Fatih AKMAN
Niyazi Berkes’in “unutulan adam” olarak nitelendirdiği, İsmail Türkoğlu’nun ise “..ülkemizde belki de hakkında en az araştırma yapılan aydınlardan biridir” dediği Akçura’nın, neyse ki son yıllarda eserlerinin yeniden basılması ve makalelerinin bir araya getirilmesi ile önemli bir “Akçura Külliyatı” da ağır ağır gün yüzüne çıkıyor.
Ötüken Neşriyat’ın başlattığı bu külliyat çalışmasının belki en ilgi çekici ve Akçura’yı birçok yönden tanımaya vesile olabilecek eseri; Suriye ve Filistin Mektupları (Ötüken Neşriyat, İstanbul 2016). 1913’te çıkılan, Suriye-Filistin-Hicaz coğrafyasını içine alan yolculuğun ve bu yolculuk esnasında Akçura tarafından Suriye-Filistin hattında yapılan gözlemlerin, değerlendirmelerin, eleştirilerin mektuplar halinde Orenburg’taki Vakit gazetesine gönderilmesi ve bugün, bu mektupların bir araya getirilerek okuyucunun istifadesine sunulduğu bir eser bu.
“İstanbul’dan Suriye’ye Fransız, Rus, Avusturya ve ‘Hidivviye’ isimli İngiliz şirketinin gemileri gidiyor. Bir başka türlü söylemek gerekirse bu çok mühim vilayeti payitahta bağlayan İstanbul postasını ve binaenaleyh hükûmetin emirlerini bu vilayetlere getirenler ecnebilerdir.”(s.18) sözleri ile yolculuk hikâyesine başlayan ve gittiği coğrafyada gördükleri üzerine kısa bir özet mahiyetindeki sözleri söyleyen Akçura, yine Fransızların yüzyıllardır nasıl da bu coğrafyaya hâkim olmak için bir çaba içerisinde olduklarını ifade etmekten çekinmiyor.
Beyrut’a ayak basışının ertesinde evvela Beyrut’un bulunduğu coğrafi konum ve yapısına dair bilgiler sunan, şehrin dinî ve etnik nüfus özelliklerini aktaran Akçura, ilk gözlemlerinden biri olarak şehrin planında göze çarpan ve şehri kaplayan binaların ekseriyetinin ecnebi mektepleri olmasını vurguluyor. “Beyrut’a gelip giden kişinin zihninde en derin kazınıp kalacak hatıra, muhakkak ecnebi mektepleri olacaktır.” (s.21)
Akçura Beyrut misafirliği süresince dört Müslüman, iki Hristiyan mektebini gezdiğini aktarıyor. Bunlardan ilki olan Amerikan Koleji, yirmi bin ciltlik kütüphanesi, felsefeden eczacılığa değin mevcut bulunan şubeleri, müzelerinden laboratuvarları, kapısına kadar ulaşıma olanak sağlayan elektrikli tramvay imkânı, temiz sokakları ve bahçesi ve modern ruhu ile Akçura’da beğeni uyandırıyor. Amerikan Koleji’ni gezdiği esnada aynı zamanda mukayeseler de yapan Akçura, Osmanlı eğitim sistemini de eleştirmeyi ihmal etmiyor. “İngiliz ve Amerikan mekteplerinde talebe hayata başladıktan sonra, göreceğinden başka türlü ömür sürmüyor. Fransızlarda, Osmanlılarda olduğu gibi mektep bir kışla, şakirtler bir bölük asker değil.” (s.25)
Beyrut’ta ecnebi mektepleriyle beraber Osmanlı’ya ait olanlar ile yerel unsurların yani Arapların işlettiği mektepleri de gezen Akçura, özellikle Türklere ait mektebin perişan halinden dolayı bir hayli müteessir olurken, hayli de öfkeleniyor. Bakımsız, kirli, sanki terkedilmiş bir bina izlenimi veren Türk mektebini, mektebin yönetiminde hüküm süren tembelliği ve boş vermişliği gören Akçura, öfkesini dışa vurmamak için ciddi bir çaba gösterdiğinden bahsediyor.
Türklerin eğitimde bu denli etkisiz kaldığı bir manzarada Beyrut’un genel durumuyla beraber bir Türk toprağı sayılmasına rağmen özellikle kültür ve dil alanındaki Türk kültürüne olan uzaklığını ise yine biraz sitemli sözlerle okuyuculara aktarıyor müellif. “Beyrut’ta Türkçe kitap, gazete okunmuyor, Beyrut’ta Türkçe kitap satan bir kitapçı da yok denilebilir, Türkçe umûmî dersler verilmiyor, tiyatro oynanmıyor, Türk hayatından sinema gösterilmiyor, Türk’ün yaptığı eşyalar satılmıyor, Türk müziği meçhul, Türk mimarisinin varlığı da işitilmemiş. Başka ne söyleyeyim, Türk medeniyetinin vücudunu halka gösterecek, onu halka sevdirecek, onlara halkın muhabbetini celp edecek bir şey de yok vesselam…” (s.70)
Beyrut’u Osmanlı topraklarına katmakla beraber, Türk kültürünü bu coğrafyada hâkim kılamamış Osmanlı’ya ve Osmanlı bürokratlarına da ciddi eleştiriler getiriyor Akçura. Özellikle her sıkıntı ve problemin ardında “ecnebi parmağı” arayan Osmanlı bürokratlarını sert bir dille eleştiren Akçura, ironiyle karışık bir üslup ile bu eleştirilerini devam ettiriyor. “Bizim mübarek Türkler, Osmanlıların gelmesinden evvel de, sonra da burada bin yıl hâkimlik etmişler, lâkin şu hâkimliklerini bir çizgi ile olsa da hatıra getirmeyi fazla iş olarak düşünmüşler, bu derecede tevazu ya da tembelliği, tarih baba, ekseriya affetmiyordur!” (s.85)
Beyrut ziyareti süresince bölgenin önemli aktörlerinden sayılan, mahalli gazete erbapları ve ticaretle uğraşan Araplarla da konuşan Akçura, bölgedeki Arap milliyetçiliğinin hangi boyutlara geldiğini, esasında Osmanlı’ya yönelik ortaya çıkan Arap isyanının nüvelerinin o günlerden nasıl da belli olduğunu çok iyi şekilde gözlemleyerek, okuyucularına aktarıyor. Bu satırlarda Arapların, Müslüman-Hıristiyan ayrımı yapmaksızın ortaya koydukları milliyetçi cemiyetler, kulüpler, ıslahat beyannameleri, isyana giden yolda ne tür hazırlıklar yapıldığının, bölgede zayıf kalan Osmanlı yöneticilerinin de mevcut durum üzerine gösterdikleri tutum hakkında karşımıza önemli bilgiler çıkarıyor.
“Arap genci ile benim İslâm’ı anlayışımızda çok fark var: O İslâm’ı Yahûdilik gibi bir din-i millî diye düşünüyor; ben İslâm’ı umumî, şer’î bir din diye anlıyorum. Arap İslâm’ın bütün insanoğluna yayılmasını istiyor, lâkin bununla birlikte Araplık da yayılsın diyor, Müslüman olan her kişi Arp olsun, bütün Müslüman dünyası bir Arap padişahlığına dönüşsün diyor.” (s.47) sözleriyle Arapların din üzerinden yaratmaya çalıştıkları Arap milliyetçiliği ve emperyal gayelere vurgu yapan Akçura, bu hissiyatın oluşmasına Türklerin, yani bizlerin de zemin hazırladığını ifade ediyor. “..evlenirken izdivaç akdi Arapça başlıyor; ölürken Arpça Kur’an sesi dinleye dinleye öteki dünyaya gidiyoruz. İmam telkini de Arapça veriyor, melaike sadece Arapça konuştuğundan en cahil bir Müslüman d kabrin korkunç suallerine cevap ermek için, Arapça birkaç söz öğrenmekten geri kalmıyor. Öldükten sonra Allah nasip edip cennete girebilirsek orada artık sadece Arapça konuşacağımıza tam iman getirmişiz.” (s.46)
Bu ve bunun gibi birçok eleştiri ile Beyrut sokaklarında gezen Akçura, piyasada dolaşan paralardan en itibarsızı ve en geçersiz olanının Osmanlı parası olduğunu da vurgulayarak, esasında sınırlar içerisinde yer almasına rağmen Beyrut’un daha evvel bahsedilen kültür, sosyal yaşam da dâhil, ekonomik açıdan da bizden farklı ve kopuk bir şehir olduğunu çok net bir şekilde ve en acı örneklerle ortaya koyuyor. Akçura, Beyrut’tan ayrılırken ve yine ancak bir ecnebi gemisi aracılığıyla Türk toprakları arasında seyahat etme özgürlüğüne sahip iken, devrin hal-i pür melalini anlatan şu cümleleri sarf ediyor. “Biz Türkler çoğunlukla günlük ömür sürmekte olan halkız, maziyi de istikbali de asla aklımıza getirmiyoruz. İstikbali düşünmemek, maziyi unutturur; maziyi unutma istikbali hatırdan çıkarmaktır.” (s.85)