Esat ARSLAN
Artık bir “Galat-ı sahih”haline geldiği için ben de “Yunanistan”sözcüğünü yeğliyorum. Bilmem, Yunanistan’ın, Türk Millî Mücadeledeki marifetlerini merak eder misiniz? Marifet derken, -hikmetinden sual edilmez durum değil tabii ki- Türklere karşı işlemiş oldukları soykırım mertebesindeki, insanlığa karşı işledikleri suçları, en azından ayıpları kastediyorum. Çukurova’da Fransız-Ermeni vahşet ortaklığı ile yapılan “Yeşiloba Katliamı” gibi cinayetler ile hatta Fransızların Cezayir soykırımına insanlık dışı örnekleri Yunanlılara sunmuşlardır. Evet, sevgili okurlar, yaygın söylenişi aksine, “Yunan” yerine aslolan “Roma’nın hizmetkârı” ya da kısaca “Grek”;“Yunanistan” yerine de Trakya gibi, Kafkasya gibi “Grekya”sözcüğünü kullanmaktır, ama gelin görün ki, biz de bu kervana uyduk, diyelim. Şimdi isterseniz biraz da geçen haftadan yarım kalan bu Ege’nin öte yakasındaki çakma Yunanlılara dönelim, zannediyorum bu söylem, böylesi daha iyi. Yunanlılar 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir’e alayı vala’yla “Müttefiklerin Kılıcı” olarak takdis edilerek çıkmışlar, ama az bir süre sonra TBMM hükümeti‘nin akılcı politikalarıyla “İngilizlerin Kılıcı”haline gelmişlerdir. Yunanlılar, İzmir’e ayak basışlarından denize dökülüşlerine kadar “Millî Mücadele” yıllarında yaptıkları gerçekten de dillere pelesenk olacak biçimde proto-soykırım mertebesindedir. Bu konuda bayağı bilimsel düzeyde makale yazmış olduğumu tekrardan anımsıyorum. Ne diyeyim, meraklısı arar, bulur ve okur. Türklerin nasıl çöküşe, “izmihlal”e çok az kala nasıl kurtulduklarını, bu çetelere karşı nasıl direndiklerini öğrenir. Millî Şair Mehmet Akif Ersoy’un İstiklalMarşı’nın“Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal”dizesindeki Türk’ün gayretkeşliği, ölümü hiçe sayan duruşunu duyumsar ve iliklerine kadar hisseder. Buna şimdi de ihtiyacımız var.
Mütareke döneminde, “ulusal devlet” kuruluncaya kadar geçen süre içerisindeki 30 ‘un üzerinde yapılan “Şura ve Kongre İktidarları”döneminde Ulusal Kurtuluşa inanamayan Milli Mücadele karşısında yer alan bazı Çerkez kardeşlerimiz, Yunanlılara yanaşmışlar, Türklere karşı saflarını sıklaştırmışlardır. Bu arada söyleyelim “Şura ve Kongre İktidarları”o kadar önemlidir ki, 23 Nisan 1920 tarihinde TBMM kurulduktan sonra bile örneğin “Pozantı Kongreleri” bölgesel olarak kendilerine meşruiyet aramışlardır. İşte bu nedenle halkımızın sinerjisi bu şura ve kongrelere kanalize olmuştur. Ama o ayrılıkçı Çerkez kardeşlerimizin yaptıklarını bir kenara koymak istiyorum. Neden? Nedeni açık seçik ortada. Türk halkının 1860’lı yıllardan itibaren onlara evlerini ve kucaklarını açmadaki alicenaplığı karşısında onların yaptıkları öyle yenilir, hazmedilir, sindirilir cinsten değildir. Anımsayalım, bir defa, yüce halkımız, Doğu Kafkasya’da aşiretler arasında sağladığı birlik ile Rus işgaline dur diyen, Ruslara karşı 1834’ten 1859’a kadar büyük başarılar kazanarak direnen, ancak 1859 yılında Ruslara teslim olmak zorunda kalan İmam Şeyh Şamil’den sonra, Ruslar tarafından zorla göçürülen Çerkez kardeşlerimize Türk topraklarının en güzel yerlerini açmış, onları bağrına basmıştır. Peki, mütareke sırasında 60 yıl önce Kafkasya’da yapmış oldukları şanlı direnişlerini bir kenara bırakıp, Yunanlılara yanaşmaları gerçekten kabul edilebilir mi? Bırakın kabul etmeyi bu durum, insanın havsalasını alamayacak derecede üzücü bir olgudur. Hele ki Çerkez Ethem ve kardeşlerinin Yunanlılara tesliminden sonra, İzmir’de Yunanlıların gölgesinde başkanlığını eski Osmanlı Meclis-i Mebusan üyesi 150’likler listesine 67. sıradan giren İngiliz ajanı, Kuva-yı Milliye düşmanı, doğrudan Yunan Milisi Çerkez İbrahim Hakkı’nın “Şark-ı Karib Çerkesleri Temin-i Hukuk Cemiyeti”(Yakın Doğu Çerkeslerinin Haklarını Güvence Altına Alma Derneği) kurdurulmasına ne diyelim? Ha aklıma gelmişken, Yunanlılar, uçaklarıyla Çerkez Reşit imzalı “Ankara’daki hokkabazlar inanmayınız”biçiminde el ilanları atabilecek kadar küçülmüş olduklarını da hatırlatalım.
“Yakın Doğu Çerkezlerinin Haklarını Güvence Altına Alma Derneği”nin kurucuları da, 24 Ekim 1921 tarihinde İzmir’de toplanmış olan “Yakın Doğu Çerkez Kongresi”delegeleri arasından seçilmiştir. Kongrede en başta Batı Anadolu’da Çerkezlerin özerkliği talep edilmiş ve buna ulaşmak için izleyecekleri politikayı belirleyen İngilizce, Fransızca, Yunanca başta olmak üzere ve Türkçe dört dilde bir beyanname yayınlanmışlardır. Kongreye katılanların ortak bir dilleri olmadığı için kendi dillerinde maalesef bir beyanname çıkaramamışlardır. Evet, sevgili okurlar, bunlar çoğunlukla Adapazarı, İzmit, Düzce, Hendek, Bursa, Karamürsel, Bilecik, Geyve, Kandıra, Gönen, Erdek, Bandırma, Balıkesir gibi kent ve kasabalardan gelme “26” Batı Anadolulu Çerkez aşireti mensubudur. Bu kongre hakkında şöyle masumane savlar hep ileri sürülür. Efendim onlar bir kahvede toplanmışlar da, Kuva-yı Milliye’yikurtuluş çaresi olarak görmemişler de, peki öyle de o günkü ulaşım koşullarında göre “Güney Marmara”nire, “İzmir”nire? Bu kongreye katılanlar, yangından mal kaçırır gibi, kimin malını kime peşkeş çekmek için bir araya gelmiştir? Soru soruyu açıyor, neden “Kuva-yı Milliye”ye karşı “Hilafet Ordusu”nu kurmuşlardır? Niçin ulusal direnişi yıkmaya yönelik harekete geçmişlerdir? Ne için Kuva-yı Milliye Öncülerinden Edremit Kaymakamı Makedonya doğumlu Köprülülü Hamdi Bey’i şehit etmişlerdir?
Sadece bu kadar mı? Hayır, bin defa hayır, yüz bin defa hayır. Bu ayrılıkçı Çerkez kardeşlerimiz, Batı Anadolu’nun Yunan işgaliyle ilerlemesine koşut olarak Ege Adalarından Batı Anadolu’ya düzenlenen Türk avı safarilerine de liderlik etmişler, Türk yurtlarını, evlerini soyup soğana çevirmişler, hatta Yunanlılar tarafından Batı Anadolu Grek nüfusuna kurdurulan milis teşkilatında eğitimci olarak da yer almışlardır. Kedisi, köpeği ve koyunu kuzusu büyük baş hayvanlarıyla camilere doldurdukları İslam ahaliyi ateşe vermede hiçbir beis görmeyen Yunanlılara, bir Allah’ın kulu olarak çıkıp bu vahşet ortaklığına dur durak dememişlerdir. Bir de üstüne üstlük Yunanlılar tarafından Yunanistan’da kurulan örneğin Atina’nın kuzeyinde “Lisi”gibi tutsak kamplarında “Esir Kamp Komutanı”ve “görevlileri”olarak görev yapmışlardır. Yok ya derseniz, bunların birçoğunu 150’likler arasında görebilirsiniz. 15 Mayıs 1919 ‘da İzmir’e getirdikleri katliam gemisi “Patris” gemisine doldurarak İzmir’in ünlü Eşek Adasının açıklarında denize atarak “uçtu uçtu Türk uçtu” naraları ile boğdukları 8-10 yaşlarında Mekteb-i Sultani talebelerinin de aralarında bulunduğu binlerce Türk’ü katlettiklerini de bu arada söyleyelim.
Evet, nerede kalmıştık? Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devletinin “Teşkilat-ı Mahsusa”’nın Başkanlığını da yapmış olan Eşref Kuşçubaşı’nı ve onun silah arkadaşlarını da bu badireler içerisinde unutmamak lazım. Kuşçubaşı Eşref, Lozan Antlaşması’nın imzalanmasının ardından,”150’likler”maddesi uyarınca, II. TBMM tarafından “150’likler listesine” alınmış, 1924 yılında listedeki diğer kişilerle beraber Türk vatandaşlığından çıkartılmış ve memlekete girişi yasaklanmıştır. Burada ilginç olan bu adamların ihanetleri uluslararası bir antlaşma ve yasama organı tarafından belgelenmiş olmasıdır. Devamını getirelim, her şeye karşın, 150’liklerin bir kısmı 1938’de çıkartılan af kanunu ile Türkiye’ye dönebilmişlerdir, yüzü olanlar tabii ki… Türkiye’ye döndükten sonra İzmir yakınlarındaki çiftliğine çekilen “Kuşçubaşı Eşref”Bey, huzur-u kalple 1964’te Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Nadim olanlar, nedamet içerisinde bulunanlar Çerkez Ethem gibi, ülkeye dönememişlerdir. Peki, bu açıklamalardan sonra sizin de aklınıza bir soru gelmedi mi? Mutlaka gelmiştir, soru şu? Batı Anadolu’da çoğunun çiftlikleri olan Osmanlı derin devletinin bu adamları neden Kurtuluş Savaşına aktif olarak katılmadılar? Niçin Yunanlılara bendelik ettiler, neyin karşılığında bunları yaptılar? Yanıtlayalım, onlar da geçmişin FETÖ’leri idiler. Şimdi ki FETÖ gibi, gücün, paranın ve prestijin yanında yer almışlardı. Bütün bunlardan sonra demem o ki, bilmem katılır mısınız? Bilmiyorum ama bazı çevrelerde 150’liklerin ne kadar da masum bulunmasını bilmem anlayabiliyor muyuz? Unutmayınız, devran değişirse, yarın öbür gün FETÖ’cüler de af edilir mi, bu devlet bir de üstüne üstlük onlara tazminat öder mi? Bilmem şimdi anlatabildim mi? Çünkü geçmişten alınacak en büyük ders ondan ders almamaktır.
Yunanistan’ın yaptıkları sadece bu kadar mı? Hiç olur mu? Başkent “Atina” başka Anadolulu sözde Osmanlı yurttaşlarına da ev sahipliği yapmıştır. Kimlerdi, onlar diye sorarsanız, hemen söyleyelim. Ayrılıkçı Kürt kardeşlerimiz ve Ermeniler. Yunan Kuvvetleri Anadolu’dan çekilirken Yunan İstihbaratı güdümündeki Ermeniler, İzmir yangınını çıkartmışlar, asırların Türk motifleriyle anıtlaştırdığı ve yapılaştırdığı “Türk İzmir”’i “gâvur”ca yakmışlardır. Bu da bir başka makale konusu olsun.
Evet, sevgili okurlar, Ermeniler, melanet çıkarmak için Yunan İstihbaratı ve Özel Kuvvetleri tarafından el altında tutulurken, güya sürgündeki Kürt hükümeti onların tabiriyle “Kürt Hükümet-i Muakkatası”“Atina”’da kurdurulmuş ve Türkiye’deki ihanet şebekelerini harekete geçiren de şimdiki “PeKaKa” gibi bu şebeke olmuştur ve her türlü melaneti de bunlar üstlenmişlerdir. Bu Geçici Hükümet yayınladıkları bildirilerle“Kuva-yı Milliye”yi te’lin etmişler, Yunan uçaklarından atılan propaganda el ilanlarıyla Anadolu’da yerleşik Kürtleri Yunan kuvvetlerine yol göstericilik yapmaya sevk etmişlerdir. Şimdi sorarım size, Sakarya muharebesinde Ankara Polatlı’dan sonra 50 km iken, Yunan ilerlemesi neden Haymana istikametine dönmüştür? Hemen söyleyelim, bölgenin Kürt karakterinden dolayı. Onlar, bölgedeki Kürt köylerinin yardım ve yataklıklarına güvenmişlerdir. Onlar da bu görevlerini bihakkın yerine getirmişlerdir. Bunu bulgular değil, belgeler gösteriyor. Sizden istirhamım, bu konuları n’olur, iyi düşünelim ve detaylandıralım. Hatırlayın, Kürt kökenli eski Dışişleri ve Devlet Bakanı olan Bitlis milletvekili müteveffa Sayın Kamuran İnan, Türkiye’de ihanet içinde olan “407 dernek” ve “205.000 hain”den bahsetmiştir. Bu iddiasını delillendirmiş ve boşuna söylememiştir. Hele dışarıda devletimizi yabancı devletlere şikâyet eden, gammazlayanları gördükten sonra… İnsanın doğduğu topraklara sadık olmamasını, ihanet içinde entel dantel yetiştirmelerini bilmem anlayabiliyor musunuz? Hele ki, kendi kişisel hedefiyle dışarıdaki bir ülkenin millî hedefini birleştirmede, bütünleştirmede her hangi bir beis görmeyen bu intelecansiyaya ne buyrulur? Onlar, Türkiye Cumhuriyetinin eğitime ayırdığı paralarla, kul hakkıyla yetiştiler, milliyetçi başka Türk vatandaşların yetişmelerini de önlediler. Avrupa’ya çıktığınızda görüyorsunuz, Türkiye Büyükelçiliği önlerinde toplanan hatta çadır kuran ve yıkıcı eylem içerisindeki yasa dışı örgütlerinin faaliyetlerini görünce bir şey yapamamanın burukluğunu iliklerinize kadar yaşıyorsunuz.
Toparlayalım, bu arada “Sevr Siyasi Tutsaklık Antlaşması”nı da unutmayalım. Osmanlı Devleti olarak, Birinci Dünya Savaşını sonlandıran 30 Ekim 1918 tarihindeki Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan yaklaşık 20 ay süresince ince ince düşünülüp, hemen her zeminde tartışıldıktan sonra, 10 Ağustos 1920 tarihinde imza ettirilen bir siyasî antlaşma hükmündeki Sevr Tutsaklık Antlaşması’yla, Anadolu’daki tüm Türk ulusu bütünüyle esir hâline getirilmiştir. Hem de Osmanlı delegasyonunu “Demokrasi”adlı gemiye bindirilerek, Fransa’ya götürüldükten sonra, “demokrasi”dayatmasıyla imza ettirilen bir antlaşmadır, Sevr. Şimdi de öyle değil mi, barış, insan hakları, demokrasi getireceğiz diye yapılanlara ve Batının yaptıklarına bir bakar mısınız? Sevr Tutsaklık Antlaşmasıyla yayılmacı, koloniyel güçler, daha önceden aralarında yapmış oldukları gizli antlaşmalar gereği Türk topraklarını sömürgeleştirdikleri gibi, Türk halkını da köleleştirmeyi bir büyük amaç olarak ele almışlardır. Sevr Tutsaklık Antlaşması’nın bir büyük amacı da Türk toprakları üzerinde Osmanlı azınlıklarını çizmiş oldukları coğrafyalarda, ekalliyet olmasına bakmaksızın millet-i hâkime yaparak, kendi güdümleri altında kukla devletçikler kurulmasını öngörmekteydi. Hadi bunları teker teker anımsayalım, “Pontus Rum Devleti”,“Ermenistan”, “Kürdistan”,Çukurova’da “Hıristiyan Asur Devleti”, 1921 Eylül’ünde gündeme getirilen Yunanistan güdümündeki “Batı Anadolu Çerkez Devleti”, kurtuluşa bir adım kala, 1922 Temmuz’unda aynı coğrafyada kurulan, “İonya Devleti”… Türklük dünyasının anavatanı Anadolu, ayrımsallıkların kurumsallaştırılacağı bir coğrafya olarak düşünülmüş, Türklerin Orta Asya steplerine sürüleceği ya da onların diliyle “Ön Asya”veya “Küçük Asya”olarak kurtarılmış bölge haline getirilmiştir.
Büyük Oyunun Egemen aktörleri bu büyük plan çerçevesinde, Yunanistan’ı bir taşeron olarak kullanmışlar, onlar da ihanet şebekelerini harekete geçirmesini bilmişlerdir. Evet, sevgili okurlar, 99. yılını idrak ettiğimiz, 23 Nisan 1921 tarihinde “Milli Bayram” olarak kutlanmasına karar verilen “Ulusal Egemenlik Bayramı”’nı, 23 Nisan 1929 tarihinde de Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk tarafından çocuklara armağan edilen bu bayramı bu perspektiften bakarak kutlayalım ve anlayalım. Bayramınız Kutlu Olsun!