İnsanlar, çok değer verdikleri kimseleri, sıradan ve basit şeylerden soyutlamayı pek severler. Aslında üstün insan, basitliğin içine gizlenmiş ihtişamı görüp yaşayabilen kimse demektir. Bir bardak suyu en derin saadet hissini duyarak içmek, bir yemeği yemekten büyük bir lezzet duymak, yağan yağmurda ıslanırken bereketli topraklar gibi bedenimizin hayatla dolduğunu duyumsamak, havayı ciğerlerimize doldurup onun bütün canlılığını hissetmek ve bir yürüyüş deminde adımlarımızı maddeden mânâya, kederden sevince, bu dünyadan sonsuzluğa geçiyormuş gibi gönülden gelerek atabilmek… Hayatın güzelliği basitliğin ve sadeliğin ihtişamındadır.
İşte böyle birisine göre hayatta basit diye bir şey yoktur. Biz onu basit gördüğümüz için o hâl ile bize görünmüştür. Dikkatli ve ilgili bakış bu basit görünen sade oluşların ve şeylerin özündeki anlamı bize duyurmada oldukça cömert davranırlar. Basit bir yürüyüşün harikulade ilhamlara kapı aralamasının özünde onu derinden derine çok kıymetli bir dost gibi ve bir muhatap olarak görmemiz yatar. Değerli gördüğümüz bir şey nasıl hemen derinliğini bize duyurursa yürümek de kendinde saklı bütün derinliği ve güzelliğiyle çıkar karşımıza. Bu güzelliğin bir yönü de bence yürüyüşün ufuklarıdır.
Yürüyüşün dikkat çeken bir yönü, ufuk gibi onun da derinliğine nihayet biçilemeyişidir. Yürüyüş ufuklar gibi derindir. Biz yürüdükçe ufuklar da derinleşir. Ufuklar derinleştikçe yürüyüş daha cazibeli bir hâl almaya başlar. Bu açıdan bakıldığında yürümek ufukları yoklamak demektir.
Aynen bir Kızılelma gibi yaklaştığımız ufuklar ne hikmetse bizden uzaklaşır. Vardığımızı zannettiğimiz yerde ufuk bütün bilinmezliği ve derinliğiyle yeniden ortaya çıkar. Bu, yürüyüşün kendisinin de bitmek nedir bilmeyen bir yolculuğa benzemesi gibi bir hâldir. Yürürken içimizde yürür, kendimizden kendimize sefer ederiz. Bir ufkun sonu olmadığı gibi insanın iç âleminin de nihayeti yoktur. Dolayısıyla yürüyüşün kendisine bir nihayet, bir son biçilemez.
Yürürken bakışlarımız ufka sabitlenir. Orada bir şeyler varmış da onu bekler gibi bir hâl alır bakışlarımız. Bu, insanın iç âlemiyle ufukların kaynaşması demektir. Böyle müstesna bir an, çok az yerde ve zamanda yaşanabilir. Yürüyüşün seyri ufkun varlığını oldukça anlamlı kılar.
Kızaran ufukta seyredilen bir gün batımı hayatın özüne dâir türlü anlamları gönlümüze yağdırır. Çünkü ruh kendine hep bir ufuk arar. Halbuki madde, kelimeler, mekân, para ve bu ilişkiler dünyası onu biteviye sınırlandırır ve hep bir sona mahkûm eder. Bu yüzden yaşamın bir yönü gökyüzüne ve insan kalbinin derinliklerine bakar. Yeryüzü nimetleri nasıl ki bedenin yaşamasına hizmet eder, göğün ufukları da yaşamın var oluş sebeplerini bir yağmur gibi gönlümüze yağdırır.
Alain, “Uzağa Bak” başlıklı yazısında “Yıldızlara, yahut gökyüzüyle denizin birleştiği yere baktığınız zaman gözünüz tamamıyla gevşer, rahata kavuşur; göz gevşeyip rahata kavuşunca da baş serbest kalır, yürüyüş daha emin bir hal alır; iç organlara varıncaya kadar her şey gevşer, yumuşar.” (Alain, Söyleşiler I, Çeviren Fehmi Baldaş, MEB Yayınları, İstanbul 1998, s. 197) derken muhtemelen yürüyen kişinin eriştiği bu hâllerden bahsetmektedir.
Ufuk her zaman vardır ve o, bir insanın yaşaması için oldukça gereklidir. Hayat gökten beslenir, insanlar gönül âleminden… O sebepten yürürken gönlümüzün ufuklarıyla yeryüzünün ufku kaynaşır ve bundan mutlu bir birliktelik doğar. Yürümenin insanı tesiri altına alan zengin seyriyle ufukların bu yüzden çok güçlü bağları vardır. Yürüyüş ufuksuz olmaz, ufuklar yürünmeden bilinmez. Yürüyüş bir keşiftir ki, insan kendini tanıdıkça aslında evreni tanır.
Bu yazının sonunda aslında iyi bir yürüyüşçü olan Yahya Kemal’in mısralarını yâd etmek istiyorum. Seyahatlerinde ve yürüyüşlerinde bir ufuk arayışına yönelen şairimizin mısraları tabiat ve insan ruhu arasındaki birlikteliği ne güzel ifade eder:
“Rûh ufuksuz yaşamaz
Dağlar ufkunda mehâbet,
Ova ufkunda huzur,
Deniz ufkunda teselli duyulur.
Yalnız onlarda bulur rûh ezelî lezzetini.
Bu ufuklar avutur ruhu saatlerce, fakat
Bir zaman sonra derinden duyulur yalnızlık.
Rûh arar kendine bir rûh ufku.”
(Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul 2009, s. 55.)