Şakağım, pencerenin buğulu, serin camında… İçimde meçhul bir göç… Deminden beri çalışma odamızın penceresinden dışarıyı seyrediyorum.
İkindi güneşi, kül rengi bir aydınlığa gömülü can çekişiyor veya kurşuni bir tülün ardında sızlanan kırmızı kör bir ampul… Astıma yakalanmış hava sanki insanın nefes alıp vermesini güçleştiriyor. Kirli bulutların bombardımana tuttuğu gökyüzü, olanca hıncıyla insanların üzerine çiy serpiyor. Böyle rutubetli, yapışkan, gri havaları hiç sevmem. İçime sürekli karamsarlık taşırlar. Fazla konuşmam. Garip bir hüzün kuşatır ruhumu.
Yeni açtığımız “Grup Mühendislik”te, arkadaşlarla eksik kalmış bir proje üzerinde çalışıyorduk. Galiba bugün en tembelleri benim. Canım hiçbir şey yapmak istemiyor. Sebebi yok, anlamı yok. Kirlenen gökyüzü sanki benim içimde. Dedim ya, bu hâlimin yabancısı değilim. Çok sürmez. Gelir geçer.
Kapı vuruldu. Böylece ıslak havalarla ruh halim arasında kurduğum hastalıklı bağ koptu. Kapı açıldı. Kucağı mektup yığılı, sigarası alt dudağına yapışmış gibi duran kır saçlı postacı içeri girdi. Doğruca bana yöneldi. Sigara dumanından sakladığı sağ gözünü kırparak yarım bir ağızla tanıdığı hâlde sordu:
-Akif Bey siz mi oluyorsunuz?
Daha “evet” dememe fırsat kalmadan, pembe bir zarfı elime tutuşturuverdi. Teşekkür edecektim, başımı zarftan aldığımda çoktan gitmişti.
On yedi yaş delikanlıları gibi elime tutuşturulan gül kokulu pembe zarfa yeniden baktım. Aman Allah’ım, bu kıvrımlı A harfi ondan başkasının olamazdı! Onun harfleri, onun yazısıydı! Ama nasıl olurdu? Bunca yıl, bunca zaman geçmişti. İçimde hâkim olamadığım bir sarı hazan… Yüreğimde bir yangın sureti… Hayır, tepeden tırnağa çiçeğe duran bir erik ağacı! Kabaran deniz, düşen çığ, don vuran göcek hepsi benim içimde. Uyanan yeşil, patlayan gonca, kızaran gül hepsi ruhumda bir alev… Dayan yüreğim. Heyecanım dorukta. Sırtımı arkadaşlara döndüm. Elimdeki pembe zarfı görsünler, ruh halimi okusunlar istemedim. Parmaklarım titreyerek açtım o zarfı. Bir bayram kartı… Kartın arkasında beni benden alan cümleler… Rüzgârda sarsılan ulu ağaçlar gibiydim. Elim hayretler içinde sol göğsüme gitti. İçimde bir silah sesi ve havalanan binlerce beyaz güvercin… Hayır, hayır! Bulut yüklü gözlerimde bir turna katarı… Masamdayım. Şakaklarım avuçlarımda. Kim bilir kaç kez okudum o birkaç cümleyi. Bir Yusuf rüyası… Bitmeyen türküm, tamamlanmayan bestem ve yıllar önce yüreğime düşen ilk cemrem…
Kaç gül mevsimi geçti sen yoksun!
Bunca sene sonra yazılan bir kart ve şimdi ellerimde kanayan yüreğim…
Odaya sığmaz oldum, sanki nefes alamıyordum.
İzin istedim arkadaşlardan. “Bugün erken çıkacağım.” dedim. Askıdaki pardösümü kararlıca aldım. Gözlerime baktılar bir garip. “Daha yapılacak iş vardı. Zamanı mı?” diyebilirlerdi. Demediler. Sebebini de sormadılar. Başını alıp giden bir mecnun misali hızla attım kendimi dışarı. Arkamdan ne düşündüler bilmiyorum. Hem sorsalar bile ne söyleyebilirdim? Kim, nerden bilecekti, en beyaz buluttan bir mendil yaptığımı veya “çayırlar büyürken, yıllar sonra bir ceylanın yüreğime su içmeye indiğini…”
Şehrin ıslak caddeleri ayaklarımın altında… Rastgele yürüyor; nereye gittiğimi bilmiyordum. Yürüyordum işte! Bildiğim tek şey, içimde deli bir rüzgâr, sevmediğim havaya inat, serseriler gibi dolaşmaktı. Belki de yüreğiyle baş başa kalmak… Galiba böyle anlarda yalnızlaşıyor insan; böyle havalarda yüreğiyle hesaplaşıyor; böyle zamanlarda örüyor kendi kozasını.
Yorulmuştum.
Sonunda kendimi sahil parkında buldum. Önü denize bakan en köşedeki banklardan birine oturdum. Bu ıslak havada beni böyle görenler kim bilir hakkımda neler düşünüyorlardı? Kim nereden bilecekti içimde savrulan ateşin, hüzünlü bir gurbet olduğunu. Gözlerim, denizin sonsuzluğuna kilitli. Esra, güneş rengi saçlarıyla gözlerimde bir Şeyma ceylan yüreği… Masal kahramanım! Martılar geçiyor önümden çığlık çığlığa. Fırlayan bir balıkla ürperiyor deniz. Caddelere akan neon lambalarıyla renkleniyor alnım. Bahaeddin KARAKOÇ’un şiiri okunuyor karşıki “Sanat Evi”inden : “Ihlamurlar Çiçek Açtığı Zaman”
Elimde durmaktan buruşmuş zarfa yeniden baktım. Hâlbuki kaç kez okumuştum. Aşina olduğum harfler… Yüreğimi kanatan cümleler… Bunca yıl saklanan sırlar…
İçinde sevda gurbeti taşıyan bu adam ben miyim? Sus kalbim! Ne olur sus!
*
* *
Yirmi yıl öncesindeyim:
“…Yine böyle ıslak bir gündü. Onu duraktan ben bindirecektim. Üç gün ne çabuk geçmişti. Kısacık, su gibi akan üç gün… Belki diğer günlerden farkı yoktu da bana öyle gelmişti.
Uzaktan gelmişlerdi. Halam ve kızı Esra…
Biçilmiş ekin misali omzunu örten saçları, ışıl ışıl kahverengi gözleriyle sanki masallardan çıkıp da dünyama gelmiş gibiydi. Meğer onu ilk gördüğümde düşmüş yüreğime cemre. İlk sarıldığımda açmış gönlümde binlerce çiçek… Engel olamıyordum kendime. Kapıldım gidiyordum.
Bitmesini istemediğim üç gün, ne de çabuk bitmişti. İkinci gün eve hiç gelmemiştim. İsteyerek değil tabi, kendimi zorlayarak. Esra nereden bilecekti yüreğimdeki gül sancısını; günümün geceye karıştığını; cevabını henüz veremediğim sorular içinde çırpındığımı. Nerden anlayacaktı kendine bağlanmaktan korktuğum için evden kaçtığımı… Güya aşka hudut çiziyordum. Yüreğime söz geçirmeye çalışıyordum: “Bir daha onu görmemeliyim!” dedim kendi kendime. Evlerine geleceğime dair söz verdiğime ilk defa pişman oldum. Yolcu ederken dâhi gitmemeliydim. Bir şey bahane etmeli, “Toplantımız var.” demeli veya mahsustan geç kalmalıydım.
Allah’ım nasıl bir savaştı bu böyle?
Biliyordum, bu işin sonu yoktu!
İlk defa feleğe kahır, kadere isyan ettim.
Esra’yı düşündükçe, o daha da çok yer etti kafamda. Bir gün azap gibi geldi. Duygulardan kaçarak kurtulmak mümkün müydü? Aslında kendimi kandırıyordum. Ne olmuştu bana? Niçin böyle yapıyordum? Ben bu kadar zayıf mıydım? Tereddütlü, ikilemli, bu hırçın adam ben miydim?
Sonunda bu savaşı kaybettiğimi anladım. İtiraf edemesem de seviyordum onu. Ya o? Yüreğimde esen fırtınalardan habersiz, beni akrabası olarak tanıyan, seven; sevdiği için hiç yanımdan ayrılmayan; safça koluma giren; yanaklarımdan öpen, mahsustan saçlarımı bozan, hayat dolu bir genç kız…
Onun yüreğine uğramaya ne hakkım vardı? Bu zalimlik olmaz mıydı? Bencillik olmaz mıydı?
Ya yüreğinin bir özlediği varsa?
Bir nakş-ı gül mührüne vurgun yüreğim, aldanan bir sükût-u hayali kaldırabilir miydi?
Nihayet üç gün bitti ve veda vakti geldi.
Dedim ya duraktan ben bindirecektim. Halam ve çocuklar önde, ikimiz arkada yan yana yürüyorduk. Nedense hiç konuşmuyordu. “Dün neredeydin?” demiyordu. Aramızdaki tek engel, sitemli bir sessizlikti. Hep ayakuçlarına bakarak yürüyordu. Ne düşünüyordu acaba? Bir şey mi sezmişti? Her adımda durağa biraz daha yaklaşıyorduk. Üç dört dakika sonra gideceklerdi. Belki de onu uzun bir süre hiç görmeyecektim.
Bazı şeyler vardır söylenmez, söylenemez fakat, düştüğü yeri bir kor gibi yakar. Bir ümit ışığı almaya görsün, kayaları çatlatarak göğe uzanan yeşil sürgünler gibi canlanır. Bazen de aynı duygular, daha yürekteyken tutuklanır. Tıpkı benim Esra’ya olan duygularım gibi: Dudaklarımda sükût, gözlerimde hasret, yüreğimde esaret…
Durak gözüktü.
-Geleceksin değil mi?
Bu onun sesiydi. İçine gömüldüğüm duygulardan bir anda sıyrıldım. Cevabım ani ve kesin oldu:
-Hayır!
“Hayır!” kelimesini nasıl bu kadar kesin söylediğime kendim de inanamadım. Yüzüme sitemle baktı. Yeniden başını öne eğip, sessiz yürüyüşüne devam etti. Demek gelmemi istiyordu. Cevabım karşısında alınmıştı. “Neden?” diye sormadı. “Söz vermiştin!” demedi. Sorsa bile ne söyleyebilirdim ki? “Seni seviyorum! Sana bağlanmaktan korktuğum için mi?” diyecektim. İnsanın iradesi aklın kontrolünden çıkıp da gönlün emrine girmeye görsün, nedense hep olayları körün fili tarifi gibi yorumluyor. Acaba ben de mi öyle yapıyordum? En tabii ve masum isteklerden kendime duygusal bir pay mı çıkarıyordum? Gelip gelmeyeceğimi soruyordu, hepsi o kadar!
Durağa vardık. Kalbim sanki ökseye yakalanmış yaralı bir kuştu. Karşıdan minibüs gözüktü. Gittikçe azalan bir hızla yaklaştı. Gelen sanki minibüs değil, sevdiğimi benden çalan alıcı bir kuştu. Tedirgindim. Aynı tedirginlik sanki Esra’da da vardı. Kaçamak bana baktı. Sanki bir şeyler söyleyecekti. Minibüs durdu. Zaman o kadar daraldı ki… Önce halamla vedalaştık. Boş olan koltuğa halamdan sonra çocuklar geçti. Neden bilmiyorum, kendi en sona kaldı. İçimde kopan fırtınalara eş, son kez baktım o çekik Asya gözlerine. Duygularım içimde dizginsiz deli bir rüzgâr… Konuşmak yasak! “Allahaısmarladık” demek için önce elini uzattı. İki nemli el, son kez yapışıp koparken, yanakları yanaklarımda bir alevdi… Hiç bir kırmızı gül bu kadar güzel kokmazdı. Hüznün yedi rengiyle baktı gözlerime. “Ne olur, öyle bakma!” demek istedim! Olmaz ki… Gülümsedi. Zor duyulan bir ses:
-Gelirsen bir sürprizim olacak sana! Gel…
Gözlerini gözlerime bıraktı; kayıp gitti elleri avuçlarımdan. Arkasından bakakaldım.
Gözden kayboluncaya dek, gülümseyip camdan el salladı. Sevdiğimi pençesine takıp götüren o alıcı kuş, o zalim metal yığını gözden kayboluncaya dek arkalarından baktım, baktım… Oraya çakılmıştım. Kafamda hep aynı soru, eve doğru yürüdüm. “Gelirsen bir sürprizim olacak sana. Gel…” İlk defa koca şehirde yapayalnız kaldığımı hissetim. Gittiğini bildiğim halde yine de dönüp dönüp yola baktım. “Keşke karşıma hiç çıkmasaydın Esra!” dedim. “Keşke hiç gelmeseydin! Keşke seni hiç görmeseydim!”
Samanyolu artık bir ateş deniziydi. Hayat bir ateş denizi…
Ayrılığın verdiği hasretlik, içimdeki sevgiyi ihtirasla bütünleştirdi. İhtiras ümitle beslenirse, sevgi aşka dönüşürmüş. Esra’nın giderken söylediği son söz, günlerce aklımı perişan etti: “Gelirsen bir sürprizim olacak sana. Gel…” Bazen bir ümit kaynağı, bazen çözülmesi güç bir bilmece oldu. Kendime dahi itiraf edemediğim fakat, her gün yaşadığım boşluk, Esra’nın yokluğu ile ruhumda çekilmez bir hâl aldı.
Hep yazıp yazmamayı düşündüm. Hem de günlerce. Aklım sürekli “yazma!” dediği halde, kalbim hep “yaz” dedi. Gönlüm başımın derdi olmuştu.
Aradan bir ay geçti. Yılbaşını da bahane ederek, ürkek çekingen duygularla bir kart yazdım. Kar mevsiminde bir nevruz çiçeği… Neden böyle bir kart seçtim bilmiyordum. Aradan bir hafta bile geçmeden cevap geldi. Bir mektup… “Çok heyecanlanmış. Çocuklar gibi sevinmiş. Bekliyormuş. Neden bilmiyormuş ama dünyada hiçbir şey kendini bu kadar mutlu etmemiş! Üç cümlelik kartı defalarca ,defalarca okumuş. Çantasından hep çıkarıp çıkarıp bakmış. Bana bir sürprizi varmış ve beni mutlaka bekliyormuş!”
Esra’nın bu satırları, gönlümde ilk kez korkuyla filizlenen bir yeşile sanki can suyu oldu. “Olmaz!” dedim kendi kendime. “Bu işin sonu yok!”
Yazmayacaktım. Zaten kart yazmakla hata etmiştim. Galiba her adımda dönüşü olmayan bir yola giriyordum. Bütün cesaretimi topladım. Gönlümün isyan ve feryadına rağmen yazmadım. Arkasından sitem dolu bir mektup daha… Dayanma gücümü kaybettim ve yenildim. Esra’nın uzaklardan o efsunlu çekiciliği, içimdeki o “gül sancısıyla” birleşince kendimi soğuk bir mart sabahı büyük bir otobüsün koltuğunda buldum. Yolculuğum dalgınlığın örttüğü bir tedirginlik içinde geçti. Esra’nın hayali yol boyunca bana hep eşlik etti. Umut ve hüzün sarmalını yüzlerce kez tekrar tekrar yaşadım.
Kapıdayım. Az sonra içeri gireceğim. Onu göreceğim. Onunla aynı havayı teneffüs edeceğim. Gözlerime bakacak; yine ışıl ışıl gülümseyecek. Belki de sarılacak. Yine alevden yanakları, kırmızı gül kokan teniyle aklımı başımdan alacak. İçimde bir fırtına, bir kör düğüm… Esra: Bir nilüfer aydınlığı… Esra: Bir ceylan yansıması… Esra: Bir gül yağmuru…
İçerdeyim. Esra yok! Hasretim yok! Halam, beni görünce bir garip şaşırdı. Elini öptüm. Sarıldık. “Bu ne güzel bir sürpriz! Ne iyi ettin de geldin!” dedi. Ev bomboş. Bir eksiklik! Sormalı mıyım? Olur mu? Hayır hayır, soramam! Esra sanki bu evin kızı değil. Öyle birisi yaşamamış! Neden kimse bir şey söylemiyordu? Allah’ım bu nasıl bir azap!
Vakit ilerledi.
Şakağım pencerenin camında. Arkamdan yumuşak bir el, gözlerimi kapattı.
-Tanıdım, dedim. “Hangi kırmızı gül bu kadar güzel kokar?”
Güldü. Daha hoş geldin bile demeden önüme geçti, ellerimi ellerine aldı; çocuksu bir eda ile hesap sormaya başladı:
-Söyle bakalım, küçük bey! Mektuplarıma niçin cevap vermedin? Daha ben bir şey demeden cümleyi kendi bitirdi: “Sen geldin ya, gerisi önemli değil. Teşekkür ederim! Biliyor musun, geleceğin içime doğmuştu. Dün de rüyamda gördüm seni. Anneme de anlattım.
“Benim rüyam sensin!”
Hayır, böyle diyemedim. Demeyi çok isterdim. Kalp atışlarımı duyar gibiydim. Aramızdaki adı konmamış sevgiye engel, bir tülden daha ince bir şeydi. O an merak ettiğim için değil de laf olsun diye sordum:
-Sürprizin ne idi?
Bir garip gözlerime baktı. Bu soruyu sanki beklemiyordu. Biraz öteye çekildi. Yanaklarında alevli bir pembelik… Gözlerinde sevinç yakamozları; yumuşak fakat, müjdeli bir ses:
-Söylemediler mi?
-Hayır.
Yaklaştı. Yeniden ellerimi ellerine aldı. Gözleri gözlerimde:
-Sözlendim!
Dondum. Ellerim avuçlarında buza, gözlerim alevden bir topa dönüştü. “Tebrik ederim!” diyecektim sesim çıkmadı. İçimde kopan bir çığ… Boğazıma bir şeyler düğümlendi. Esen acı poyraz; kava düşen çıngı benim içimde.
-Ne oldu? Çok kötü görünüyorsun? Sarardın birden!
-Yok yok, iyiyim…
-Tebrik etmeyecek misin beni?
– Tabii ya! Tebrik ederim…
Gülümsedi. O tatlı tebessüm, suya atılan taş misali önce gözlerine, sonra çehresine dalga dalga yayıldı. Güldü. Az sonra ne dese beğenirsin?
-Şaka yaptım(!) demez mi? Hiç seslenmedim yüzüne bile bakmadım. Aslında o an içimden saçlarını yolmak; hayır sarılmak, “Seni seviyorum!” diye haykırmak geldi! Olmaz ki! Denmez ki! Demek şaka yapmıştı. Acaba niçin gerek duymuştu böyle bir şakaya? Belki de her şey, o şakada gizliydi. Şakayla sırlanan gerçek veya şakaya gizlenen sevgi… Arkamı döndüm. Yüzümde asılı bir sitem, pencereden dışarıyı seyrettiğimi görünce, dayanamayıp yanıma geldi. Anlaşılan gönlümü almak istiyordu:
-Kızdın mı?
-?
Sırf inat olsun diye seslenmediğimi görünce, koluma girdi. Kendinden yana çevirmek istediyse de dönmedim.
-Ya… Kızdın galiba! Dur bakim! Hımm… Küsmüşsün sen bana! Şakaydı ama!
-Niçin böyle bir şakaya gerek duydun?
-Hiç!
-Hiç mi? Öyle ise hazır ol bakalım! Gözlerini kapat! dedim.
Tereddütsüz kapattı.
-Avucunun içine bir şey yazacağım. Yalnız ben yazana kadar açmayacaksın. Gözlerini açtıktan sonra da içinden okuyacaksın.
– Tamam.
Avucunun içine o iki kelimelik sihirli cümleyi yazdım. Aç dedim, açtı. Sessiz okudu. Yanakları al al oldu. Gözlerime bakamadı. Şaşkın, donuk… Konuşmadı bir süre, hiç yorum yapmadı. Korktum. Az önceki hayat dolu, şakacı, etrafımda cıvıl cıvıl dolaşan o genç kız gitmiş; yerine ürkek, korkulu, suskun biri gelmişti. Ruhumda bir tufan… İçimde bir pişmanlık… Kuruyan ırmak, esmeyen rüzgâr, sararan yaprak, patlamayan tomurcuk, devrilen ağaç hepsi benim içimde! Nasıl bu kadar ihtiyatsız olabilirdim. Ayaklarımın altından sanki bir dünya kayıyordu. Nihayet gözlerini ayakuçlarından aldı. Yaklaştı. Kirpiğinin kaşına değdiği bir andı. Bu defa almadı ellerine ellerimi. O güzel başını usulca omzuma bıraktı. Kolları sımsıkı belimde…
-Sen elime yazdın; oysa ben seni çoktan kalbime yazmıştım, dedi. Alnından öptüm.
*
* *
İki gün ne de çabuk geçti. Hiç yanımdan ayrılmadı. İkindi vakti sahile doğru yürüdük. Denize taş fırlattık. Daha sonra yüksekçe bir kayanın başına oturup saatlerce o hırçın maviliği seyrettik. Soğuğa rağmen üşümüyorduk veya yüreklerimizdeki sevginin sıcaklığı idi bizi ısıtan. Akşam eve dönerken topladığım o küçük beyaz papatyaların hepsini saçlarına taktım. Tuttuğu elimi, eve yaklaşana kadar hiç bırakmadı. Önce birbirimize “yazmayalım” dedik fakat, yazmadan edemeyeceğimizi anlayarak kahkahalarla güldük. “Mutlu olduğunu, beni çok ama çok sevdiğini” defalarca söyledi.
Nihayet veda vakti geldi. Saat sabahın sekizi. Hüzünlü ve suskun. Hiç uyumadığı gözlerinden belli. Benzi uçuk. Elinde gazeteye sarılmış bir paket…
-Sana bir sürprizim olduğunu söylemiştim. İşte, dedi. “Yalnız burada değil, yolda açmanı istiyorum.”
Gözlerine baktım, yüzüme bakamıyordu.
-Tamam, dedim.
Seven iki insanın ayrılmasından zor ne olabilirdi? Etle tırnağın; bedenle ruhun kopması gibi bir şey… Konuşmuyordu veya konuşamıyordum. Herşey gözlerimizde. Birbirine söyleyecek çok şeyi olan iki insanın susması…
“Ne olur üzülme!” demek istedim, söyleyemedim. Bulutluydu gözleri. Konuşmak yasak, ağlamak yasak… Dilim lâl. Halamla vedalaştım. Kendisi beni köşeye kadar geçirdi. Gözlerimden öptü. Durdu, bir daha öptü. Sarıldı ve dudaklarıma kuştüyü bir öpücük bıraktı.
-Esra…
-Sus, ne olur sus… Tek kelime konuşursan ağlarım. Gözyaşlarım hep kirpiklerimde bağlı kalacak.
Hiç konuşmadan ayrıldık. Sokağı dönünceye kadar boynu bükük yetim bir çocuk gibi hep arkamdan baktı. Döndüğümde sözünü tutamamıştı. Yüreğim iki parça; parçamdan biri orada. Yeniden dönmek istedim. Mümkün mü? Dalgın, düşünceli otogara doğru yürüdüm.
Elimdeki paketi daha otobüse binmeden açtım. Bir kazak… Son gece niçin uyumadığını şimdi daha iyi anlıyordum. Onda uykusuz geçen bir gecenin göz nuru, talihsiz bir sevdanın çilesi, temiz bir duygunun ıstırabı gizliydi. Belki de o, yasak bir aşktan arta kalan son hatıra olacaktı. Çünkü evliydim. Beni bekleyen bir eş, iki çocuk…
*
* *
Esra’dan ayrıldıktan sonra günlerim hep onu düşünmekle geçti.
Özlem ve yalnızlık… Bütün dünyam, bu iki kelimeyle sırlandı. Tek tesellim, arkasına “İlk ve son aşkım Akif’ime…” diye yazdığı fotoğrafı ile arka arkaya gelen hasret dolu mektuplarıydı. Artık mektuplarının tiryakisi olmuştum. Gecikmeye görsünler deli oluyordum. Sayfalar dolusu içli mektuplar yazdık birbirimize. Zor olan şey onun yokluğuna dayanmaktı. İkimiz de bu sevdanın seline kendimizi o kadar kaptırdık ki gezdiğimiz yerlerde beni aramalar; dünyaya niçin daha erken geldiğime dair sitemler…
Ama nereye kadar? Bir çıkmazdaydık. Bir hata yapmıştık. Yeni yeni farkına vardığımız büyük bir hata! Her gün iki avucumun içinde zonklayan şakaklarımdan bir burgu gibi beynime, oradan da gönlüme uzanan soru hummasından ne zaman kurtulacaktım? Ne yapacaktım? Ne yapacaktık? Oysa ben ununu elemiş, eleğini asmış bir adamdım.
Bizim için hayat, çözülmesi güç bir bilmece veya hiç tecrübemizin olmadığı bir dolambaca dönüşmüştü. Galiba bir ipek böceği gibi ördüğümüz sevgi kozasının içine her geçen gün kendimizi hapsediyorduk. Esra orada, ben burada ıstırap çekiyorduk.
Esra’dan bir mektup:
“Canım Akif’im!
Galiba ikimiz de hata ettik. Benim için yuvanı yıkma! Bir başkasının mutsuzluğu üzerine mutluluk kurulur mu hiç? Yuva yıkanın Allah da yuvasını yıkmaz mı?
Biliyorum, bu satırlar, sanki idam fermanını kendi eliyle yazan bir mahkûmu hatırlatıyor bana.
Kalbimin isyanı bu aşkın böyle bitmesinedir.
Kadere isyan, feleğe kahrediyorum!
Yüreğime değil, sadece sana veda ediyorum.
Ve öpüyor öpüyorum…
Esra…”
Çılgına döndüm. Demek yollarımız ebediyen ayrılacaktı? Ben de bunu istemiyor muydum? “Hata yaptık” demiyor muydum? Bu o kadar kolay mıydı? Ben onsuz ne yapardım? Aslında o sözler, gönlü ile seven ama aklıyla düşünen bir insanın satırlarıydı. Ya Esra’ya dönecek, ya da her gün akşam yolumu gözleyen bir eş, iki çocuktan vazgeçecektim. Nihayet gönlümün bütün isyan ve feryadına rağmen, tüm cesaretimi toplayarak kararımı verdim:
“Canım Esra’m,
Kaç kez denediğim halde noktalayamadım.
Benim yapamadığımı sen yaptın.
Unutmak mı? Unutmak diye bir şey yok aslında. Sadece alışmak var!
Sana veda etmiyorum.
Yüreğimi sana bırakıyorum.
Akif…”
Bu ikimizin de son mektubu oldu. Mevsimsiz açan bir çiçek gibi gönlümüzde yeşerttiğimiz bu sevda, deniz altında sünger avcılarının yediği bir vurgun misali her ikimizi de felç etti. Meğer gül bitirmek için toprak olmak gerekmiş. Ben olamadım sana.
…
Artık tek tesellim bende kalan eski mektuplarıydı. Kim bilir onları kaç defa elleri değmiştir diyerek koklamış, öpmüş ve okumuşumdur. Kitaplarının arasında özenle kurutup gönderdiği o güzelim nergisler hâlâ mektuplarının içindedir. Benim gönderdiğim sümbüllere ise kim bilir ne oldu? Çiçeklerle yazılı adımız, acaba hatıra defterinde hâlâ duruyor mu? Sevenlerde hatıralar, bazen bir yaşama gücü, bazen de en büyük ıstırap kaynağıdır. Önemli olan zaman okyanusuna rağmen feda edilmiş yüreklerde yaşayabilmektir.
Geçen zaman içinde saçlarıma aklar düştü. Ondan yana söz duyunca yüreğimde garip bir sızı duyarım. Gözlerim, ulaşamadığım bir hasretin hüznüyle bulutlanır ve kar yağar gül üstüne…
Üzerime yağan çiye rağmen, bir saattir sahil parkındaki bankın üzerinde oturduğumu hatırladım. Her tarafım nemden yapış yapış olmuş, etrafımda kimsecikler kalmamıştı. Bürodayken postacının elime tutuşturduğu zarfa yeniden baktım. Beni hayretler içinde bırakan, avucumda durmaktan buruş buruş olmuş zarfa: Kim bilir bu kaçıncı okuyuşumdu:
“Akif’’im…
Bir şiir mevsimi ömrümüzde, bizden geriye hatıralar ve saklanan güzellikler kalıyor. Yokluğuna öyle alıştırdım ki kendimi, yıllarca içimde hep bir gurbeti yaşadım.
Her ömrün bir Eylülü varmış…
Allah’ın huzurunda verdiğim söze hep sadık kaldım. Ve senden sonra hiç evlenmedim. Sırrım benimle gitsin istemedim: Yüreğini başkasına bırakanlar, evlenseler bile mutlu mu olabilir?
Bayramın kutlu olsun.
Esra…”
Yerimden kalktığımda karşı gazinonun kırmızı mavi ışıkları denize akıyor, caddelere çöken yoğun sis, ıslak parke taşlarını yalıyordu. Yüreğim sanki avuçlarımda, eve doğru yürüdüm.
Biliyor musun Esra, sen hayatımın en güzel hatasıydın…
Şimdi, bir turna göçünü yaşıyor yüreğim…