Yobaz Olan Kim ?

Yobaz, “herkesin, kendisi gibi düşünmesini İSTEYEN, başka hiçbir görüşe tahammülü olmayan tiptir” diye târif edilse, sanırım, kimsenin itirâzı olmaz.

Ancak, “Yobaz” denilince; akıllara, genellikle, dîne, İslâm’a körü körüne bağlı, dar görüşlü, lâftan anlamaz, sâbit fikirli, çekinilecek, uzak durulması gereken tuhaf “tip” gelir. Son on yıllar boyunca, bu “imaj” (şimdi, ‘algı’ diyorlar) zihinlerde yerleştirildi, çember veya uzun sakalla da ‘manzara’ tamamlanırdı. Hattâ, bâzı “çok çağdaş” gazetelerde, her Müslüman, “öyle” bir tip olarak sunulurdu. On yıl kadar öncesine değin “entel” zümrenin okuduğu, desteklediği bir gazetedeki “Abdülcanbaz” resimli serisini hatırlayanlarımız vardır. Aynı gazetenin İlhan Ağabeyi, bir konferans lütfetmek için Eskişehir’imizi şereflendirmişti. Belediye toplantı salonundaki konuşmasını yaparken, mahallî televizyonda izledim. Genellikle, seyr ederim de, o konuşmayı, kısmen de olsa, izledim. İlhan Ağabeyleri buyurdu ki:

Çok eski çağlarda, insanlar da (veya canlılar, hafızam beni yanıltabilir) dört ayak üzerinde yürüyorlardı. Derken, biri doğruldu: bu, bir solcu idi…   böyle devam edip gidiyordu, izlemeyi sürdürmedim. Özet olarak, insanın maymundan geldiği bayat teorisinden hareketle, günümüze doğru, gelişle ilgili görüşü aktarıyor, yorumda bulunuyordu.

Yadırganacak bir durum değildi; çünkü, okullarda yıllar yılı, maymundan geldiğimiz görüşü, sanki ilmî, ispatlanmış bir gerçekmiş gibi, zihinlere yerleştirilmişti. Günümüzde de, o görüşü benimsemiş olarak devam eden yurttaşlarımız vardır, normaldir. Ülkemizin geçirdiği çağdaşlaşma akımında, “Avrupa’dan, Batı’dan gelen her görüş, olduğu gibi, eleştirilmeden alınır” alışkanlığı ile bu görüşün, bu kanâatin de bazı yurttaşlarımızda devam etmesi, çok tabiîdir.

Buraya kadarı, hoşa gitmese de, eleştirilebilir olsa da, demokrasi, fikir hürriyeti zemîninde, kabûl edilebilir, tamamdır; ancak, bu, “çağdaşlaşan” tip, orada DURMUYOR: “Ben böyle davranıyorum, kimse karışamaz”da durmuyor;       “başkaları da, HERKES benim gibi davranacak” (moda tâbiriyle) MODUNA giriyor, agresif davranıyor, bunu, kendinde, “normal, irsî (uydurmacasıyla:kalıtımsal)”     bir hak olarak görüyor. Kelimenin tam manâsıyla YOBAZ kesiliyor.

En tâze, dumanı üstünde misâl:

Düzce’deki, Site ÇALIŞANInın, GÖREVLİnin, Sitede HAK SÂHİBİ, dolayısıyla, kendisine işverenler arasında bulunan bir hanıma, Sitedeki yüzme havuzuna, ALIŞAGELDİĞİ KIYAFETİN DIŞINDA, haşema ile girecek olan hanıma karşı DAVRANIŞI, KÜSTAHLIĞIDIR. Yönetici de aynı yobazlıkla mâlûl olduğunu                        göstermiştir. Olaya el konulmuş, gereken yapılmaktadır.

Gerek görevli, gerek yönetici, “üst tabaka”da olanlardan görmeğe hepimizin alışık olduğu havuz kıyafeti dışında bir kıyafetle -inancı gereği, bedeninin bazı yerlerini örtmesi gereğince- değişik kıyafetli bir hanım gelince, tepki gösteriyorlar.

Hani laiklik, inanç hürriyetinin garantisi idi? O sitede, hanımlar için ayrı yüzme havuzu yapılsa, bu defa da “harem – selâmlık yapılıyor, hangi çağdayız?” yaygaraları koparılmaz mı? Bu, bir zihniyet problemidir.

Ülkemizde, -bu durum son yılların problemi değildir- başlangıçtan beri doğru düzgün eğitim yapılsa idi, herhâlde böyle çiğ manzaralarla karşılaşmazdık. Cumhûriyetin ilk yıllarında, öğretmene, memura hem itibar hem de maddî destek sağlanırmış. Anlatıldığına göre, bir çavuş, kendisine verilen aylıkla, bir sığır alabilirmiş. Sonra bu tutum tavsamış, anlaşılan, memur sayısı artınca, öğretmen de sıradan bir memur olmuş. Yıllar önce, İstanbul’da Bostancı’da köprü üstünde, bir şemsiye satıcısıyla konuştuğumda, lise öğretmeni olduğunu söylemişti. Adam ne yapsın, aldığı aylık yetmiyordu, kendine ek bir iş bulmuştu.

Bu, tek, ayrı bir olay değildir; bir yıl oluyor: kendini “çağdaş” zanneden bir insanlık özürlü, yeni yetme bir genç kız, HİÇ TANIMADIĞI, sokakta karşılaştığı kendi yaşlarında başörtülü bir hanıma tokat atmıştı, mahkeme, bu utanmaz  yaratığa, taksitle iki bin lira para cezâsı (!) vermişti! Mahkemeden sırıtarak çıkıyordu.

Bu çirkin, tuhaf, iptidâî  eylemi yapmaktaki kabahatin hepsi onun değildi; öyle yetiştirilmişti,  iyi bir eylemde bulunduğunu zannediyordu.

Saldırıya uğrayan da bir öğretmen idi.

Başı örtülü hâkimi reddetmeğe kalkan şaşkın yok mu? “Başı kapalı” hâkimin, benim hakkımda tarafsız davranacağından şüphem var” diyen, öyle yazan çağdaşlarımız (!) yok mu?

Evet, bu, bir zihniyet meselesidir: insanımız, on yıllar boyunca, böyle bir anlayışa yönlendirilmiştir. Yeniliği, hep kurumlarda, görünüşte aradık; kendimizi yenilemeyi, geliştirmeyi hiç düşünmedik.

Evet! en büyük, en mühim işimiz: EĞİTİM.  

Peki, NASIL bir eğitim?

Doğru dürüst Türkçe öğretilmeden, Ana okuluna kadar inmiş olan İngilizce’yi kapı dışarı etmeden mi? (hemen ‘yabancı dil düşmanlığı’ diye zıplamayalım, lütfen; onun yeri ve ZAMANI başka!)

Bu milletin ferdlerinin NASIL olması gerekiyorsa, onu hedefleyen, yerli, millî değerleri esas alan, dünyaya açık, ‘hiçbir peşin hükme, sâbit fikre  kapılmadan’ rahatça düşünebilen, araştırabilen insan tipi yetiştirmeyi hedef edinen Eğitim!

*** *** ***

01 Ağustos 2024

Yazar
Mehmet MAKSUDOĞLU

Mehmet Maksudoğlu, Eskişehir’de Kırım kökenli bir âile içinde doğdu. İnkılâp İlkokulunu, Eskişehir  Lisesini ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesini bitirdi. İzmir İmam-Hatîp Lisesi’nde Meslek Dersleri Öğretmeni olara... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen