Günlerdir, o meşum haberi okuduğum ilk günden buyana, başım zonkluyor, içimde fırtınalar kopuyor. Sözkonusu olan, insan… İnsan, yâni, inancımız gereği, eşrefi mahlûkat; yâni, yaratılmışların en şereflisi, Tanrıdan izler taşıyan varlık… Böylesine yüceltilmiş bir varlığın, “onlarcasına” değil, “tek birine” karşı dahi bilinçli olarak işlenecek bir suçun, her ne gerekçe ile olursa olsun, savunulabilmesi, görmezden gelinmesi, insanı çileden çıkarıyor. Daha da vahimi, asıl gâyesi erdemli insan ve erdemli toplum vücûda getirmek olması gereken din müessesesi, ehil olmayan insanların elinde, ne yazık ki, “insanı yıkım sanatına” dönüşüyor.
Bütün toplumun gözüönünde cereyan eden bir takım hâdiseler, bir nebzecik vicdan sâhibi olan insanları, utancından ve geleceğimiz için duyduğumuz endişeden ötürü, geceleri uykusuz bırakmaya yeterlidir ve, öyle de olmalıdır. Son zamanlarda giderek daha da vahimleşen bu gelişmeler karşısında, hissiz ve duyarsız kalabilen bir varlığa insan denilebilir mi? İnsan, her şeyden önce vicdan sâhibi olan varlıktır. Vicdan… Yâni, insana; söylediği/söyle(ye)mediği ve yaptığı/yap(a)madığı şeylerden ötürü başkalarının nasıl etkilenebileceğini düşünmesini, kendini hesaba çekmesini, başkalarına istemeden de olsa verebileceği zarardan ötürü kendisini sorgulamasını sağlayan; daha açık konuşmak gerekirse, insanın “aşağıların aşağısından”, insan-ı kâmil mertebesine yükselmesini sağlayacak kutlu yolculukta yönünü gösteren pusula… Ruhsuz bir insan nasıl ki kadavradan ibâret ise, vicdan sahibi olmayan bir insan da, et-kemik yığınından başka bir şey değildir. Din müessesesinin en önemli işlevlerinden birisi, insanda vicdan teşekkülüne yardımcı olmasıdır. Aklı olmayanın dini olmayacağı gibi, vicdanı olmayan için de “din”, yalnızca “görüntü”dür… Herşeyden önce insanın gönlüne hitâbeden; akletmeyi, irâde ve sorumluluk sâhibi olmayı gerekli addeden dinin bu temel akidelerini özümseyemeyenlerin satıhta kalan ─görüntüden ibâret─ dindarlığı, târih boyunca öfke ve huzursuzluk kaynağı olmuştur.
Şu yaşadıklarımız karşısında, bir eğitimci olarak, yüzyıllardan buyana ortaya konulan nazariyelerin hiçbirisinden bahsedecek değilim. Sayı hiç önemli değil; tek bir insanın dahi hayatını mahvedecek, geleceğini karartacak, hiç bir ahlâk kaidesi ile açıklanamayacak, hiç bir şekilde mâzur görülemeyecek bir olay karşısında devletin, toplumun, tek tek bireylerin gösterdiği atâlet, hatta bazılarının ─din gibi─ hepimizin hassasiyetle üzerinde durması gereken bir müesseseyi kalkan gibi kullanarak, sözkonusu iğrençliği savunma konusunda gösterdikleri kararlı duruş, bütün eğitim nazariyelerini unutmamızı ve herşeyden önce insan olduğumuz gerçeğini hatırlamamızı zorunlu kılıyor.
Düşünüyorum; çeyrek asrı aşan bir süreden buyana, öğrenmeye ve öğretmeye çalıştığım eğitim nazariyeleri bize bir istikamet vermiyorsa, bize bir duyarlılık kazandırmıyorsa, daha güzel bir dünya inşa edecek nesilleri nasıl yetiştireceğimizi işaret etmiyorsa, yalnızca imtihanlardan önce ezberlenen ve sonra unutulan kuru/ruhsuz bilgi yığını olmaktan öteye gitmiyorsa, evet düşünüyorum, bunca çaba ne için?
Bir eğitimci olarak duyduğum sorumluluktan ötürü, gündemdeki o meşum olay hakkında, konuyu enine boyuna tartışan, muhtemel sebep ve sonuçlarını irdeleyen, “öğretici” yanı ağır basan akademik kıstaslara uygun bir makale yazmak amacıyla başına oturduğum bu yazı, yazarken daha da yoğunlaşan duygularımdan ötürü, ne yazık ki, yüreğimin feryadına dönüşmüş durumda. Zihnimi toparlamakta, derli toplu bir şeyler yazmakta zorlanıyorum. İşlenen cürmün vahameti bir yana, kitabın ortasından konuşması gerekenlerin, ─mücrimleri savunmak adına─ lafı eğip bükmeleri, kanıma dokunuyor.
Tam bir duygu patlaması hâli içindeyim. Zira, bu iğrençliği yapan canlıdan ziyâde, toplumun suskunluğu beni kahrediyor. Kimseye, medenî bir tepkinin nasıl olması gerektiğini öğretmeye çalışmak gibi bir münâsebetsizliğe yeltenecek değilim. Yalnız, müessif bir hâdise karşısında suskun kalanların, hele de işlenen fiilin ve fâilin mâzur ya da önemsiz görülmesini sağlamaya çalışanların, en az fâil kadar sorumlu olduklarını düşünüyorum.
Duygularımı daha da altüst eden, bu insanlık dışı olayı görmezden gelen insanlardan bir kısmının, bunu “yüce duygular” adına yapıyor görüntüsü vermeye çalışıyor olmalarıdır. Din her şeyden önce “güzel ahlâk”tır. Biz, öyle öğrendik. Ancak, “güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” diyen bir yüce insanı kendilerine rehber edindiği iddiasında olan bu zavallıların, “ahlâk” kavramı ile yanyana düşünülmesi mümkün olmayan eylemlerin derinlemesine araştırılması yönündeki talepleri “dine saldırı” olarak telákki ederek, engel olmaya çalışmaları, insana ızdırap veriyor.
Hatalarıyla yüzleşmekten korkan bireyler ve toplumlar, “kol kırılır, yen içinde kalır” anlayışına sığınarak, pislikleri halının altına süpürmeyi marifet addederler. Bu, bilmeyenler için söyleyelim, önemli bir “gerikalmışlık ölçütü”dür. Oysa, sorunların ötelenmesi, görmezden gelinmesi, çözümü güçleştirir; ödenecek bireysel/toplumsal maliyet(ler)in artmasına yol açar. Emarelerden anlaşılıyor ki, yara epey derine işlemiş. Üsturuplu biçimde neşter vurulmadığı takdirde, eninde sonunda cerahat patlayacak. Ancak, o takdirde belki de iş işten geçmiş olacağı gibi, deşilen yaranın yaratacağı tahribatın boyutlarını da önceden kestirmek mümkün değildir.
Kaldı ki, sorunlarıyla yüzleşmeyi, gelecekte daha kuvvetli atılımlar yapmak için fırsat olarak gören toplumlar, sorunların üzerini örtme yoluna gitmezler.
Sorun varsa, elbette sorumlu(lar) da vardır, olmalıdır. Ve, bunlar, tabiatıyla, ödemeleri gereken bir cereme varsa, ödeyeceklerdir, ödemeleri gerekir. Gerçeklerin anlaşılmasına engel olanlar, bilmelidirler ki, ilâhî adâlet eninde sonunda tecelli edecektir.
Eğitim konusunun birey ve toplum için ifâde ettiği önemden dem vurmak, her hálde abesle iştigál olur. Hál böyle iken ve her sahada bizden fersah fersah ileri olan toplumlar, bu seviyelere gelmelerinde en müessir sâiklerden birisi olan eğitim sistemlerinden yine de memnun olmazken ve “daha iyisini nasıl yapabiliriz” çabasından bir an bile geri durmazken, resmi-özel eğitim kurumlarımızı geliştirmeye çalışmak yerine, merdiven altlarında kurulan ve hangi amaca hizmet ettiği bilinmeyen ─adlandırmakta güçlük çektiğim─ bir takım yerlerde çocuklarımıza eğitim adı altında dayatılan “çağdışı ve denetimsiz uygulamalar” sonucunda şahsiyetleri örselenen; donanımsız, özgüvensiz, ufuksuz yetiştirilen, biat etmeye ve “verilenle yetinmeye” alıştırılmış nesiller ile, üçüncü bin yılda “daha yaşanabilir bir dünya” inşa etmeyi bırakın, ülke olarak varlığımızı sürdürmemiz dahi, mucize olur.
Özetle, maksadının dışına çıkan bu yazıyı bağlamak gerekirse, geçmişte yaşadıklarımız ─ister olumlu, isterse olumsuz olsun─ daha iyi bir gelecek kurgulamak için paha biçilmez bilgilerdir. Fen bilimlerinden farklı olarak, insan ve toplum bilimlerinde, yaşananların bütün açıklığıyla araştırılması, bulguların kaydedilmesi ve değerlendirilmesi, tecrübî bilginin tekemmülü için başvurabileceğimiz yegâne yöntemdir. Bu itibarla, “iyi” şeylerin sürekliliğini sağlamak ve bir daha yaşanmasını istemediğimiz şeylerin tekerrürünü önlemek, muhtemel tehlikelerin önüne geçmek, ancak “nerede hatâ yaptık” diye sorgulamak ve böylece yaşananların muhasebesini ve murakabesini yapmakla mümkündür. Biliyoruz ki, insan melek değildir… Biliyoruz ki, hatâdan münezzeh insan da, toplum da düşünülemez. Bizi yücelten, bizi yüceltecek olan, “hatasız olmak” değil, hatalarımızdan dersler çıkararak “daha güzel bir gelecek” tasarlamak ve bunu gerçekleştirmeye çalışmaktır. İşte bu sebeple, bütün önyargılarımızı bir yana bırakarak, bu fevkalâde üzücü olayın niçin yaşandığını, bundan böyle tekrarlanmaması için ne/ler yapmamız gerektiğini düşünmemiz/araştırmamız gerekirken, bu haklı ve yerinde talebi açık yüreklilikle dile getirenlerin toplumda azınlığı teşkil ettiğini; hissiz, duyarsız ve sorumsuz olanlar ile, şu veya bu sebeple ─sebepleri yerin dibine batsın─ bu mide bulandırıcı olayı tabiî veya önemsiz göstermeye ve üzerini örtmeye çabalayanların galebe çaldığını; bu sonuncuların, ─araştırıldığı takdirde, konu olayın derinliğinin ve yaygınlığının bilinenlerin çok ötesinde olduğu gerçeğinin gözler önüne serilmesi ihtimâlinden ürkerek, korkularını bastırma gayretinin ürünü olan─ velvelelerini, dayılanmalarını, küstah ve aptalca efelenmelerini, ahlâklı ve erdemli olmanın önemini ve konu olayın kök-sebeplerinin araştırılması gereğini dile getirmeye çalışanlara gözdağı vermeyi amaçlayan sefilâne debelenmelerini, yâni ─açık konuşalım─ kötülüğün “iyiliği” pıstırma çabalarını gördükçe, isyânım daha da kabarıyor, yüreğim kanıyor…
Prof.Dr. Özden TEZEL, ESOGÜ Öğretim Üyesi