Yıldızların Altında Yaşayan Şair, Ömer Bedrettin Uşaklı

Tam boy görmek için tıklayın.

Zamanı günlere, aylara, yıllara; hatta saatin akrep ve yelkovanına teslim etsek de değişen pek bir şey olmuyor. Zaman bir kuş gibi kanatlanıp maziye doğru uçup gidiyor. Zavallı insanoğlu ne kendi icat ettiği takvim yapraklarına söz geçirebiliyor ne de zamana.

İşte bir yılı daha geride bıraktık. Yeni yılı “hoş geldin” diyerek havai fişeklerle karşılasak da o da diğerleri gibi dur durak bilmeden ve bir teşekkür dahi etmeden geçip gidiyor. Zaman mı nankör yoksa insanoğlu mu anlaşılır gibi değil… Daha bir yıl önce 2024’ü de aynı heyecan ve sevinçle hem de kırmızılar giyerek karşılamamış mıydık? Neyse zaten 2025 bile şimdiden eskimeye başladı. Baksanıza, ocak’ı bitirip şubat’a merhaba dedik bile. Bir su gibi akıp giden zaman karşısında peşin peşin mağlubiyeti kabul eden bir şairin, ismi bende kalsın, şu mısralarını pek severim:

“Perde çeksek güneşe yine doğup batmakta,

Günleri tutsak etsek ne fayda var kâğıtta…”

Akıp giden bir zaman karşısında yirmi dört saatlik bir ömrü olan, elsiz dilsiz günlerin elbette dayanacak gücü yoktur. Zaten onların da böyle bir iddiası yoktur. Çünkü onlar da değişen mevsimlere göre yeşeren veya sararan bir yaprak gibi ya da batıp doğan yıldızlar gibi bu âlemde sadece ve sadece takvimlerin üzerinde bir görünüp bir kaybolmaktadırlar.

Bakın bir başka şair de takvimler için şöyle diyor:

“Takvimler ki; tarihin yıla düşen sözüdür,

Ne ararsan bulursun, bak da gör yaprağına.

Takvimler mazimizin gözüken ak yüzüdür,

Kuşkusuz bağlar seni bu vatan toprağına.”[1]

Evet söz şairden, şiirden, takvimden, maziden açılınca ister istemez geçip giden zamanın yapraklarında ufak ufak dolaşmaya başlıyoruz. Karşımıza birçok şair ve yazarın doğum ve ölüm tarihleri çıkıyor. Kimini doğum ve ölüm günlerinde adına yaptığımız anma programlarından dolayı hatırlarken, kimini de şu bilindik “Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür.” sözünün arkasına sığınarak unutup gidiyoruz… 

İşte, unuttuklarımızdan biri de 24 Şubat 1946’da vefat eden Ömer Bedrettin Uşaklı’dır…Oysa “Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına…” diye başlasam öyle tahmin ediyorum ki birçoğunuzun dudakları hemen Hicaz makamının nağmelerini terennüm etmeye başlayacak ve şairle birlikte o muhteşem yolculuğa çıkmaya hazırlanacaksınız. 

Kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına

Ey ufuklar diyorum, yolculuk var yarına

Ayrılık görünmüşken yâr tutmuyor elimden

Misafirim bugün ben, gurbet akşamlarına…

Hatırladınız değil mi bu şarkıyı? Sözleri ya da güftesi Ömer Bedrettin Uşaklı’ya bestesi Kaptanzâde Ali Rıza Bey ait olan bu şiir ve şarkı Türk edebiyatına ve Türk müziğine unutulmaz bir armağandır.  Bana kalırsa sadece bu, tek şiir bile Ömer Bedrettin Uşaklı’nın hafızalardan silinmemesi için yeter de artar bile…

Neyse, bu güzel mısralardan destur alıp evvela Ömer Bedrettin’in ahvalini kısaca hatırlayalım.

“Ömer Bedrettin Uşaklı, 1904 yılında Uşak’ta doğar.  İlkokula Uşak’ta başlayan Ömer Bedrettin, babasının memuriyeti dolayısıyla, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde tahsiline devam eder, ilkokulu Suriye’de bitirir. 1918 yılında, ailesi tarafından öğrenim maksadıyla İstanbul’a gönderilen Ömer Bedrettin önce Nişantaşı Sultanisi’nde, sonra biraz da Kabataş Lisesi’nde okur, babası Sivas Kadılığına tayin edilince oraya giderek iki yıl Sivas Sultanisi’ne devam eder.

Bu yıllar Mütareke sonu ve Millî Mücadele yıllarıdır. Uşak’ın Yunanlılar tarafından işgali üzerine, Ömer Bedrettin’in Uşak’ta bulunan annesi ve küçük kardeşi de Sivas’a gelirler. Savaş sonrası okuması için tekrar İstanbul’a gönderilen Ömer Bedrettin önce Kabataş Lisesi’ni bitirir ardından Mekteb-i Mülkiye’ye girer ve 1927’de mezun olur.”[2]

Bursa’da başladığı devlet memurluğuna sırasıyla, Mudanya, Manavgat, Ünye, Şavşat ve Edremit’te kaymakamlık, Artvin’de Vali Vekilliği yaparak devam eder. 1943 yılında Kütahya Milletvekili seçilerek Meclise girer ve 1946’da yakalandığı verem hastalığından kurtulamayarak hayata veda eder.

Hayatının en verimli çağında terk-i dünya eyleyen Hüsn-ü Aşk şairi Şeyh Galip gibi Ömer Bedrettin’de 42 yaşında aramızdan ayrılır. Gerçi Orhan Veli 36’sında Cahit Sıtkı Tarancı da 46’sında çekip gitmişlerdi bu dünyadan.  Ee, ne diyordu Derviş Yunus: “Gelen geçer, konan göçer, nasip oldukça yer içer…”

Şair, yazar, gazeteci Halil Soyuer “Şair Dostlarım” kitabında Ömer Bedrettin ile ilgili hatıralarından bahseder.

“1933 yılında Edremit Ortaokuluna başladığım zaman, okul müdürümüz ve Türkçe öğretmenimiz merhum Mahir İz Bey bir dersimizde bize Ömer Bedrettin Beyin “Deniz Hasreti” şiirini yazdırmış ve ezberlememizi istemişti.

Gözümde bir damla su deniz olup taşıyor

Çöllerde kalmış gibi yanıyor, yanıyorum.

Bütün gemicilerin ruhu bende yaşıyor

Başımdaki gökleri bir deniz sanıyorum.

Halil Soyuer, “O yıllarda şiirini ezberlediğim bu şairi, üç yıl sonra Edremit Kaymakamı olarak tanıyacağım aklımın kenarından bile geçmezdi”[3] diyor ve devam ediyor hatıralarını anlatmaya. Bana göre anlattıkları arasında en dikkat çekici olanı lise 1.sınıf öğrencisiyken Edremit Kaymakamı şair Ömer Bedrettin Uşaklı ile tanışmasıdır.

“…Edebiyat kitabımızda Ömer Bedrettin Gökbelen’in (o tarihte soyadı Gökbelen idi. Sonradan Uşaklı olarak değiştirmiş) “Deniz Hasreti” şiiri de vardı. Hocamız bize Ömer Bedrettin Beyden söz ederken kendisinin Edremit Kaymakamı olduğunu söylemişti. Daha durur muydum? Yılbaşı tatili için gittiğim Havran’da yerimde duramıyordum. (Havran o yıllarda Edremit’in bucağıydı.) Edremitli şair Mustafa Sutüven‘in Edremit’te bir kırtasiye dükkânı vardı. Kendisiyle tanışıyorduk. Mustafa Sutüven’in dükkanına koştum. Otur dedi. Kaymakam Bey her gün öğle yemeğinden sonra uğrar tanışırsınız.”[4]

O gün, o kırtasiye dükkanında ortaokullu yıllarından itibaren şiirle dost olan lise 1. sınıf öğrencisi ile şair Kaymakam tanışırlar. Aradan yıllar geçer 1944 yılında Ankara’da tekrar buluşurlar. Ama o gün biraz bitkin ve yorgun görmüştür Ömer Betrettin’i, Halil Soyuer.

İki yıl sonra bir yaz mevsiminde Ömer Bedrettin Bey’in verem hastası olduğunu Ahmet Kutsi Tecer’den öğrenir öğrenmez soluğu şair Kaymakam’ın evinde alır. Kapıyı hanımı açar ve Ömer Bey’in yanında sigara içmemesini rica eder.

“-Halil Bey, doktorlar, yanında sigara içilmesini kesin şekilde yasak etti. Ömer, kendisi içmiyor ama her ziyaretine gelene ikramdan da vazgeçmiyor. Sana da ikram ederse ne olur içme…

Odasına girdiğimde yatağında gazetesini okuyordu. (…) hoşbeşten sonra elini yastığının altına atmış, bir paket Yenice sigarası çıkarıp uzatmıştı. Üstadım ben sigarayı geçen ay bıraktım demiştim. Gülmüştü. Sonra da:

-Demek ki bizim hanım sana da tembih etmiş. Hâlbuki bilmezler ki sigara dumanı ile ölen bir Ömer Bedrettin “Yayla Dumanı” ile yaşar.”[5]

Gümüş bir dumanla ‘kapandı her yer,

Yer ve gök, bu akşam yayla dumanı;

Sürüler, çemenler, sarı çiçekler

Beyaz kar, yeşil çam yayla dumanı!

Ben de duman olsam senin yerine,

Dağılsam dağların şu mahşerine;

Güzelin saçına ve gözlerine

Ben girsem, ben dolsam yayla dumanı!..

Hani Hz. Ali’ye ait olduğu rivayet edilen bir söz vardır: “Öldükten sonra yaşamak istiyorsanız ölmez bir eser bırakınız.” Buna benzer meşhur bir söz de Victor Hugo’ya aitmiş: “Öldükten sonra yaşamak istiyorsanız ya okumaya değer şeyler yazın ya da yazılmaya değer şeyler yaşayın!”

Haklıymış şair, aradan çok zaman geçse de bu güzel şiirleriyle hem kendini hem de sevdiklerini maddeten olmasa da manen yaşatmayı başarmış.

Bakın mesela, “1938 yılında Edremit’te küçücük yavrusunu kaybeden Ömer Bedrettin Bey, mezarının yapımı için Kazdağı’nın Sarıkız tepesinden mermer getirilmesini şart koşuyor. Dediğini yapıyorlar o da şiir kitabının ismini “Sarıkız Mermerleri” koyuyor.[6]

Böylece bir yandan yavrusunu yitirmenin acısını, kederini mısralarla dindirmeye çalışırken bir yandan da ölümün elinden kurtardıklarını geleceğe taşıyor. Uzunca bir şiirdir Sarıkız Mermerleri, lakin o yavrucağa bir dua okur gibi bu şiirden bir parça okumadan ayrılmak mümkün değil. Buyurun okuyalım:

Bir parça istiyorum meşhur mermerlerinden …

Ne üstüne destanlar, sevdalar yazmak için;

Ne şekilsiz derdime bir şekil kazmak için

Fıskiyeli havuzlar, heykeller kurmuyorum;

Mermerinden saraylar yapıp oturmuyorum;

Bir şelale parçası, bir kevser ister gibi,

Onu çürütmeyecek bir cevher ister gibi;

Bir parça istiyorum meşhur mermerlerinden …

Ne Ceylan ne de ince Türkmen dilberlerinden;

Sarıkızın göz yaşı damlamış bir yerinden

Bir parça istiyorum meşhur mermerlerinden…

Toprağına gömdüğüm bir dağ sümbülü için,

Eteğine koyduğum bir küçük ölü için …

Pürüzsüz bir Türkçe, halk edebiyatının zengin pınarından yararlanılarak geliştirilmiş bir ifade şekli ve konusunu sadece bu memleketin toprağından, insanlarından ve özlemlerinden alan şiirlerdir, Ömer Bedrettin’in şiirleri.

Prof. İnci Enginün, “Ömer Bedrettin’in şiirlerini, işledikleri temalar bakımından üç ana grupta toplayabiliriz” diyor:

1.Deniz ile ilgili, biraz başıboş hayallerin hâkim olduğu şiirler…

  1. Ailesinin fertleriyle ilgili, kısmen biyografik şiirler.
  2. Memleket coğrafyasının ve memleket insanının işlendiği şiirler…[7]

Ömer Bedrettin’e en çok tesir eden şairler, Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Haşim ve Faruk Nafiz Çamlıbel’dir. Şiirlerini daha çok, o yılların güçlü fikir ve edebiyat dergisi Varlık‘ta yayımlayan Uşaklı, o yıllarda “Yedi Meşaleciler” in hayal iklimlerine yabancı kalmış, daha çok Faruk Nafiz geleneğinden gelen unsurlarla şiirler yazmıştır.

Yahya Kemal Beyatlı bir yazısında Uşaklı için şöyle der: “Vatan kainatımızı bir renk ve ahenk halinde temiz kalbinde terennüm eden şairlerimizdendir.”[8]

Ömer Bedrettin Uşaklı, ölümünden iki yıl önce Varlık dergisinin açtığı bir ankete verdiği cevapla memleketçi bir şairin edebiyat hakkındaki son düşüncelerini ortaya koymaktadır:

“Edebiyat, dil sanatında hayatın görüşü demek olduğuna göre onun da insan gibi bir muhiti, bir iklimi vardır. Bugün biz, siyasi ve içtimai bütün bir fikir sistemiyle nasıl önümüze doğru yönelmiş bulunuyorsak, edebiyatımız da elbet bu yönelişin bir ifadesi olacaktır.

Eskiden tezyif (aşağılama) manasına gelen “Türk” kelimesinin bu mana ifâsından kurtuluşu gibi, “millet” kelimesi de Osmanlı İmparatorluğunun şahsiyetsizliği, -renksizliği karşısında yükselen fikir kalesinin bayrağı olarak ihtiyaçtan doğma bir kelimedir.

Kuvayı Milliye, Millî Mücadele terkipleri hayatta niçin ve hangi ihtiyaçtan doğmuşsa “Millî Edebiyat” terkibinin “Millî” kelimesi de sanatta aynı ihtiyaçtan doğmuş ve ruh istiklâline kavuşmanın bir remzi olmuştur[9]

Ömer Bedrettin Uşaklı’nın şiirlerinden 10 tanesi çeşitli bestekarlar tarafından çeşitli makamlarda bestelenmiş olup halen radyo ve televizyonda çalınıp okunmaktadır.

Mesela, “Eğilmez başın gibi gökler bulutlu efem” ve yine mesela,

“Anlat bana gül goncası gördün mü dikensiz

Gül renkli yüzün benli de göğsün niye bensiz.”

Şayet ömrü uzun olabilseydi belki de daha nice güzel şiirler yazacak ve belki de kulaklarımızdan silinmeyecek nice güzel güfteleriyle Ömer Bedrettin Uşaklı yarınlara seslenecekti. Ama kader, ağını işte böyle örer…

Neyse, en iyisi biz gelin, hep birlikte şairimizi ölümünün 79. yıldönümünde o çok sevilen nihavent makamındaki güftesiyle analım:

Benim gönlüm sarhoştur

Yıldızların altında

Sevişmek, ah, ne hoştur

Yıldızların altında

Mavi nurdan bir ırmak

Gölgede bir salıncak

Bir de ikimiz kalsak

Yıldızların altında

Yanmam gönlüm yansa da

Ecel beni alsa da

Gözlerim kapansa da

Yıldızların altında

Dipnotlar:

[1] Şair Enver Özçağlayan, https://www.antoloji.com/takvim-yapraklari

[2] İlhan Geçer, “Ömer Bedrettin Uşaklı” Kültür ve Turizm Bak. Yay :702 Ank. 1986 s.11

[3] Halil Soyuer, “Şair Dostlarım” Türk Ed. Vakfı İst. 2008, s.75

[4] Halil Soyuer, age. s. 76

[5] Halil Soyuer, age. s.80

[6] Halil Soyuer, age. s.78

[7] İlhan Geçer, “Ömer Bedrettin Uşaklı” Kültür ve Turizm Bak. Yay :702 Ank. 1986 s. 17                                                                

[8] İlhan Geçer, age. s. 22

[9] İlhan Geçer, age. s. 24

Yazar
M. Hayati ÖZKAYA

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen