Ali MASKAN
Önümüzdeki günlerde Türklerin hatırı sayılır bir millet sıfatıyla uluslararası politikada yön belirleyici konumuna geleceğini defaatle söylemiştik. Filistin’de barışın, Ortadoğu’da istikrarın sağlanmasını müteakip, dünya siyasetinde meydana gelecek gelişmelerde yer alma hususunda, uluslararası sistemin Türklere dair kabullenmelerini açıkça görmekteyiz. Mevcut şartlar altında bu beklentinin hamasi bir söylemmiş gibi değerlendirilmesini saygıyla karşılıyorum. Lakin söylemin olabilirliği veya olması durumunda uluslararası ilişkilerde karşılaşabileceğimiz sorunları tartışmayı şu an itibariyle çok da muteber görmüyorum. Uluslararası ilişkilerde nadir rastlanan kırılmalardan biri yaşanırken ve belki de birkaç yüzyıllık bir sistemin temelleri atılırken, bizlerin bu konuyu sürecin dinamiklerini düşünerek tartışması lazım.
Güç ve çıkar üzerine inşa edilen uluslararası ilişkilerin sosyo-psikolojik ve hatta felsefi boyutları çok da ön plana çıkmaz nedense. Hâlbuki yaşadığımız savaş, ölüm, gözyaşı, kin, nefret gibi duyguların hepsi insanoğlunun ruhunun bir parçasıdır ve her şey buradan başlar. Dünyadaki bütün gelişmeler bireylerin ve toplumların ruhsal yolculuklarının bir serüvenidir esasında. Öyleyse yeni dönemde Türklerin ruhsal serüvenini anlamak ya da kendimizce anlamlandırmaya çalışmak bizlere en azından önümüzdeki yüzyılların yaşam kodlarını vermiş olacak.
İnsan sadece bir annenin kucağına doğmaz aynı zamanda bir toplumun içine doğar. Millet bir doğumlar bütünüdür. Çocuğa ruhsal donanımlarını veren anne bu toplumun bir üyesi olarak kendine verilmiş bellek üzerine çocuğunu yetiştirir. Birey kendi kişisel belleğine ve bilincine sahipmiş gibi görünse de esasında onu besleyen ve tutsak eden bir kolektif aklın esiridir. Üstün yetenekli bireylerin toplumsal aklın gelişimine katkıları elbette ki kolektif aklın yeni dönemlere tutunum gücüdür. Lakin toplumca takdir edilen bireysel katkılar anneler silsilesinin varlığına asla zarar vermez hatta onu besler.
Kitlesel bir dünyanın tek düze yaşam kültüründe bireysel bellekler daha makbul görülmekte. Zira kitlenin böylesi zayıf bilinçli insanlar üzerine kurgulanması, onun yönetilmesi ve tehdit olmaktan çıkartılmasını kolaylaştırmaktadır. Bireyin ön plana çıktığı bir dönemde, kimliğinin farkındaki milletler hatırı sayılır bir güç ve tehdit haline geliyor. Sistem ya bu milletlerle işbirliği yapmalı ya da tehdit olarak algılayıp mücadele etmeli. İçinde bulunduğumuz süreçte bu kolektif gücün bilincinde olan milletler zorunlu bir birliktelik yaşayacaklar gibi görünüyor.
Türkleri bundan sonraki yüzyılların temel aktörü yapacak bu zorunlu sistemsel dönüşümün, kerhen bir kabullenmeyi beraberinde getirdiğinin farkındayız. Rızasız kabulcülerin kendine has savunma sistemleri süreç içinde bu tehdidi tolere edilir hale getirebilir. Hatta böylesi bir tehdidin yaşamsal bir fırsata dönüşebileceği gerçeği bile sistemin var oluş kurgusunu oluşturmuş olabilir. Her iki taraf için tehdit ve fırsatlar içeren bıçak sırtı sürecin kırılma noktası, milletlerin geçmişlerine ve geleceklerine ne kadar bağlı kalacaklarıyla orantılı olarak gelişecek.
Bunun farkında olan kadim topluluklar bu kurguya dair dönüşümlerini gerçekleştirme hususunda radikal denebilecek faaliyetlere girişti. Bazı milletler bu gelecek kurgusunu kendi toplumlarıyla çatışma pahasına oluşturmak zorunda kalacaklar. Ancak Türkler herhangi bir mevcut düzeni bozmadan böylesi bir üst yapıya geçme hususunda sürecin rutin zorlukları dışında yapısal bir muhalefetle karşılaşmayacaklar. Fakat her halükarda Türkler bu süreçte kendilerine sunulan simbiyotik ilişkilere de açık olduğunu beyan etmelidir.
Gelecekte Türk milletinin birlik ve bütünlük içindeki varlığını sağlayacak temel unsurların, bu milletin köklerinde yattığını ifade etmek sanırım hamasi bir ifade olarak algılanmaz. Var olma mücadelesi içinde insanları bir çatı altında toplayan Türklük ruhu, binlerce yılda çok farklı din, dil ve ırk ile temas ederek zamanın ruhunu inşa etti. Kan, gözyaşı, umut, tutku, arzu, nefret ve cesaretle beslenen bu ruh, her dönem kendine özgü değerler oluşturdu. Bugün dünyanın çok farklı bölge ve ülkelerinde yaşam süren Türklerin hepsinde bu ruhun izlerini çok net bir şekilde görmek mümkün. Zamanın ruhu elbette ki her dönem farklı şekillerde tezahür etmiş veya algılanmış olabilir. Ancak bu hiçbir zaman ortak bir zaman diliminde buluşulmayacağı anlamına gelmez. Bugün farklı dinlere ve dillere sahip olduğumuz Macar ve Bulgarlar da dâhil olmak üzere kültürün ana unsurlarına sahip olmadığını düşündüğümüz bütün Türklerin zamanın ruhunda bir karşılığı olduğunu unutmayalım.
Türk devletlerinin ve toplumlarının yapması gereken şey, hamaset altında politik açılımlar üretmekten ziyade, milletin ortak kültür bakiyesinde bir uzlaşma sağlamak olmalıdır. Bu uzlaşı kültürü akraba ve dost milletlere kucak açmanın dışında Türk milletinin içindeki dil ve din farklılıklarını da kabullenilebilir hale getirecektir. Müslümana, Hristiyana, Yahudiye ve Şamana zaman yolculuğunda ortak bir hikâye yazdırmak zor olmasa gerek. Zira bugünün toplumsal ve politik çıkmazlarının altında, bilinçaltımıza yerleşen ve gerçekliği hiçbir zaman sorgulanmamış hikâyeler yatar. Bireyler bir uzman denetiminde bu hikâyeleri yeniden yorumlamak ve yazmak hususunda gayet mahir davranışlar sergileyebilmekte. Bu şekilde psikolojik sorunlarından kurtulup yeni bir hayata yelken açabilmekte. Türkler bugün geçmişte yazılan hikâyelerin hangilerini kutsayacağı veya unutacağına dair karar vermelidir. Zamanın ruhundaki yaşanmışlıklara format atmak ve yeni hikâyeler oluşturmak bizlerin elinde.
Küreselleşme ve göçlerle allak bullak edilmiş ruhların tarihçiler ve psikologlarca yeniden tasarlanması belki daha kolay olacaktır. Esasında sistemin amacı milletlerin geçmişte tutunacağı bir dal bırakmamak olsa da (Afrika’da sömürülenlere yaptıkları gibi) Türklerin böylesi bir hataya düşmeyeceğini tarih her daim göstermiştir. İçinde bulunduğumuz zaman en alasından milletleri bile değirmende öğütebilmekte. Geçmişi olmayan milletsiz toplumlar gelecek algısının tam da göbeğinde yer alıyor. Bunun farkında olanlar kendilerince bir direnişin içinde. Bugün içinde yaşadığımız sıcak ve soğuk savaşların temelinde bu varoluş mücadelesi yer alır.
Uluslararası sistemi yönettiğini düşünen üst akıl sahipleri sömüren ve sömürülen ilişkisinde yeni bir aşamaya geçtiler. Dünün sömürgeci toplumları bugün sömürülen toplumlar sınıfına itiliyor. Sömürgecilik artık devletler ve toplumlar üzerinden değil sadece küçük bir azınlık üzerinden tasarlanabiliyor. Dünün sömürgeci toplumları bugünün sömürülen toplumları statüsüne geçirilmeye başlandı. Bu ne yazık ki akıl sahiplerinin de içinde bulundukları milletleri ve toplumları hiçe saymalarını gerekli kılıyor. Yeni var oluş felsefesinin kabulü elbette ki çok kolay olmayacak. Üst aklın sahipleri bile kendilerinden beklenmedik bir şekilde milletlerine sahip çıkma güdüsüyle hareket etmek istiyorlar.
Toplumların bir kitle olarak din, dil ve ırk ayrımı yapılmaksızın yeniden tasarlandığı bu süreçte, kimi milletlerin müstakilen var olma mücadeleleri elbette ki hiç kolay olmayacak. Sözde akıl sahipleri kendi milletlerine kısmi de olsa bir yaşam alanı oluşturma arayışında iken, Türklerin bir millet olarak yaşama tutunabilme arzularını masumca bir duygusallık olarak telakki etmeyecekler elbet.
Bu bakış açısının hamasi bir ırkçılıkla karıştırılması, geleceğin dünyasını algılayamamaktan öteye götürmez bizleri. Bu sadece Türk milletinin var oluş mücadelesi değil aynı zamanda Arap’ın, Rus’un, Alman’ın, Cezayirlinin, Çinlinin, Nijerlinin de hayata tutunabilme arayışıdır. Türkler her daim olduğu gibi sadece mihmandarlık görevini yerine getiriyor.
————————————–
Kaynak:
https://fikircografyasi.com/makale/zamanin-ruhunu-yakalayan-turkler