve/veya Cumhuriyetin “önsözü” olarak tanımlamak çok daha yerinde olacaktır. Doğallayın Türkiye’de ulus-devletin, “modüs vivendisi”nin ve Cumhuriyet’in geleceğinin tartışılmaya başlandığı her tarihsel uğrakta, dillendirilen tüm görüşler 24 Temmuz’da yakılan ulus-devlet meşalesinin desteklenmesi/ eleştirilmesi ya da meşalenin yaydığı ateşin yol göstericiliğinde yeni bir terkibe akmaya mecbur kalacaklardır.
Anahtar Kelimeler: İttihat ve Terakki, Türk Modernleşmesi, sivil toplum, ulus- devlet, Kemalist Devrim.
Osmanlı İmparatorluğu’nun makûs talihi, aslında 19. yüzyılın ortalarından itibaren yazılmaya başlanmıştı. Devleti üstüste yakalayan üçlü iflas, Türk aydınlarını Osmanlı Devletinin değil, Türkiye’nin nasıl kurtarılabileceğine dair kaygılar üzerinde odaklanmaya itmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nu adı “imparatorluk” olan sözde büyük bir devlete dönüştüren ve devletin bağımsızlığını sona erdiren üçlü iflasın ilk ilmeği, 1838’de İngiltere ile imzalanan, “Osmanlı- İngiliz (Baltalimanı) Ticaret Sözleşmesi”ydi. Söz konusu sözleşmeyle, Osmanlı’nın ayakta kalmasına yönelik girişilen ıslahat çalışmalarının mütemmim cüzü olan, yerli burjuvaziyi yetiştirip ekonomik dönüşümün başına geçirmek ereğinden vazgeçiliyor; Osmanlı iktisadı başta İngiltere olmak üzere, büyük devletlerin insafına terk ediliyordu. Osmanlı- İngiliz Ticaret Sözleşmesi, Osmanlı yönetiminin iktisaden iflas ettiğinin temel göstergesi haline gelirken (AVCIOĞLU, 1971: 68-71), Osmanlı devlet aklının bir kurtuluş ümidi olarak sarıldığı, “İktisadi dengeleri en güçlü emperyalistin eline verip, siyasal bağımsızlık yolunda atılacak adımlarda dış destek bulma” siyasetiyle, yeniçağı karşılama girişiminde, ne denli aciz kaldığını gözler önüne sermekteydi. Antlaşmanın sonuçları, o güne dek kapitalist piyasa ekonomisi ve serbest piyasa rejimi şartlarına göre kurulmayan Osmanlı üretim sistemi için o kadar olumsuzdu ki, çok kısa bir zaman dilimi içerisinde İstanbul ve Bursa’da, “hafif dokuma” alanında çalışan dokuma tezgah sayısı 3 binden 25’e dek düşmüştür.
Giriş: Osmanlı’da Üçlü İflas
Nitekim “iktisadi iflas”ın üzerine , “askeri iflasın” gelmesi gecikmedi. 1839’da Nizip’te, Mısır ordusu karşısında üstüste dördüncü mağlubiyeti alan Osmanlı ordusunun kendi sınırlarını korumaktan “aciz” duruma düştüğü, dünya kamuoyunda açıkça tartışılmaya başlanıyordu. 18. yüzyılda bir saldırı ordusuyken alınan başarısız askeri sonuçlar nedeniyle, “saldırı ordusu” olmaktan çıkıp “savunma ordusu”na dönüştürülen Osmanlı Silahlı Kuvvetleri, dış kamuoyunun gözünde, hantal bir devletin geniş sınırlarını korumaktan aciz iri, ama en az devlet yapılanması kadar hantali, bir “insan kalabalıklığı”na indirgeniyordu. Ne var ki, Osmanlı Devleti’nin bağımsızlığına en büyük darbeyi bu iki iflası tümleyen, “mali iflas” vuracaktı. İlk Osmanlı dış borcunun 1854’te alındığını anımsatan Akşin, önce gayet düşük oranlarda seyreden dış borçlanma faizlerinin geri ödemesinde, Osmanlı maliyesinin sıkıntıya düşmesiyle birlikte bir “borçlanma sarmalı”na teslim olunduğunu ileri sürer. Akşin’e göre faiz oranlarını her borç alımında biraz daha arttıran emperyalist devletler, yüksek faiz geliri karşılığında Avrupa kamuoyunun Osmanlı’yı, “ehven-i şer” bir devlet olarak algılamasını sağladılar. Dış borçlanmada 20. yılın ardından 6 Ekim 1875’te Sadrazam Mahmut Nedim Paşa tarafından açıklanan, “Tenzil- i Faiz” kararı, üçlü iflasın son ayağını, yani devletin, “mali iflasını” imliyordu. Akşin, Avrupa kamuoyunda Osmanlı devletini yağmalamak üzere bekleyen dönemin emperyalist kuvvetlerinin, mali iflasın ardından adeta zembereğinden boşalmış gibi, Osmanlı Devleti’nin üzerine “çullandığını” şöyle açıklar:
“Tenzil-i Faiz kararına, ….göre 5 yıl süreyle faiz borçlarının ancak yarısı ödenecek, ödenmeyen faizlere karşılık % 5 faizli tahviller verilecekti. Böylece Osmanlı Devleti iktisadi ve askeri iflastan sonra, mali iflas yaşamış oluyor, daha bağımlı hale geliyor. Bu karar, muazzam bir tepki doğurdu, zira Osmanlı tahvilleri birçoğu, İngiltere ve Fransa’da olan çok sayıda tasarruf sahibinin elindeydi. Kararla birlikte bu insanların gelirleri yüzde 50 azalmış oluyordu. Kamuoyu Osmanlı aleyhine döndü. O zamana kadar ‘adam olmak için gayret ediyor’ gibisinden sempati ile bakılan Osmanlı Devleti, artık barbarlığın somut biçimi olarak değerlendirilmeye başlandı.” (AKŞİN, 2004:32-33)
Tenzil-i Faizin Belirleyici Etkisi
Tenzil-i Faizle tamamlanan üçlü iflas aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin çağdışılığının da dışavurumuydu. İstanbul’daki hantal iktidar yapısı, Fransız Devrimi’ni tümleyen Sanayi Devrimi’yle birlikte bir devletin sadece üst yapısal reformlarla değil, ekonomik alanda da çağını yakalamakla ayakta kalabileceğinden habersiz görünüyordu. Osmanlı devlet aklı, seçtiği ekonomik düzeni, üst- yapısal reformlarına uyarlayamayan tüm kurumların yok olmaya mahkum kalacağı gerçeğini belki “sezinliyor” fakat yine de “kabullenemiyordu.” Zira Çifte Devrimler Çağı’nın ardından dünyanın ilk iki süper devleti haline gelen İngiltere ve Fransa, Lenin’in “Emperyalizm” çalışmasında ısrarla vurguladığı gibi “finans kapital- mali oligarşinin gücü” ile tanışmış, dahası devlet yönetimlerini finans kapitalin üstünlüğü eksenine oturtma sorununu çoktan geride bırakmışlardı. (LENİN, 2004: 68-98) Her iki ülke İngiliz- Fransız burjuvazisi eliyle dünya piyasalarına girip- çıkmaya, yaratılan “kağıt ekonomisi”yle askeri emperyalizmden ekonomik emperyalizme geçmeye muktedir olmuşlardı. Hele hele tedavüldeki tahvil fiyatlarını bazı özel finansal kağıt “ürünleri”nde 1 sterline dek indiren İngiltere, sadece varsıl sınıflarını değil yoksul yurttaşların da birikimini denetim altına almayı başarmıştı.
Dolayısıyla Tenzil-i Faiz kararı İngiltere, Fransa başta olmak üzere alacaklı devletlerin maliye birimlerini değil, yatırımcılarını, rantiye sınıf/ sınıf fraksiyonları kısacası sivil toplumlarını da olumsuz etkiliyordu. İmparatorluk yönetimi, askeri savaş teknolojisi ve Sanayi toplumunun gereklerini yerine getirme, kapitalist pazar mekanizmasını oluşturma konularının n yanısıra düşünce bazında da, gelişmiş dünyanın oldukça gerisinde kaldığı için “çağdışı” bir yapılanma sergiliyordu. Siyaseti hala, “devlete hakim olma”, “devlet-içi kliklerin amansız mücadelesi” şeklinde uygulayan, gelişmişliğin temel ölçütünü topraksal (teritoryal) üstünlüğe bağlayan Osmanlı devlet aklı, neredeyse İttihat Terakki’nin siyasal hayata katılımına dek, siyasal iktidara koşut öneme haiz sosyal iktidarın şekillenmesine, sivil toplumun temel mücadele alanı olarak belirmesine duyarsız kalmayı sürdürecekti. Böylelikle “Tenzil-i Faizle” ilan edilen “mali iflas”, Osmanlı Devleti’nin, kağıt üzerindeki bağımsızlığını da ortadan kaldırarak, Osmanlı’yı Avrupa’nın süper güçlerinin “ortak uydusu”na dönüştürecekti.
Osmanlı devlet aklının siyasal düzlemde aldığı faydacıl (pragmatik) önlemlerin ete kemiğe bürünebilmesi için siyasal alanı kısmen toplumsal taleplere ve sivil toplumun içine de taşıyacak, yeni bir kadronun mücadeleye katılması gerekiyordu. Topraksal üstünlüğe dayalı devlet yapılarının kesin tasfiyesiyle sonuçlanacak, I. Küresel Paylaşım Savaşı’na doğru tüm Avrupa kıtasında ağırlığını hissettiren milliyetçilik rüzgarları, imparatorlukların ulus- devletlere dönüşeceğinin işaretlerini sunuyordu. Osmanlı Devleti milliyetçilik rüzgarlarından, Balkanlarda başlayıp Arap vilayetlerine de yavaş yavaş yayılan azınlık milliyetçilikleri vasıtasıyla etkileniyordu.
Rusya, Avusturya- Macaristan, Fransa’nın desteğiyle Osmanlı’ya karşı, “Kes- kesil- Avrupa’yı yardıma çağır- bağımsızlığına ulaş” politikası izleyen Balkan milliyetçiliklerine karşı, eldeki toprakları elinde tutabilme ve/ veya dağılmayı mümkün olduğunca geciktirebilme amacıyla sırasıyla, “Osmanlıcılık- İslamcılık” kartlarını masaya süren Osmanlı devlet aklı, her iki politikanın da milliyetçilik karşısında ne denli güdük kaldığını elbet fark ediyordu. (DURAL, 2013:60-74)
Sultan Hamid’in “Halli” Olumsuz Değerlendirilmemeli
Gerçi devletin hristiyan ve müslüman[1] unsurlara dayanılarak savunulamayacağını sezinlemek için kahin olmaya gerek yoktu. Nitekim başta son imparator Sultan Abdülhamit ve kimi üst düzey bürokrat olmak üzere, Osman devlet aklının Batılı usullere göre yetiştirilmiş azımsanmayacak bir kısmı, Osmanlı’nın eninde sonunda Türklerin çoğunlukta olduğu bir yapıyla kalacağının bilincindeydi. Ne var ki burada iki temel sorun beliriyordu. Öncelikle devletin neredeyse Türk etnik kimliğinden müteşekkil bir yapıya bürünmesi, Osmanlı devlet aklının imparatorluk düşünü fiili olarak bir kenara bırakıp, ulus- devlet modeli bir Anadolu emirliğine dönüşmeyi kabulünü gerektiriyordu. Sultan Hamid ve kadrosu 6 asırlık imparatorluğu yeniden “ihyayı” benimseyen politikasıyla, bu “küçülmeyi” hazmedecek çapta bir kadro değildi. İşte bu husus Osmanlı devlet aklını çağının dışına iten temel sebepler arasındaydı. Yine de Sultan Hamid’in uzgörüsü, onu; görünüşte uluslararası platformda uyguladığı, “İslamcılık” siyasetine karşın iç siyasette “gizil Türkçülük” politikası izlemekten alıkoymadı. (DURAL, 2011: 175-177) Türk aydınlarını himaye eden, devlet kadrolarında yer veren, modern eğitimi desteklerken geleneksel İslamcı aydınların ve gerici bazı cemaatlerin sıkı takip altına alınmasını sağlayan sultan Abdülhamid, imparatorluğun savunma reflekslerini berkitirken, ileride ulus- devlet/ siyasal Türkçülük çizgisinde ilerleyecek İttihat ve Terakki’nin, yürümesi gereken yolun zeminini de döşüyordu. Bu bağlamda Türk sağının oldukça eleştirel yaklaştığı sultan Hamid’in 1909’daki “halli” mevzuu, Türk tarihinde ulus- devletleşme alanında olumsuz değil, olumlu değerlendirmeyi hak etmektedir.
Klasik bir imparatorun hatta Ortaylı’nın ifadesiyle, küresel bazda belki de “son imparator”un (ORTAYLI, 2008: 54) , devletin varlığı açısından elzem olan ulus- devlete dönüşümü gerçekleştiremeyeceği, ondan görevi devralacak klasik Osmanlı devlet kadroları ve sultanlarınsa artık bir Anadolu emaretine dönüşen devlette, hala “imparatormuşçasına” davranmaktan öteye geçemeyecekleri aşikardı. [2] Zira ne Osmanlı devleti ne de Batılı anlamda bir “ulus” sayılamayacak konumda olan Osmanlı toplumu, taşıyıcı unsur (İttihat Terakki- Kemalizm) olmadan, ulus- devlete ulaşabilecek maddi unsurlara sahipti. Sultan Hamid eğer isteseydi bile, elindeki yığınları ulusal bütünlükte bir millete dönüştürecek silahlardan yoksundu. Osmanlıcılık- İslamcılık- Türkçülük üçgeninde yapabileceklerini elinde geldiğince yerine getiren sultan Hamid, 1909’da “halledildiği”nde artık misyonunu tamamlamış ve tarihteki “ayrıcalıklı” konumunu almaya hazırdı. Dolayısıyla Sultan ve klasik Osmanlı aklı açısından “hazin”, Türklüğün son çağa adımını atması bakımından olumlu sayılması gereken bu “hal” vakıası, egemenliğin sürekliliği bağlamında da doğruydu. Son çağı hedefleyen bir ülkenin yurttaşlarının beklediği bir sultan değil, “kadro”ydu. O kadro yani, ülkeyi ulus- devlete taşıma yolunda ilkeleri saptayıp, rayları döşeyecek kadro da, günahı ve sevabıyla İttihat ve Terakki olacaktı hiç kuşkusuz.
İttihat ve Terakki’nin Kuruluşu
İttihat Terakki örgütü, “İttihad-i Osmanlı” adı altında İstanbul Demirkapı’da kurulmuştu. Osmanlı Askeri Tıp Okulu öğrencilerinin el verdikleri örgütün kurucuları; İbrahim Temo (Arnavut), Abdullah Cevdet (Kürt), İshak Sükuti (Kürt), Mehmet Reşit (Çerkez), Hüseyinzade Ali’dir. (Türk- Azeri göçmeni) Örgütün kurucuları arasında sadece tek Türk’ün bulunması, diğer isimlerin Osmanlı’ya en yakın tebaalardan gelmesi, dönemim İmparatorluk- Osmanlıcılık siyasetine gayet uyumluyken, Kürt aydın tabakasının sadece Osmanlı devletiyle değil, genelde Türk devlet yapısıyla yakın ilişki içerisinde olduğunu göstermesi itibarıyla da önemlidir. Balkan Savaşı’nın nihayetine dek Osmanlı’yla kader birliği etmiş Arnavut önderler, Balkanlar’da Osmanlı’ya yönelen öfkenin acı sonuçlarını paylaşmamak için adeta “zorlanarak” bağımsız bir devlet olarak yola devam kararı almışlardır. (DURAL: 85-98) Örgütün tüm Osmanlı toplumuna seslenen bir parti olma duyarlılığı, Ahmet Rıza liderliğinde oluşturulan ilk etkin sivil yönetim mekanizmasında da kendisini göstermiş ve İttihat Terakki önderliği; Ahmet Rıza (Türk), Aristidi PAŞA (Rum), Albert Fuha (Yahudi), Halil Ganem (Lübnanlı Maruni) (AKŞİN,1998: 142) şeklinde yapılanmıştır. 1860’da faaliyetlerine başlayan I. Jön Türk (Genç Türk) hareketinin devamı nitelinde olan II. Jön Türkler, kuruldukları 1889 yılından itibaren, başta Ali Suavi, Namık Kemal, Ziya Paşa olmak üzere, eski dönemin özgürlükçü yazar- şairlerinin eserlerini okumakla yetiniyordu. Bunların yanısıra Fransız Devrimi’yle ilgili bulabildikleri yazınsal neşriyatı izleyen gizli ama etkisiz bir siyasal hareket görünümündeki ilk önderlik, “Hutub ve İnciraltı İçtimaları” adını verdikleri buluşmalarına isimlerini veren, iki kıraathanede toplanıp, ülkenin geleceğine dair endişelerini paylaşmaktaydı. (GÖKBAYIR, 2012: 63)
Kurulduğunda sivil kanatın etkinliği üzerine inşa edilen İttihat ve Terakki örgütü, sivillere dayanması ve önderlerinin küçük burjuva niteliğinden ötürü çağcıl bazda ulus- devletin şekillendiricisi Fransa Devrim liderleri ve burjuva demokratik devriminin temel nitelikleriyle uyuşum içindedirler. Örgüt 1895 yılına dek neredeyse sessiz kalmış, 1894’te başlayan Ermeni isyanlarının, ülkede infial yaratan halkası Babıali baskınına dek ciddi bir çıkış yapmamıştır. Örgütün, siyasal yapılanmada, “Ben de varım” dediği 1895 bildirgesi hem İttihat ve Terakki’nin kamuoyunca duyulmasını sağlamış, hem de içerdiği iki farklı yaklaşımdan ötürü dikkatleri üzerine çekmiştir. Örgüt söz konusu açıklamalarda hem Ermeni vahşeti ve kanunsuzluğunu telin etmekte, hem de imparatorluğun, “unsurları birarada tutma” politikasına sahip çıkarak aşırı milliyetçi bir tutum takınmaktan kendisini alıkoymaktaydı. Sultan Hamid’in baskısı altında ezilen toplulukların dağınık hareketlerle hak aramalarının yanlışlığına değinilen açıklamada, işbaşındaki hükümetle arasına mesafe koyan tüm unsurlar, İttihat ve Terakki’nin bayrağı altında birleşmeye çağrılıyordu. (ÇAVDAR; 1999:53) Açıklama, “Osmanlı unsurlarının kardeşliği (imtizaç-ı akvam)” gösterdiği hassasiyetle, dönemin Osmanlı unsurlarından, “Osmanlı kimliği” altında bir ulus yaratıp Batının ulus kavramını, “Osmanlılık”la karşılamayı hedefleyen politikanın arkasında durduğu mesajını veriyordu. Aynı tutum, ilerde ileri sürülecek Türk milliyetçiliği politikalarına direngi noktası hazırlama gayretini de içinde barındırıyordu. Bilindiği gibi Osmanlıcılık da tıpkı ardından gelen İslamcılık akımı gibi Türk milliyetçiliğinin prototipini oluşturacak ancak Türk milliyetçiliği, ancak her iki ideolojiyi mağlubiyete uğrattıktan sonra, ulus-devleti inşa etme fırsatına kavuşabilecekti. Türk milliyetçiliğinin başta İslamcılık olmak üzere, diğer ideolojilere nazaran şansını Belge, şu şekilde değerlendirmektedir:
“…İslam dağılan bir devleti tutamadı, tutamadığı kanıtlandı. … Boşnaklar da Müslümandı ama Avusturya idaresine sessiz sedasız girdiler, bir dertleri olmadı ama şimdi Bosna kepazeliğinden sonra daha çok üzerine düşmüş olabilirler. Sırplar onlardan daha çok tepki gösterdiler. Yani, orada da İslamiyet bir ağırlık koymadı. Panislamizmin güçlü bir cereyan olması mümkün değildi” (BELGE; 2006: 46)
Kadının “Siyasal Özne” Olarak Çağrılışı
İttihat Terakki, çağcıl zihniyetini ve söyleyecek yeni “birşeyleri”nin bulunduğunu 1895 yılında açıkladığı 39 maddelik tüzüğün, ilk maddesinde de ortaya koyar. Örgüte üyelik şartlarını gösteren söz konusu maddede, İttihat Terakki’nin, “Ezcümle tüm Osmanlı yurttaşlarına açık” olduğu vurgulanıyordu. Dönemin kanunlarına göre herhangi bir derneğe girme yönünde Osmanlı devletini oluşturan unsurlar arasında bir farklılık gözetilmiyordu. (TUNAYA; 1998: 70) Dolayısıyla, “Ezcümle tüm yurttaşlar” çağrısı açıkça kadınların da örgüte üye olabileceklerini ve örgüt dolayımıyla politik faaliyetlere katılabileceklerini (temsil noktasında değil) imliyordu. Hemen arkasında örgütte ırk, din, mezhep, cinsiyet farklılık gözetilmeyeceğine (Madde- 2) yönelik satırlar geliyordu ki, içinde bulunduğu toplumun yarısını siyasal birer özne olarak algılayan bu tutum, Osmanlı devleti için oldukça yeni bir çıkıştı. Tüzüğün 37. Maddesinde rastlanan, örgüte katılan kadın- erkeklerin cinsiyet farkı gözetilmeksizin tüzüğe uymak ve birbirleriyle aynı işleri yapmakla yükümlü olacaklarına dair söylem, ülkede kadın- erkek eşitliğinden söz edilemediği bir dönemde, İttihat Terakki’nin ulusu oluşturan cinsi unsurların bir- eşitliği cihetinde ne denli cesur olduğunun göstergesiydi. (TUNAYA: 76-90) Örgütte mektupların- mesajların iletilmesi, belgelerin taşınıp saklanması gibi ikincil görevler alsalar da, kadınlar siyasete bir yerinden girme fırsatına erişmişlerdi. (YARAMAN, 2001: 146) Kadınları, “siyasal özne” olarak tanımlayan ancak kadınlardan yeterince destek görmediğini farkedince, bununla yetinmeyip bir de Osmanlı İttihat Terakki Kadın Örgütü’nü kuran İttihat ve Terakki, Türkiye’de Kemalizm tarafından tamamlanacak sürecin başlatıcısı olmuştur.
Gerçi Tanzimat’tan beri Osmanlı modernleşmesinden kadınlar da pay alıyor, Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamid dönemlerinde açılan kız okulları, gazetelerde yer verilen kadın sayfaları ve çeşitli yayın organlarında rastlanan kadın imzaları, Osmanlı devletinin de kadın sorunundan bihaber olmadığını gösteriyordu. Ancak hiç kuşkusuz kadına bir “siyasal özne” görevi yüklemekten ısrarla kaçınan, onu evde hamiyetperver bir namus abidesi (birnevi yürüyen biblo) olarak kodlayan Osmanlı klasik devlet aklına nazaran, kadını siyasetin içine çağıran (yetkilendirmekten kaçınarak olsa bile) İttihat Terakki arasında çok ciddi bir zihniyet uçurumu vardı. Zira İttihat Terakki, kadına ulusun doğal bir parçası olarak sesleniyordu. Nitekim bu çağrıyı alarak İttihat Terakki saflarında mücadeleye katılan Cevdet Paşa’nın kızı Emine Semiye Hanım ve Halide Edip (YARAMAN, 1999: 44), Türk kadınının sesinin Osmanlı Devletine yansımasını sağlayacaklardı. 1919 yılındaki Sultanahmet Mitingi’nde Halide Edip Adıvar’a, 200 bin yurttaşa seslenme cesaretini veren itici güç de, İttihat Terakki’nin zamanında ülkede estirdiği havadan kaynaklanıyor oysa gerekti.
Kongreler Dönemi’nden Askeri Kanadın Katılımına
İttihat Terakki’nin Osmanlıcılık gölgesi altında Paris’te gerçekleşen I. Kongresi, örgütün içindeki, Türkçü- bağımsızlıkçı çizginin ipuçlarını vermesi bakımından önemlidir. Örgüt, “Osmanlı Liberalleri Kongresi” adıyla toplanmıştır ki, burada “liberal” sözcüğünden kastedilen, liberalizmin “dar anlamlı”, “siyasal özgürlükçü” karşılığıydı. Her ne kadar kongre liderliğine hem ekonomik hem siyasal anlamda liberal kanat önderi Prens Sebahattin seçilmişse de, cemiyette Sebahattin’e itiraz eden Ahmet Rıza çizgisinin, olgucu (pozitivist)- Comtecu fikirleri, bu kanadın liberalizmden “siyasal özgürlükçülüğü” anladığını tanıtlıyordu. Söz konusu kongrede, başta Ermeni sözcüler olmak üzere azınlık mensuplarının, Osmanlı’daki baskıcı idareyi alt edebilmek için silaha başvurulması ve yabancı devletlerden yardım alınmasına yönelik teklife karşı bildiri yayımlayan Ahmet Rıza eğilimi, özgürlüğün ulusal bağımsızlığa sahip çıkılmasıyla değerli kılınabileceği görüşünü savunuyorlardı. (AKŞİN:42) Bu tutum Osmanlı devletinin Tanzimat’tan beri sürdürdüğü, “Büyük devletler arasındaki dengeleri gözeterek en ehveni şer olana yanaşma” politikasından çok daha bağımsızlıkçı- ulusçu bir tutumdu şüphesiz .
Öte yandan 1897’ten beri içine girilen sükûnet dönemini, Prens Sebahattin’in liderliği de engelleyemeyince, İttihat Terakki’nin gelişmesi için farklı kesimlerden destekçilere ihtiyaç duyulduğu anlaşılmaya başlamıştı. Nitekim 1906 yılında, daha sonra aralarında İttihat Terakki önderliğinde yer alacak önemli isimlerin de bulunduğu, çoğu III. Ordu mensubunun Mithat Şükrü’nün (Bleda) evinde toplanarak kurdukları, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin, zamanla Mustafa Kemal’in Şam’da kurduğu ve gizlice geldiği Selanik’te bir şubesini açacağı ,“Vatan ve Hürriyet” adlı cemiyetle birleşmesi, “aranan kanın” bulunduğunu gösteriyordu. (GÖKBAYIR: 67-69) Böylelikle örgütte başlangıcından beri mücadeleyi yürüten sivil kanadın yanısıra, II. Meşrutiyet’in ilanından itibaren etkinliğini giderek arttıracak olan askeri kanat da İttihat Terakki saflarında zuhur edecekti. Nitekim yürütülen temaslar sonunda merkezleri Paris ve Selanik^te bulunan iki örgüt, 26 Eylül 1907 tarihinde, “Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti” ismi altında birleşmiştir. Birleşmenin etkisi, hemen ardından aynı yıl 27-29 Aralık’ta Paris’te toplanan, “II. Osmanlı Liberalleri Kongresi”ne yansımış, askeri kanadın da “oluruyla”, baştaki idarenin devrilmesi için silahlı güç kullanımı kabul edilerek, bağımsızlık söylemi örgütün tüm açıklamalarına damgasını vurmuştur. Ekonomik liberalizmi de savunan Sebahattin ve yandaşlarına mesafe konulan, II. Jön Türk Kongresi’nde, Meşrutiyet’i yeniden yürürlüğe koymak üzere siyasal mücadele yürütme göreviyle kurulan örgütte, ucu gerekirse silahlı mücadeleye uzanan, yeni bir dönem başlatılıyordu. Belki de Ahmet Rıza ve arkadaşlarının ilk etapta göze alamadıkları silahlı mücadele aşaması, demokratik- ulusçu- olgucu II. Ordu mensuplarının örgüte katılımıyla, kuvveden fiile geçmiş ve örgüt gerçek kimliğine kavuşmuş oluyordu.
1907 kongresinden sonra ivme kazanan İttihat Terakki, özellikle Rumeli bölgesinde güçlenerek teşkilatlanmış ve ülke bütünlüğü açısından gütmek zorunda kaldığı Osmanlıcı siyasete rağmen, giderek Türklerin sözcüsü/ partisi konumuna ulaşmıştır. İttihat Terakki’nin siyasal mücadelesi içinde yükselttiği, “eşitlik/ özgürlük/ kardeşlik/ adalet” sloganları, Fransız Devrimi ile örgüt yönetiminin aynı dilden konuştuğunu betimlemekle kalmıyor, “imtizaç-ı akvam (unsurların kardeşliği)/ ittihad-ı anasır (unsurların birliği)” politikası, Osmanlı devletinin ancak bir ulus olarak, birlikçi siyaset sürdürerek ayakta kalabileceğini vurguluyordu. Giderek, “Geride kalan, Türklerle kader birliği yapan unsurların (ulusların) kardeşliği- birliği”ne dönüşecek bu temel politika, Kemalist Devrim’le, “Türklükle kader birliği eden unsurlar Türk sayılır ve ulusal bütünlüğe dahil olur” şeklinde ete- kemiğe bürünüp, ulus-devletin kuruluş felsefesine betimleyecekti. Bu anlamda, “Osmanlı İmparatorluğu’dan ulus- devlete geçişteki sürekliliği İttihat Terakki Partisi[3] oynuyordu” diye konuşmak asılsız bir öne sürüm olmayacaktır.
Türk Milliyetçiliğini Tarifte Öz- Oryantalist/ Anakronik Yaklaşımı Aşmak
Ne var ki tam da bu noktada II. Meşrutiyet ve sonrasına giden süreçte, Osmanlı topraklarında iki farklı milliyetçilik, iki farklı ulus-devletleşme pratiğinin nefes almakta olduğuna değinilmelidir. Milliyetçiliklerin gelişimini ikiye ayıran Eric Hobsbawm, tıpkı Edward Hallet Carr’ın bölümlemesine koşut olarak, 1870 yılına dek Fransız milliyetçiliğinden esinlenerek yayılan büyük devlet milliyetçiliklerine karşılık, 1870’den sonra Fransız Devrimi’nden etkilenmekle beraber, büyük devletlere karşı özgürlük mücadelesi yürüttüklerinden, etnik milliyetçilik rüzgarı ekseninde şekillenen, yeni bir tür milliyetçiliğin hissedilmeye başlandığını kaydeder. İlk milliyetçiliğin kültürel milliyetçilik olarak şekillenmesinin aksine etnik- dilsel temellere dayanan ikinci tür milliyetçiliklerin, zorunlu olarak ideolojik boşluklarını dilsel/ dinsel söylemle gidermek zorunda kaldıklarını ileri sürer. (HOBSBAWM, 1990: 150-167) Hobwbaw’ın kuramından yola çıkan Canyas, Osmanlı devletinde Türk milliyetçiliğini de dahil ederek, tüm milliyetçi yapılanmaları, “Bütün bu hususlar ise Doğu tipi millet olgusunun, Batı tipi olanlardan farklı olarak, özel bir inşa sürecinin neticesi oluştuğu izlenimi vermektedir. Bu inşa sürecinde öne çıkan küçük entelektüel tabaka, içinde bulunulan toplumla kurulan ekonomik, dini ve siyasi ilişkilerin mahiyeti ile bazı uluslararası faaliyetlerin neticesinde kendi farkındalıklarını algılayarak, liderlik faaliyetlerine girişmişlerdir” (CANYAŞ, 2014: 5679) demektedir.
Doğu- Batı tarzı ya/ ya da gelişmiş ülke/ geri kalmış ülke milliyetçiliklerini ayrıştırmak üzere kuşkusuz çok önemli, veriler içeren bu değerlendirme, Osmanlı devletinde İttihat Terakki tarzı milliyetçiliği sınıflandırmada ne yazık ki hayli eksik kalmaktadır. Gerçi Osmanlı modernleşmesi sırasında devlet bir imparatorluk olmaktan çok uzak bir konumdayken filizlenen Türk milliyetçiliği, geri kalmış ülke milliyetçiliği sınıfına sokulabilse bile, böyle bir tasnif, ancak Osmanlı’nın karşı kutbunda konumlanan etnik milliyetçiliklerin, kopmayı planladıkları yapıyı nasıl ele aldıklarıyla birlikte anlamlıdır. Durup dururken içinde yaşadığı ülkeyi, kendisini gelişmiş Batı demokrasileri kökenli araştırmacıların yerine koyarak değerlendirmek de, ancak görüşlerine başvurulan yabancı bilim adamlarının ele aldıkları ülkenin (bu örnekte Türkiye), tüm sorunlarını analizleriyle açıklayabildikleri nispette değerlidir. Dolayısıyla içe dönük öz oryantalist/ anakronik tutumun özellikle de bir Türk araştırmacıya aldıracağı mesafe sorunludur.
Daha fazla ilerlemeden bu noktada durup, Türk milliyetçiliğini, Doğu’nun etnik milliyetçiliği başlığı altına sokmak isteyen bilim adamlarının, keyfini kaçıracak bir alıntıya göz atmak yerinde olacaktır. Buna göre, “İnsan topluluklarını, ‘ırk’ kavramıyla sınıflama eğilimi 19. yüzyılın hakim düşünsel ve bilimsel paradigması olan pozitivizm sosyal bilimlere uyarlanmasının bir ürünüdür diyebiliriz. …’Irk sınıflaması’ biyolojik değil, kültüreldir. Yani tarihsel akışın belirli bir özgül anında ortaya çıkmış, insan ve doğa hakkındaki bilginin sınırlarıyla malul ve insanların daha karmaşık biçimlerde düşünebilen bir canlı türü olarak evrimleştiği günden bugüne kendisini ve diğer canlıları (insanları, hayvanları, bitkileri) sınıflama eğiliminin bir başka ifadesidir. Bu durumun en somut kanıtı günümüz gen teknolojisinin bizi getirdiği maddi bilimsel sonuçlardır.” (GÜLTEKİN, 2015: 93-107) Gerideki ifadeden anlaşılabileceği gibi milliyetçiliği veya herhangi bir ideolojiyi etnik- kültürel olarak ikiye bölmek, birine bilimsel diğerine ırkçı damgası vurmak son derece bilimdışı bir tutumdur. Zira kültürel milliyetçiliğiyle övünen Fransızların, iş soylarına geldiğinde, ırklarına sövüp saymaya başlamak yerine, ırklarını da önemseyen bir yaklaşımı tercih edecekleri kesindir. Aynı şekilde ırkçı olarak damgalanan Alman milliyetçiliğinin, dünyaya armağan ettiği bilimsel- sanatsal- evrensel yapıtlarla kültürel zenginlik- üstünlük yarışında, sahayı, iki büklüm Fransız kültürüne bırakmaya yanaşmayacağı düşünülmelidir. Doğallayın bir milliyetçilik ne kadar kültürel bazda yükselirse yükselsin, içinde ırksal ögeler de taşımaktadır ve bunun tersi de doğrudur. Böyle bir kabullenmeye varılmadan, “Hayali cemaat, ulusların hayali kurgulamalar oldukları”na (ki hiç kuşkusuz öyledirler de) dair tüm tumturaklı söylemlerin, içi-boş ceviz kabuklarından ibaret kalacağı aşikardır.
Devrim ve Topyekun “Özyönetim Hakkının” Seslendirilmesi
Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğu’yla savaşarak bağımsızlıklarını sağlayabilen Balkan milliyetçilikleri için özgürlüklerini ilan ettikleri son ana dek, Osmanlı devleti, “büyük- gelişmiş” bir devlettir. Başta Rumeli olmak üzere, filiz verdiği her bir toprak parçasında sadece Osmanlı’nın varlığını değil, birbirlerini de hedef almak zorunda kalan Balkan milliyetçilikleri- komitacılığı hareketlerinin etnik özgürleşme babında ne dünyaya ne bölgelerine vaat ettikleri en ufak ek bir özgürleştirme vaatleri bulunmamaktadır. (DURAL- ESELER, 2015: 4-8) Balkan Savaşları’nın başlangıcında bile Osmanlı devletinin başkaldıran müttefik Balkan devletlerini bir yerde durduracağı, alt edeceği fikrine sahip Avrupa kamuoyunun görüşleri, yukarıdaki tezi destekler mahiyettedir. Her ne kadar Balkan Savaşları’nda Osmanlı devleti konumu itibarıyla, içi- boşaltılmış, hantal, tükenmiş bir haldeyse bile Doğu milliyetçiliklerinden farklı olarak Türk milliyetçiliği, Osmanlı’yla beraber kalma kararlılığı gösteren tüm unsurlara, birlik- huzur teklif edebilecek, “Osmanlı Barışı”ndan taviz vermeyeceğini öne sürecek kapsayıcılığa sahipti. Geç uyanmış Batılı anlamda ulus- devlet olabilme şartlarına henüz ulaşamamış bir milliyetçilik olan Türk milliyetçiliği, geri kalmış sarmalına saplanmış olması nedeniyle elbette tipik bir Doğu milliyetçiliği görünümü sergilemektedir. Ayrıca dinsel hiçbir yetkinliği bulunmamasına hatta etkilendikleri olgucu fikirler nedeniyle Tanrısallığın kendisiyle sorunları bulunan İttihat ve Terakki mensubu aydınlar, yapıları gereği temsilcisi olamayacakları din olgusu üzerinden, yığınlardan halkı temsil etme onayı istemek gibi tuhaf bir açmazla karşı karşıyadırlar. Bu son husus da elbet Doğu milliyetçiliklerinin lider kadrolarının paylaştığı ve etnik esaslar üzerine kuracakları devletlerinde sıklıkla yüzleşmek durumunda kalacakları bir açmazdır. Ne var ki, dünyayı tanıma, yönetme ve örgütleme üstünlükleri açısından, Türk milliyetçisi kuramcılarının, gelişmiş Batı milliyetçiliğinin içinden konuşabilecekleri, en azından böyle bir yetiye sahip oldukları da kaydedilmelidir. Bu anlamda İttihat Terakki önderliğinin bir Doğu milliyetçiliği olarak değerlendirmesinden ziyade, Doğu ve Batı milliyetçilikleri uzamında bir “turnusol kağıdı” işlevi gördükleri belirtilmelidir. Batı- Doğu milliyetçilikleri arasındaki farklar, İttihatçı- Kemalist aydınların Tanzimat’tan beri tevarüs ettikleri iklimi kavramadan anlaşılamayacaktır. Üstelik siyasal yolculuklarını, “4 Temmuz Amerikan devrimi, 14 Temmuz Fransız Devrimi, 24 Temmuz II. Meşrutiyet Devrimi” (HANİOĞLU, 2010) olarak sunacak kadar önemli bir misyon yüklendiklerine inanan İttihat Terakki önderliğinin, sunduğu vizyona erişebilecek tek III. Dünya milliyetçiliğinin, yine Türkiye’den yükselen Kemalist milliyetçilik olduğunu anımsatmak, haddini aşan bir değerlendirme olmayacaktır.
İttihat Terakki sürgün, kovuşturma- baskınların defalarca yapılan tüzük değişiklikleri ve giriştiği darbe girişimleri ardından yirmi yıla yakın süren siyasal mücadelenin meyvesi olarak, II. Meşrutiyet’i ilan edip, “Denetleme İktidarı”na kavuşabilmiştir. Babıali Baskınına dek ne kadar güçlü olursa olsun, “Tam İktidarı” ele geçiremeyen örgüt, siyasal bir parti olarak suikast- baskı politikalarına yer yer başvurmasına rağmen, insiyaki de olsa demokratik teamüllerin yerleştirilmesine önayak olmuştur. Bu meyanda 23 Temmuz’da Saray’ın onayı beklenmeden Makedonya’da ilan edilen, II. Meşrutiyet’in, “Halkın değil ama toplumu bütünleştirici güçlerinin (İttihat Terakki önderliği) halk adına, tüm Osmanlı bileşenlerini kapsayan ‘özyönetim/ kendi kaderini tayin hakkını ilanı” anlamını taşıdığı varsayılabilir. Gökbayır’ın aşağıdaki değerlendirmesi, bu makalenin yazarını, “özyönetim hakkı”ndan bahsetmeye götüren temel itkiyi oluşturmanın yanında, İttihat Terakki önderliğinin, ülkedeki tüm topluluklarla paylaşabileceği ortak değerlerin bulunduğunu tanıtlamaktadır:
“Fakat Meşrutiyet’in ikinci defa ilan edilmesini İT ile birlikte halk da (özellikle azınlıklar) istemişti ve bunu bayram havası içerisinde günlerce kutlamıştı. Meşrutiyetin ilanından hemen sonra hükümet tarafından hazırlanan bir irade ile ‘Hafiyeliğin İlgası’ gerçekleştirilmiş ve hemen akabinde ‘Umumi Af’ ilan edilmişti. …Anadolu’da ise halk kutlamaların yanısıra istenmeyen yöneticileri zorla görevden uzaklaştırmaya başlamıştı.” (GÖKBAYIR: 74)
Modernleşmenin Sacayakları
Dolayısıyla anılan yönleriyle II. Meşrutiyet devrimi halkçıdır, meşrudur, çağcıldır. Üstelik İttihat Terakki önderliği, II. Meşrutiyet Devrimi başlangıcı ve sonrasında en az Fransa burjuva iktidarları kadar, “cumhuriyet- demokrasi ilişkisinin” gerilimi altında savrulmaktan kurtulamamıştır. II. Meşrutiyet Devrimi’nin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla bitecek zincirin ilk halkası olduğunu savlayan Prof. Dr. Sina Akşin ise devrimin hemen ertesinde ülkede esen özgürlük havasını, “Meşrutiyetin ilan edilmesiyle birlikte toplum yaşamında büyük bir canlanma oldu. 24 Temmuz’da gazeteler nüshalarını sansüre göndermediler. Gazete, dergi, kitap olarak büyük bir yayın furyası başladı. Kadın hareketleri (örgütler, yayınlar) işçi hareketleri (örgütlenmeler ve grevler) ortaya çıktı. Bu arada Prens Sebahattin Avrupa’dan döndü” (AKŞİN:47) sözleriyle betimlemektedir. Akşin’in özellikle basının özgürleşmesi ve kurulan dernekler yoluyla sivil toplumun bir mücadele alanı olarak adres gösterilmesine ilişkin tespitleri, Türköne’nin, modernleşmenin aşamalarına anlatırken kullandığı, “Bağımsız aydın- gazete- gazete okuru” üçlemesinin oluşumuyla yakından alakalıdır. Aslında bu üçleme salt modernleşmenin değil modernleşmenin mütemmim cüzlerinden, uluslaşma/ milliyetçilik açısından da yaşamsal öneme haizdir. Türk milliyetçiliği, “Bağımsız aydın- gazete- gazete okuru” üçlemesinden, Genç Kalemler, Türk İli, Turan ve Türk Yurdu dergileriyle nasibini aldı. Özellikle Türk Yurdu (1911) dergisi dönemin Osmanlıcı, siyasal İslamcı hatta Ethem Nejat gibi sosyalist kalemlerinin de fikirlerini paylaşabileceği ortak bir düşünce kürsüsüne evrilerek, Türk milliyetçiliğinin dönemin diğer ideolojileri karşısındaki zaferinin ilanına katkıda bulundu. O döneme dek çıkan Osmanlıcı kurtuluş- ihya algısını değiştirerek, kurtuluşun tüm Türkleri birleştirecek ortak bir siyasal ülkü yaratma- savunma mekanizmasıyla mümkün kılınacağını savlayan Türk Yurdu (YILDIRIM, 2014:78), Türk milliyetçiliği hareketinin modern bir ideoloji olarak gelişmesine katkıda bulundu.
Bir imparatorluk yapısı içinde ulusal temsil ve hakimiyeti elden geldiğinde işletmeye çalışan İttihat Terakki Partisi, 1876 Kanuni Esasi’sinde yürütmeyi sembolik düzeye indirgeyen, yürütmeyi güçlendirmek adına ülkeyi adı konmamış bir “Saltanat Şurası”yla yönetmeyi benimseyen maddelerle mücadele etmiş ve gerçekleştirdiği 1909 Kanuni Esasi değişiklikleriyle, adeta yepyeni bir Anayasa’yı yürürlüğe koymayı başarmıştı. Çoğu yeri Ahrar Fırkası’nın 1908 Seçim Bildirgesi’nden, “türetilen” 1908 seçim bildirgesinde gözetilen, “muhafazakar modernleşme” yaklaşımının icraatta aşmaya çabalayan ittihat ve Terakki, yasamayı yürütme karşısında güçlendirmiş, Sadrazam ve Bakanlar Kurulu’nun padişaha değil, Meclis’e dolayısıyla da halka sorumlu hale getirilmesini sağlamıştır. İttihat ve Terakki eliyle parlamenter yaşamın düzenlenmesi yolunda atılan diğer adımlar ise Kili- Gözübüyük’ten özetlenerek, şu şekilde sıralanabilir: “Kanun teklifi için padişahtan izin alınması usulü kaldırıldı, kanun teklifi yapma hakkı yürütmeden yasamaya yayılarak genişletildi. Padişahın sürgüne yollama yetkisi kaldırılarak, Meclis’i, fesih yetkisi için Ayan Meclisi’nin onayı ve seçimlerin üç ay içinde yenilenmesi şartları getirildi. Meclis’in çağrıya bağlı olmaksızın her yıl ‘davetsiz’ toplanması kararı kanuna bağlanırken, padişaha kanunları onaylaması veya geri göndermesi için iki ay süre tanındı. Kanunları yayınlamamak suretiyle, Meclis çalışmalarını akamete uğratma riski doğuran güçlendirici veto uygulamasına son verildi. Anlaşmaların Meclis eliyle görüşülmesinden sonra yürürlüğe girmesi ve siyasal parti kurma izninin verilmesi.” (KİLİ- GÖZÜBÜYÜK, 1985: 75-78)
Denge- denet Mekanizmaları: Yürütmenin Güçlendirilmesi
Ne var ki İttihat Terakki tarafından gerçekleştirilen idari- yapısal reformlar yasamanın yürütme karşısından güçlendirilip, sultanın yetkilerinin kısıtlanmasından ibaret değildi. 2 Ağustos 1908’de yürürlüğe giren, “İntıhab-i Mebusan Kanun-u Muvakattı (Mebus Seçimi Geçici Kanunu)”, 1942 yılında 4320 Sayılı Mebus Seçim Kanunu’nun Meclis’ten geçişine dek uygulanmış ve İttihat Terakki önderliği, “ulusun kendi kaderini tayin hakkı”nın sarsılmaz bir belgesini Cumhuriyeti kuran kadrolara devretmiştir. Türklerin bir ulus olmadığı, dolayısıyla Wilson İlkeleri’nden yararlanamayacaklarına yönelik Balkan Savaşları’ndan Sevr’e tevarüs eden Batılı zihniyete, 23 Nisan TBMM’yi açarak karşılık vermeyi deneyen Mustafa Kemal ve arkadaşları, İttihatçılardan devraldıkları bu kurumsal yapı olmasaydı, uluslararası platformda altı oldukça boş bir zemin üzerinde yürümeye çalışacaklardı. Ancak neredeyse İttihatçıların, “kılıç artıkları”yla Anadolu’dan seçilen Kemalist üyelerden müteşekkil son Osmanlı parlamentosu, “Felah-ı Vatan” Grubu altında birleşen ulusal güçlerin baskısıyla Misak-ı Milli’yi onaylamış (OLGUN, 2011:10-11) ve bunun bedelini İşgal Güçleri’nce kapatılarak ödemiştir. İşte Mustafa Kemal’in 23 Nisan 1920 Ankara’da topladığı TBMM, son Osmanlı parlamentosunun kurumsal varlığını devralan bir devamı niteliğindedir.[4] (GÜNEŞ, 1997: 48-49) Hukuksal geçerliliğini bir önceki parlamentonun haksız kapatılması kararına dayandırmaktadır. İttihat Terakki’den Kemalist Devrim’e uzanan süreçte yaşanan bu gelişme, Türkiye’yi III. Meşrutiyet’ten[5] Cumhuriyet’e taşıyan, kopuş içinde süreklilik paradigmasının en önemli sacayağını teşkil eder.
İttihat Terakki Partisi’nin ekonomik alanda attığı adımlara gelmeden, Osmanlı iktisadi hayatında azınlıkların yerine ait, artık klişeleşmiş hatalı yorumu, bir daha gözden geçirmek lazımdır. Bilindiği gibi Türkiye’de gerek sağ gerekse sol kesimin üzerinde hemfikir olduğu “siyasal tekerlemeler”den biri, Osmanlı iktisadi mekanizmasında kilit konumların azınlıklarca paylaşıldığı, imparatorluğun son dönemlerde ülkenin kapitalist pazar mekanizmasına uyum sağlaması için seferber olmak yerine, yabancı şirketlerin Galata Bankerliğini yürüten azınlık burjuvazisinin, devleti zayıflattığına ilişkin olanıdır. Gerçi klasik Osmanlı devlet geleneğinde ne ulusal burjuvazinin eksikliği çekilmiş ne de siyasal özgürlükçü ekonomik dönüşümü gerçekleştirecek, Türk- müslüman kadrolara ihtiyaç duyulmuştur. Yine azınlık burjuvazisinin Osmanlı’nın çöküş döneminden itibaren emperyalizmle işbirliği kurduğu da haklı bir eleştiridir. Ancak azınlıkların Osmanlı’da iktisadi hayatta hakimiyet kurması, dönemin Rum, Ermeni ve Yahudi işadamlarının devlete karşı edimli bir komplo faaliyeti yürüttüklerine dair tezler gerçekçi ve soğukkanlı değerlendirmelerden ziyade anakronik bir tarih okumasının, olmadığı yerde bile “düşman ilan etme” gayretkeşliğinin ürünüdür.
Azınlıklar- Eğitim- Ulusal İktisat Politikaları
Osmanlı’nın Yükseliş Dönemi’nde bizzat devlet eliyle kurulan toplumsal işbölümünde dinsel devlet bürokrasisi Türklere, askeri görevler, (Türk- müslüman, askeri- bürokratik devlet dizgesinin temel yükü müslüman olup devşirilmeleri koşuluna bağlı olarak Balkan uluslarının seçkinleriyle Tımarlı Sipahi’nin önde gelenlerine bırakılmıştı. Kanuni’nin kapitalist pazar ekonomisiyle uyuşum içinde çalışacak ulusal bir pazara gereksinimi olmadığından, sivil- askeri bürokrasi müslüman/ müslümanlaştırılmış (Hristiyan- Yahudi) nüfustan derlendi. Askerlik- yönetim sanatı seçkin meslekler ve yönetici sınıflar arasına girmek için geçerli akçe olduklarından, bu mevkileri işgal eden müslümanlar, “Millet-i Hakime” olarak adlandırıldılar. Fetih ekonomisi üzerine kurulu dev bir imparatorlukta ticaret ne saygın ne de yaşamsal öneme haiz bir unsurdu. Tarımsal üretimi zaten Anadolu köylüsü Türkler yapıyordu. (KODAMAN, 1991: 190-191) Tıpkı Antik Yunan’da Atina demokrasisinde yurttaşların çalışmaması kuramı gibi Osmanlı Yükselme Devri’nden Duraklama Döneminin ortalarına değin, azınlıklar tarımsal üretimin üzerlerine düşen kısmını ifa etmenin yanısıra, Türk ve müslümanların pek sıcak yaklaşmadığı ticaretle meşgul olarak, devlet yapılanmasında kendilerine bırakılan boşluğu, doldurma yolunu seçtiler. “19. Yüzyıl ortalarına kadar İmparatorluktaki tüm bankacılık işleri, Galata bankeri diye adlandırılan Yahudi, Ermeni ve Rumların elindeydi. Osmanlı İmparatorluğu’nda hükümete, saraya ve vilayet valilerine borç vererek ve başta vergi gelirlerinin transferi olmak üzere para transferlerini düzenleyerek yüzyıllardır para- kredi piyasasına hakimdiler” diyen Canyaş’ın belirttiği gibi (CANYAŞ: 5680), 1840’lı yıllara dek azınlık burjuvazisi, devlet yöneticisi seçkinlerin, “yardımcı aygıtı” işlevine sahiptiler. Doğallayın azınlıkların ticaret ve para ekonomisinde zamanla uzmanlaşıp, temel bir sınıf haline evrilmeleri (azınlık burjuvazisi) başlangıçta ne Türklüğe karşı yürütülen sinsi bir huruç operasyonu ne de bu azınlık unsurlarca güdüldüğü ileri sürdürülen “Türk düşmanlığı”nın sonucuydu. Çifte Devrimler Çağı’nda kapitalist pazar mekanizmalarının küresel hakimiyetin anahtarı konumunu kazanması ve Osmanlı devletinin yapısal özellikleri sebebiyle kapitalist dünyanın gerisinde kalmasına dek, azınlıkların ticaret- bankacılık işlerindeki üstünlüğü, Türk- müslüman unsurların dikkatini de fazla celbetmezdi. Zira Osmanlı’da kamu hukuku alanında müslümanların konumu gayrımüslimlere nazaran daha ilerideydi.
Bu bağlamda Osmanlı Milet Sistemi’nin çöküşü, büyük oranda klasik imparatorluk düzeninden dünyanın küresel bir pazar olarak şekillendiği, kapitalist piyasa ekonomisine geçişte yaşanan başarısızlığın sonucudur denilebilir. Tıpkı Roma İmparatorluğu’nda olduğu gibi aşırı merkeziyetçi Osmanlı devlet yapılanmasında, toplumsal “gazın” alınması, yerel cemaat yapılanması (yatay iktidar) dolayımıyla gerçekleştiriliyordu. Roma İmparatorluğu’nda “kilisenin” üstlendiği “yatay toplumsal örgütlenme”yi, Osmanlı Devleti’nde herbir azınlığı kendi içinde farklı birer tren vagonu gibi biçimlendiren dinsel cemaatler yürütüyordu. İttihat Terakki döneminde yapılan anayasal reformların ulusal pazarı bütünleştirip, tüm Osmanlı coğrafyasına refahı üleştirmeye yetmeyeceğini sezinleyen azınlıklar, gerektiğinde hem Osmanlı hem de dinsel cemaat örgütlenmesine bayrak açma pahasına, ulusal pazarın daha kolay kurulabileceğini varsaydıkları, ulus- devletlerini kurma mücadelesine giriştiler. Balkan milliyetçiliklerinin hemen hepsi zamanla içine yuvalandıkları Hıristiyan dinsel cemaat örgütlenmesi içinde pişip olgunlaştılar. Aynı milliyetçilikler, Osmanlı boyunduruğundan kurtulur kurtulmaz ulusal pazar- ulusal devlet- ulusal para birimlerini oturtup, kiliseyi devletin merkezi otoritesine bağlamaktan geri durmayacakları. Aynı yıllarda Balkan milliyetçiliği önderleri ulusal dillerini mitolojik bir ergimeyle yeniden keşfedip, “halka doğru” çağrısını dillendireceklerdir. Hal böyleyken ittihat Terakki döneminde Türk müslüman unsurları birbirine bağlayan yerel örgütlenmenin temelini oluşturan yatay iktidar yani İslami söylemin dozajının giderek azaltılıp, dinsel söyleme alternatif olarak, “Halkçılık” akımının başlatılması neden garipseniyor? Bu hususu anlamak oldukça güçtür.
Oysa temelini imparatorluktaki din- mezhep farklılıklarına yaslayan tüm yerel iktidarlar, ulus- devlete giden yolları tıkayan temel engellerdi. İttihat Terakki’nin son dönem Osmanlı Modernleşmesinin temeline yerleştirdiği Osmanlı Halkçılığı, meşruiyetini toplumsallaşma çabası, ulusal program uygulama arayışı olarak değerlendirilebilir. (YILDIRIM: 87-88) Osmanlı Halkçılığı, fırtınadan sonra devlet sınırları içinde kalacak tüm unsurlara yönelik, o denli önemli bir harçtı ki, bu harcın başat ögesini temsil eden Türkçülük politikasının altı kalın çizgilerle çiziliyordu. Üstel, Osmanlı Halkçılığının önemini, şöyle aktarır: “Dünyadaki tüm milletler içinde en saf, en temiz yürekli, en cesur ve en hamiyetli Türklerdir. … Türkler 600 sene evvel bir hükümet tesis ettikleri zaman ilk müessisin namına ona Osmanlı demişlerdir. Şu halde Türklerle Osmanlı birdir. Yalnız Türkler arasında bulunan ve Türk hükümetine tabi olan diğer bir takım kavimler vardır ki; Osmanlılık namı, bunlara da şamildir. Türklerle beraber bunların hepsi, Osmanlı milletini, Osmanlı devletini teşkil ederler.” (ÜSTEL; 2009: 178)
Osmanlı Halkçılığından 6 Oka
İttihat Terakki’nin savunduğu Osmanlı halkçılığı, yeni Cumhuriyet’te devrimin gerektirdiği rötuşlar yapılarak, 6 Ok aracılığıyla yerleştirildi. Tıpkı İttihat ve Terakki gibi Halkçılık prensibini Laiklikle tümleyen Kemalist Devrim’in seçkinleri, ideolojik kadrolarını berkittikleri İttihatçı aydın- bürokrasi aracılığıyla, Cumhuriyetçilik- Devletçilik (Ne de olsa List modeli kalkınma Parvüs Efendi- Kazanlı Musa Akyiğit- Ziya Gökalp’in eserleri aracılığıyla, Osmanlı’dan Kemalist döneme aktarılmıştı) – Milliyetçilik- Devrimcilik ideolojisine inançla sahip çıktı. Lozan’da Cumhuriyeti kuran elitlerin ortaya koyduğu iradeyle, Türk dar (etnik olarak Türk) ve geniş anlamlı (Yahudi Türk, Rum Türk, Ermeni kökenli Türk) olarak yeniden tanımlanarak, eski rejimde müslümanları imleyen, “Milleti Hakime” dengesi, Türklük üzerinden yeniden tesis edilemeye çalışıldı. Bu anlamda Cumhuriyetin etnik çözümü, “Milleti Hakime” anlayışının daha sınırlı bir coğrafyada geri getirilmesiydi ve Cumhuriyet, Jön Türk hareketiyle yaygın ideolojik- kişisel bağı nedeniyle son dönem Osmanlı Devleti’nin bir devamı niteliğindeydi. (KIESER, 2005: 383) (Yeniden kopuş içinde süreklilik tezi)
Aslına bakılırsa azınlıklarla ilgili ikinci sorun eğitim alanında faaliyet gösteren “Azınlık- misyoner okulları”yla ilgiliydi. Devlet bütçesinde tenkisat yapılması politikalarına koşut olarak kurulmasına izin verilen azınlık- misyoner okulları, giderek birer casusluk yuvasına dönüşmüş ve söz konusu misyoner grupların faaliyetleri, “kabul edilebilir misyonerlik” boyutunun çok ötesine geçmişti. Osmanlı bütçesinin yükünü hafifleterek, Osmanlılık bilincini yaymaya katkıda bulunacağı düşünülen Azınlık ve misyoner okulları, Amerikalı protestan vakıfların yönlendirmesiyle, azınlık milliyetçiliği- ayrılıkçılığın merkezilerine gibi faaliyet gösteriyorlardı. Başlangıçta Osmanlı merkeziyetçi idare yapısının gevşetilmesi, adem-i merkeziyetçi bir yapıya geçiş yönünde ılımlı federalist tepkiler olarak dile getirilen talepler, azınlık- misyoner okullarının, giderek Osmanlı eğitim sisteminin, devlet otoritesinden arındırılmış ,“kurtarılmış bölgeler” haline gelmeleriyle sonuçlanmıştı. İşte İttihat Terakki önderliği eğitim reformu kapsamında azınlık- misyoner okullarının Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanması, Türkçe dilinin verimli şekilde öğretilmesi, ders müfredatının Bakanlık denetimine gönderilmesi, bu hususlara riayet etmeyen okulların kapatılması politikasını yürürlüğe soktu. Rum azınlığın benimsemekte hayli zorlandığı bu uygulama sonunda, Rum azınlık okullarına bir takım tavizler verildi. Devletin erki, “sorunlu- kusurlu- eksik” bulunan okulların geleceğinin, Patrikhane ile görüşülerek çözümlenmesi ara-formülüyle Rum okullarına benimsetildi. “Tevhid-i tedrisatın” sağlanmasına yönelik atılan adımlarda, Cumhuriyet dönemi kadar ileri gidilemese bile medreselerde yapılan düzenlemeyle, dinsel eğitim veren bu kurumlar birer “asker kaçağı yuvası” olmaktan çıkarıldı.
Sonuç: İttihat Terakki Tarihsel Mirasından Birlik Tartışmalarına
Ermeni Tehciri’nin ardından boşta kalan Ermenilere ait taşınmaz mal- işletmelerin, İttihat Terakki’ye yakın ve henüz palazlanmaya başlayan Türk burjuvazisi tarafından yağmalanması, Osmanlı devleti açısından, “hoş olmayan” bir icraattı. Ancak zorunlu göçe tabi tutulan yaklaşık 800 bin Ermeni’den arta kalan birikim, taşrada İttihat Terakki ile uzlaşmak için kendilerine, “ödün verilmesi”ni bekleyen taşra tüccarları- toprak ağalarının partiyle ilişkiye geçmesini sağladı. Aynı toplumsal kesimler, benzer beklentilerle Kurtuluş Savaşı döneminde Kemalist önderliği de sorunsuz biçimde desteklemeyi sürdürdüler. Son olarak özellikle Kara Kemal’in örgütçülüğüyle başlatılan kooperatifçilik- şirketleşme faaliyetleri, cılız ulusal burjuvazinin nefes almasına yardımcı oldu. Osmanlı’da faaliyet gösteren yabancı şirketlerde yazışma dilinin Türkçe yapılmasıyla, Türk yurttaşlarına özel kesimde (sektör) beyaz yakalı çalışma yolu açıldı, 1908-1918 yıllarında kurulan 236 şirkete Ziraat Bankası’ndan açılan kredilerle, yerli üretici- sanayicinin finans sorunları halledilmeye çalışıldı. 1914 senesinde kapitülasyonları tek taraflı olarak kaldıran İttihat Terakki yönetimi, başlangıçta müttefiki Almanya’nın bile kabul etmediği bu uygulamayı, yaşama geçirebilmek için 1917 senesine dek uluslararası platformda yoğun bir mücadele yürüttü. Sonuçta Almanya’nın içinde Osmanlı’dan kapitüler tavizler koparmaya yönelik maddeler bulunan hiçbir belgeyi imzalamayacağını açıklamasıyla, kapitülasyonların kaldırılması tek taraflı bir olgu olmaktan çıkarıldı. (DURAL, 2014: 410)
Sonuç olarak İttihat ve Terakki kadrolarının genel özellikleri arasında sayılan, “Genç olmak, mektepli olma, yönetici sınıflardan gelme, Türk olmak/ Siyasal Türkçülüğü ve burjuva zihniyetini savunmak”, (AKŞİN: 46-47) burjuva demokratik devrimini başlatan temel itkileri kapsamaktadır. Çoğu küçük burjuva zihniyetine sahip, Batılı modern eğitim kurumlarının içinden yetişmiş bu kadrolar, kimilerinin iddia ettiği gibi İmparatorluktan Cumhuriyet’e geçişte basit bir “ara dönem” olarak sayılıp, geçiştirilemez. Bu dönemi belki de Tanzimat’la başlayan Türk modernleşmesinde, Osmanlı idari reformlarını Türkiye Cumhuriyete taşıyan bir tutamak noktası ve/ veya Cumhuriyetin “önsözü” olarak tanımlamak çok daha yerinde olacaktır. Doğallayın Türkiye’de ulus- devletin, “modüs vivendisi”nin ve Cumhuriyet’in geleceğinin tartışılmaya başlandığı her tarihsel uğrakta, dillendirilen tüm görüşler 24 Temmuz’da yakılan ulus- devlet meşalesinin desteklenmesi/ eleştirilmesi ya da meşalenin yaydığı ateşin yol göstericiliğinde yeni bir terkibe akmaya mecbur kalacaklardır.
KAYNAKÇA:
AKŞİN, Sina (2004), Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi (İmaj, Ankara)
AKŞİN, Sina (1998), Jön Türkler ve İttihat Terakki (İmge, Ankara)
AVCIOĞLU, Doğan (1971), Türkiye’nin Düzeni-I (Bilgi, Ankara)
BELGE, Murat (2006), Linç Kültürünün Tarihsel Kökeni Milliyetçilik (Agora, İstanbul)
CANYAŞ, F. Orkunt (2014), “Osmanlı İmparatorluğunun Son Döneminde Bürokratik Elitin Modernleşme Çabaları ve Misyonerlik Faaliyetleri”, Journal of Yaşar University (Yaşar Üniversitesi, İzmir)
ÇAVDAR, Tevfik (1999), Türkiye’nin Demokrasi Tarihi-I (İmge, Ankara)
DURAL A. Baran- ESELER, Bahriye (2015), “İmparatorluktan Ulus Devlete Rumelide Yaşanan Türk Göçleri ve Muhacirlik Sorunu”, Savaş ve Türk Kimliği: I. Dünya Savaşı’nı yeniden Düşünmek (Yayına Hazırlanan Esere Kabul Edilen Kitap Bölümü)
DURAL, A. Baran (2014), Atatürk ve Liderlik (Paradigma Akademi, Edirne)
DURAL, A. Baran (2013), “Balkan Nationalism in Considiretion of Nationalist- Revolutionary Leadership and Nationalist Turkish Litareture: The Loss of Western Rumelia/ Freedom Problem/ Events/ Portraits”, EasternQuestion, Imperial Diplomacy and Nationalism in the Balkans (Rota Pechat, Bourgas)
DURAL, A. Baran (2011), Pratikten Teoriye Milliyetçi Hareket (Bilge Karınca, İstanbul)
GÖKBAYIR, Satılmış (2012), “Gizli Bir Cemiyetten İktidara: Osmanlı İttihat ve terakki Cemiyetinin 1908 Seçimleri Siyasi Programı”, Çankırı Karatekin Üniversitesi SBE Dergisi c: III n:1 (TC Karatekin Üniversitesi SBE, Çankırı)
GÜLTEKİN, Ahmet Kerim (2015), “Cumhuriyetin Kuruluş Dönemi Açısından Antropoloji ve Irkçılık Tartışmaları Hakkında Görüşler”, Ankara Üniversitesi Dil- Tarih- Coğrafya Fakültesi Dergisi c: 55/1 (Ankara Üniversitesi, Ankara)
GÜNEŞ, İhsan (1997), Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisinin Düşünce Yapısı: (1920- 1923) (İş Bankası, Ankara)
HANİOĞLU, Şükrü (2010), “Kemalizm, Mustafa Kemal’in Öğrettiği Bir şey Değil”, Sabah 05- 09- 2010 (Sabah, 2010)
HOBSBAWM, Eric (2006), Milletler ve Milliyetçilik: Program, Mit, Gerçeklik (Ayrıntı, İstanbul)
KODAMAN, Bayram (2006), “II. Meşrutiyet Dönemi (1908-1914), Türkler c. XII (Ankara)
LENİN, Vlademir İlyiç (2004), Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması (Sol; Ankara)
KIESER, Hans Lukas (2005), Iskalanmış Barış: Doğu Vilayetlerinde Misyonerlik, Etnik Kimlik ve Devlet: 1839-1938 (İletişim, İstanbul)
KİLİ, Suna- GÖZÜBÜYÜK, A. Şeref (1985), Türk Anayasa Metinleri (İş Bankası, Ankara)
OLGUN, Kenan (2011), “Türkiye’de Cumhuriyet’in İlanından 1950’ye Genel Seçim Uygulamaları”, Atatürk Araştırma Dergisi c. XXVII s. 79 (ATAM, Ankara)
ORTAYLI, İlber (2008), Son İmparatorluk Osmanlı (Timaş, İstanbul)
TUNAYA, Tarık Zafer (1998), Türkiye’de Siyasal Partiler (İletişim, İstanbul)
ÜSTEL, Füsun (2009), “II. Meşrutiyet ve Vatandaşın İcadı”, Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce-I: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi (İletişim, İstanbul)
YARAMAN, Ayşegül (2001), Resmi Tarihten Kadın Tarihine (Bağlam, İstanbul)
YARAMAN, Ayşegül (1999), Türkiye’de Kaınların Siyasal Temsili (Bağlam, İstanbul)
YILDIRIM, Emre (2014), “Türkiye’de Milliyetçilik ve Milli Kimlik:Türkçülüğün Keşfi ve Ulus Devletleşme Sürecinde Türk Milli Kimliği”, International Journal of Social Sciences , n: 28 (JASSS, Adıyaman)
Dipnotlar
[1] Türk olmayan müslümanlar kastediliyor.
[2] Nitekim sol Sultan VI. Mehmed’in iktidardaki tutumu buna tipik bir örnektir.
[3] 1908’den itibaren İttihat Terakki’den sadece bir örgüt olarak değil aynı zamanda bir parti olarak da bahsetmeye başlamak gerekir. (yn)
[4] İkinci Başkanı, Ankara’ya ulaşabilen ve Malta’da sürgünde bulunan uzantılarıyla da. (yn.)
[5] “III. Meşrutiyet” kavramı, Porf. Dr. Sina Akşin tarafından bilim evrenine katılmıştır.
—————————————————–
[i] Bu çalışma, Hakan Boz editörlüğünde 2016 Aralık ayında İhtimal Yayınları tarafından piyasaya çıkarılan, “Bayrak, Kalpak, Revolver” isimli kitapta yer alan bölüm yazımdır. Dolayısıyla kaynak göstereceklerin kitaptaki makaleyi ve yayınevini esas almaları gerekmektedir. (yn.)
[ii] Prof. Dr., TC Trakya Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü.