Ay, küçücük bir bulutun bile bulunmadığı, bütün yıldızların nur çiçekleri açtığı sonsuz semada muhteşem ışıltılarla bilinmezlere doğru giderken -güneşin sıcaklığına inat- arzı çok farklı gümüşî bir parlaklıkla soğuk, bir o kadar da efsunlu bir aydınlıkla buluşturuyor, çöl gecesinde avlanmaya çıkmış en küçük bir canlının gölgesini bile sanki canlıymışçasına, sanki hayal perdesine yansıyor gibi, sanki meseller ülkesinden geliveren kaçaklar gibi uzatıp koşuşturuyordu.
Kum tepelerinin başladığı yerde biten köyün sınırındaki eski kulübede, ak saçlarından beş on telin örtüsünden çıktığı, sırtı iyice kamburlaşmış çok yaşlı, zayıf mı zayıf kadın yere serili yatakta bağdaş kurmuş, başını göğsüne eğmiş, en içten yakarışlarla dua ediyordu. Kelimeleri ığıl ığıl akan derelerin mırıltısı gibiydi, kesintisiz ve çok derinden derine gidiyor, gözyaşlarıyla besleniyordu:
“-Allah’ım, “dost arasan ben yeterim,” dedin. Hep yanımda oldun. Bana ne çok sır bahşettin. Kimi Âdem oğlunun çok fakir bulduğu şu küçük mekân ne genişti Ey Rabbim. Sen bana neleri hediye ettin. Artık yolculuğumun sonuna çok yanaştım, hissediyorum. Beni bana da kimselere de bırakma. Kuşçuk canımı bu bedenden sessizce, zahmetsizce, ama sonsuz bir imanla alıver. “
Tam o sırada kulübenin kapısı sessizce açıldı. İnce, uzun, hırpani kılıklı genç bir adam neredeyse ayaklarının ucuna basarak usulca içeri girdi.
Yaşlı kadın oralı olmadı, duasına devam etti. Ama adam etrafa bir bakındı. İçeride duvara dayalı küçük sandıktan başka hiçbir şey olmadığını görünce söylenerek sandığa bir adımda ulaşıp kapağını açtı, içindekileri hırsla döküp saçtıktan sonra hırsla söylendi:
“-Bu kocakarının hiçbir şeyi yok! Duyduğuma göre altını varmış. Nereye sakladı acaba?”
Hızla döndü, yaşlı kadının yanına çöktü, bir çırpıda başörtüsünü çekti, çok azalmış olan saçlarına yapışıp deli deli konuştu:
“-Bana bak cadaloz, nerde altınlar? Gebertirim şuracıkta seni, çabuk konuş!”
Yavaşça gözlerini adam çevirdi yaşlı kadın, inlemedi bile. Sadece fısıldadı:
“-Ah be Âdemoğlu, yine yanlıştasın. Sana yarayacak hiçbir şey yok burada. Başına dert arama, çekil git yoluna.”
Adam saçını bıraktı, buruş buruş kollarına saldırıp bilezik aradı, yoktu. Ellerine baktı. Sağ elinin işaret parmağındaki yüzüğü gördü. Hırsla elini tutup yüzüğü parmağından çıkarmak istedi. Ama yüzük çıkmadı.
Yaşlı kadın yine yavaşça fısıldadı:
“-Yapma! Dert arama kendine. O yüzük yetmiş senedir parmağımda. Çıkmaz. Parmağımı kesmen gerekir. Canım efendimin askere giderken hediyesiydi. Savaştan dönemedi. Yapma.”
Uğru hiddetle dedi ki:
“-Değil parmak kesmek, senin canını alırım o yüzük için, eğer değerliyse, işime yararsa. Hele bir bakalım şu ay ışığında.”
Yaşlı kadını koltuğundan tuttuğu gibi havaya kaldırdı, sürükleyip pencereye götürdü. Yüzüklü elini çekiştirip ay ışığına tuttu parmağını.
Yüzük taşlıydı. Bir an ay ışığıyla muhabbet edince göz açıp kapayıncaya kadar yemyeşil parladı, sonra hemen söndü.
Afalladı adam, hemen pis parmaklarıyla yüzüğün taşını ovaladı, ona dikkatle baktı. Ama taşın yeşil rengi hızla karardı ve büyümeye başladı, adamın gözleri de. O yüzük taşı sanki kapkaranlık bir kuyuydu da adamı içine çekecek, işlediği bütün suçlarının hesabını soracaktı. İçi ürperdi, aklı karıştı. Şaşkınlıkla bağırdı:
“-Uğursuz cadı! Büyülü bu yüzük. Kahrolasıca!”
Göğsüne vurup hızla itti yaşlı kadını. Nine sırt üstü, boylu boyunca yatağa devrilirken hırsız deli gibi dışarıya fırladı. Korku içinde kaçarken de çok zehirli çöl yılanının üstüne bastı.
Ertesi sabah gencecik Çoban nineye bakır bakraçla süt getirmek için kulübesine giderken hırsızı yerde serili görünce aklına yaşlı kadın geldi. Korkuyla bağırdı:
“-Eyvah! Ağzı dualı ninem! Bu pis uğru ona gelmiş olmalı.”
Kulübeye yetişip içeri girince yaşlı kadının perişan halini gördü ve büyük bir telaşla hemen yanına çöküp kalbini dinledi, atıyordu. Şükürler edip yavaşça seslendi:
“-Ninem, ben geldim. Aç gözlerini, bak yanındayım.”
Ama zaten ninenin tek gözü açıktı. Öteki gözünü zorlayarak açtı, konuşmak istedi. Ama ağzının sol tarafı durmuştu. Sol elini kaldırmak istedi, o da sözünü dinlemedi, kımıldamadı.
Sağ elini zorlukla kaldırıp Çobanın omuzuna koydu. Çok zorlanarak, peltek peltek konuştu:
“-Evlat, Allah… Senden razı olsun. Şu parmağımdaki yüzüğü çıkart, hemen cebine koy, senindir artık. Efendimin hediyesiydi. Çok uğurlu geldi bana. Dilerim ki sana da uğurlu gelir. Kaç zamandır hep süt getirdin. Onunla yaşadım ben… Hakkını helal et. Bir de… Bir de başörtümün sağ kenar ucuna bağlı unuttuğum bir altın liram var… Onunla kendine bir iki koyun, keçi al. Kendi sürün… Kendi sürün olur inşallah…”
“- Ninem, o yüzük senin parmaklarına çok yakışıyor dedi çaresizlikle, hem o güzel yüzük hanım yüzüğü.”
Derin bir iç geçirdi yaşlı kadın, çok zorlanarak konuşmaya gayret etti:
“-Al onu, çıkar parmağımdan… Hemen koy… Cebine… Bir gün sahibi çıkar gelir… Yanına… Sabret, bekle… Altını da hemen… Hemen al, göreyim cebine koyduğunu. İçim rahat etsin… Haydi evlat, al onları. Vaktim kalmadı…”
Çoban çarnaçar dediklerini yaparken nine onu tek gözüyle seyredip mırıldandı:
“-Yolun açık olsun, emanete dikkat eden evlat. Allah’a emanet ol.”
Sonra sustu birkaç dakika. Dudakları kıpırdadı durmadan.
Ardından hareket edebilen tek gözünü kapıya çevirdi. Çoban ona sevgili misafirinin geldiğini hüzünle anladı, gözleri doldu.
Nine derin bir nefes alıp fısıldadı:
“-Hoş geldin Ey Dost… Ya Allah!”
İkindi namazında nineyi köyün mezarlığına, büyük selvi ağacının kenarına defnettiler, hırsızı da en uzaktaki çalının dibine.
Gencecik Çoban birkaç gün kederden ne yapacağını bilemez şekilde kendini sürüsüyle dağlara vurdu, sessiz gözyaşları döküp ninenin hediye ettiği yüzüğü ve altını çıkardı, onlara bakarak düşündü. Kendini bildi bileli nineyi tanırdı.
Çocukken kulübesinin önündeki küçük bahçesinde kendine yetecek kadar sebze yetiştiren, kışlığını yapan o ihtiyar kadını, onun durmadan çalışmasını gizli gizli seyrederdi. Ama bir gün yaşlı kadın onu görünce yanına çağırıp kocaman bir karpuz dilimi vermiş, başını sevgiyle okşamıştı.
Yaşlı kadından neler neler öğrenmemişti ki. Bazan gecenin bir yarısı uyanıp yatağından sessizce kalkar, parmaklarının ucuna basıp doğru ninenin yanına giderdi. Yatağına oturmuş tesbih çekerken bulurdu onu. Birlikte dışarı çıkarlar, bağdaş kurup yere otururlardı. Hemen soruları sormak için can atardı. Hele mehtaplı geceler onun için sır kapılarını açmanın en güzel haliydi. Yıldızlardan, yedi kat gökyüzünden, sıra sıra dizili meleklerden, Süleyman’ın ordusundan korkan karıncalardan, Yunus’u yutan koca balıktan, zerrelerden, kâinattan, hatta kâinatlardan bahsederdi.
“- Öyle ya, derdi Kudreti sonsuz Yüce Rabbim böyle bir kâinatı yarattıysa niye başkalarını yaratmasın ki?”
Ama yıllar geçip kendi büyüdükçe nine iyice ihtiyarlayıp elden ayaktan düşmeye başlayıp kulübesinden dışarı çıkamaz hale gelmiş, komşusundan parayla aldığı süt ve ekmekle yaşar olmuştu. Son bir aydır ekmek de yiyemiyor, sadece birkaç bardak sütle yaşamaya gayret ediyordu.
Birkaç ayın sütünü de kendine ait iki koyundan sağıyor, pişirip getiriyordu Çoban. Artık sadece zorlanarak namaza kalkan ninenin konuşacak mecali kalmamıştı. Ama borcuna sadıktı. Sütün parası diye bir altın lira da o zaman vermişti.
Bu yüzük kim bilir ne hatıralara şahitlik etmiş, ne güzel sözler duymuştu kim bilir…
Farkında olmadan ovaladı yüzüğü. Yüzük sanki sevildiğini anlamış gibi parıldadı ve bir an yemyeşil ışıklar saçtı. Çoban şaşkınlıkla ışıltılı taşa baktı, sadece bir an içinde sanki bir sürü çok güzel göz gördü ve onların arasında gezinip berrak sular gibi görünen bir güzellik, bütün ufku saran bir çift zebercet renkli göz…
Hayranlıktan bir an dondu kaldı, gönlü sonsuz ummanlar kadar büyüdü de içine sadece sevda çağlayanları dolmaya başladı.
Hayretler içinde gözlerini sildi, yüzüğe tekrar baktı. Lakin o ışıltılı hayali göremedi… Ama… Ama o gözler onun sevda ufkuna yerleşti de Çobanı Mecnun ediverdi. Aylarca köyün öte yamacında başlayan dağlara vurdu kendini, sürüsünü oralarda dolaştırdı.
Artık hiçbir yere sığamaz olunca da sürünün sahibi olan yaşlı adamın karşısında buluverdi kendini ve ona dedi ki:
“-Beyim, ben bu yerlerde duramam gayrı. Al şu iki altın lirayı. Bana sürüden birkaç koyun verirsen sana dua edeceğim. Gitmek dilerim senden. Bundan geri senin işine yaramam.”
Sürü sahibi Çobanı böyle halsiz, yorgun görünce hemen başından savmak istedi. Beş altı cılız koyunu, bir de öksürüklü koçu önüne koyup “yolun açık olsun” dedi. Dedi ama o hafta çok güvenip teslim ettiği iki çobanı sürüden on koyunu kurtlara kaptırdı.
Gencecik Çoban da önüne kattığı cılız koyunlarla dağları aştı, yaylaklarda yaylatıp berrak derelerin suyunu içirdi onlara.
Ve…
Aradan zamanlar ve zamanlar sakin esen yeller gibi geçip gitti…
Altı cılız koyunla öksürüklü koçun nesli çoğaldı da çoğaldı, sürü büyüdü de büyüdü. Çoban da artık o deli, çılgın yıllarını yolcu edip hep düşünen, akleden, fikreden, zikreden ağır başlı genç adam oldu, o zebercet renkli gözlerin hayaliyle, hüzün dünyalarında hasret ateşleriyle kavrularak yanan bir adam… Buluta, rüzgâra, dağa, taşa, pınara, dereye, kurda, kuşa, yeşile, çimene, çöle, kum tanesine, velhasıl gözün gördüğü her şeye sordu onu. Onlar da görmediklerini söylediler hal diliyle.
Sürü çok büyüyünce günlerden bir gün hayvan pazarına gitmeye karar verip köye uğradı. Sürünün yarısını çocukluk arkadaşına emanet edip güneş doğarken diğer yarısı ve beş koca çoban köpeği ile yola koyuldu.
Günler boyunca dağlar, tepeler aştı, ovaları geçti, merada dinlenip kavalını içli içli çalıp zebercet renkli gözlerle hüzünlendi, koyunları yaydı, sonra berrak, şırıl şırıl akan pınarlarda suladı.
Güneş gölgeleri yavaş yavaş uzatmaya başlayıp gün dönerken kasaba pazarına ulaştı.
Pazar yeri yavaş yavaş boşalıyor, tezgâhlardan mallarını çuvallara koymakta olan yaşlı, genç satıcıların yüzlerindeki yorgunluktan günün çok hareketli ve uğraşmalı geçtiği anlaşılıyordu.
Yavaş yavaş sürüyü hayvan pazarına sürdü.
Bir saat sürmeden bütün besili koyunlarını, sağlıklı koçlarını satan Çoban kendine güzel, alımlı bir at aldı. Akşam kızıllığının serinliğinde yola çıkmaya niyetlendi. Ama önce pazar yerini şöyle bir dolaşmaya karar verip tezgâhların arasında gezinmeye başladı.
Neler, neler yoktu ki. Top top rengârenk has ipekten kumaşlar, pek güzel fistanlar, yelekler, el oyası çeyizler, bin bir çeşit çiçeklerden, nice nice hoş kokulu yapraklardan, köklerden boyanmış ipliklerle dokunan kilim ve halılar, el yapımı harika bilezikler, yüzükler, gerdanlıklar, çeşit çeşit küpeler, neredeyse akla gelen her şey…
Hüzünle düşündü: “Hepsi çok güzel. Lâkin kime alayım ki. Beni bekleyen kimse olmadıktan gayrı, kime?”
Ama… Ama birden durdu, şaşkınlıkla yerinde kalakaldı beş on saniye. Birkaç tezgâh öteye dikkatle bakmaya başladı. Onu hayrete düşüren o iki sıra zebercet taşlı bileklik adeta kendini çağırıyormuş gibi ışıl ışıl parladı.
Farkında olmadan yavaşça elini yeleğinin iç cebine soktu, ninenin hediyesi zebercet taşlı yüzüğe dokundu, sanki ninenin dünyaları içine alan, sıcacık sevgilerle dolu yüreği parmağının ucunda atmaya başladı.
O bilekliklere tekrar baktı, hayretle onların takılı olduğu bileği ve kınalı elleri gördü. Hayranlıkla mırıldandı:
“-Ey Rabbim, ne güzellikler yaratıyorsun. Ne güzel eller.”
Güzel eller yavaşça dizlerin üstünden kalktı, koyu yeşil ipek başörtü ile gizlenmiş başı şakaklarından tuttu.
İşte tam o anda ipek örtü sanki sarıp sarmaladığı güzelliği âleme göstermek istedi de hızla omuzlara kaydı. Bahar renkli yüz ona doğru döndü. Yeşil sarı renkli gözler onu gördü. Bir an dikkatle baktı Çobana ve şaşkınlıkla ve hızla ipek şala uzandı o güzel eller.
Çoban da o gözleri görüp şaşkınlığı yedi göğü dolaştı sanki, eli tekrar yüzüğe gitti. Yine farkında olmadan hayranlıkla mırıldandı:
“-Sevgili Ninem… Bu yüzük bu gözlerin renginde… İkisi de ne güzel.”
Yeşil ipek örtüyle hemen örtünen bahar yüzlü kız sadece gözlerini açık bıraktı. Tekrar Çobana baktı. Tanımak ister gibiydi sanki. Ama sonra başını öne eğdi, üzgün üzgün yere bakmaya başladı. Beş altı kadın daha sağında solunda oturuyordu. Hepsi narin ve güzeldi, İpekli elbiseler giymişler ve çok güzel şallara bürünmüşlerdi.
Aklı karışan şaşkın Çoban birkaç dakika daha öylece, ne yapacağını bilemeden durdu, yere bakıp düşünmeye başladı. “Bu yüzük, dedi kendi kendine, bu yüzük, bu gözlerin olmalı, ama nasıl? Bir yol bulmalıyım, acaba hangisi. Yanına gidip versem mi? Ya beğenmez beni azarlarsa. Ya da bir serdengeçti sanıp korkuyla bağırıp kovalarsa? Ya bir hovarda sanıp birilerini yardıma çağırırsa. “
Beyninde düşünceleri birbirine karışıp fikir yangınları aklını dumanlandırıyorken yüreğine aniden doğan çare onu gülümsetti. Ürkek adımlarla bahar yüzlü kıza yanaştı, iki adım ötede, tam karşısında durdu.
Kız üstüne gelen gölgenin farkına varıp başını kaldırınca kendine uzanmış eli gördü, avucunda yeşil ışıltılarla göz alan yüzük duruyordu.
Bir yüzüğe bir Çobana baktı, soru soran gözlerini ona dikti.
Kendisine bakan zebercet yeşili gözlerden, o hülyalı, mahzun bakışlardan perişan olan Çoban ne diyeceğini hiç bilemedi. Sadece başını yere eğip fısıldadı:
“-Bu yüzük senin.”
Kız uzanıp yüzüğü aldı ve elinde olmadan sağ elinin yüzük parmağına geçirdi. Güneşin zebercet taşının esrarına âşık ışınları karşısında daha da parlayan yüzük sanki “hasretim bitti, yuvamı buldum” der gibi o parmağa tam oldu.
Bir an yüzüğe hayranlıkla bakan kız kendi kendine fısıldadı:
“-Dert dalgalarının ulu dağları aştığı şu zavallı ömrümde bu ne güzel hediye. Bu adam çok iyi biri olmalı. Belki derdime çare olur.”
Onunla konuşmak için başını kaldırdığında karşısında kimse yoktu. Hüzünle etrafına bakındı. Pazarın bitişindeki sokaktan sağa döndüğünü gördü.
Yanındaki kadının kulağına bir şeyler fısıldadı. Hemen yerinden fırladı, Çobanın peşinden koşmaya başladı. Onu eski, harap olmuş bir fırının önünden geçerken yakaladı. Hemen kolundan tutup yüzünü kendine çevirdi. Hızla ve heyecanla fısıldadı:
“-Ey genç adam, söyle bana. Beni beğendin mi?”
Çoban büyük bir şaşkınlıkla ona baktı. Yine ne diyeceğini bilemedi. Çaresizce sustu. Kız üsteledi:
“-Sen bu güzel yüzüğü bana verdiğine göre beni çok beğendin. “
Israrla kendine bakan o güzel gözlerden sarhoş olan genç adam fısıldadı:
“-Hem de çok… Ne çok.”
Kızın gönlünde hürriyet çiçekleri açtı. Ellerini ağzına kapayıp birkaç saniye ona sevinçle baktı. O güzel gözlerinden yaşlar akıtarak yavaş bir sesle konuştu:
“-Öyleyse kaçır beni. Hemen gidelim.”
Hiç beklemeden yine kolundan çekiştirip o harabe fırına soktu. Heyecanlı konuşmasına unutulmuş, geçmişte kalmış taş duvarların, sağa sola atılmış tahta ve odun parçalarının, birkaç küçük kömür öbeğinin arasında, sımsıkı tuttuğu Çobanın kolunu bırakmadan heyecanlı konuşmasına devam etti:
“- Bak, konuşmaya vakit yok, kaçır beni. Soru sorma. Ama şunu bil. Ben… Ben asla kötü bir şey yapmadım. “
Tam o sırada koşuşan ayak seslerini duydular. O sesler fırının önünde yavaşladı, durdu sonra. Heyecanlı konuşmaları işittiler:
“-Allah’ın belası kadın! Nereye kaçtı yine. Bir an gözünü üzerinden çek, kaçacak delik buluyor!”
“-Bu kadının zincirlerini çözmekte acele etti tüccar efendi. Neymiş, yaralı olmamalıymış.”
Diğer ses öfkeliydi:
“-Madem bunu biliyordun, neden yanlarından ayrıldın hey densiz herif. Şimdi o zincirleri bize dolar da esir pazarında köle diye satarsa ne halt edeceğiz?”
“-Şu fırına girip bir baksak mı? Belki buraya saklanmıştır.”
“-Eğer buraya saklanmışsa kendisini elimizle koymuş gibi bulacağımızı bilir elbette. Kim bilir hangi kervanbaşının yanına yanaşmıştır. Yürü, tezden kervanlara bakalım.”
Kız bu konuşmaları neredeyse nefes almadan dinledi. Heyecan ve korkudan tir tir titriyordu. Ayak sesleri iyice uzaklaşınca ayakta duramadı, yere çöktü. Derin bir nefes alıp ellerini yüzüne kapattı. Bir müddet sessiz sessiz ağladı.
Çoban büyük bir çelişki içindeydi. Onun omuzları titreyerek ağlayışını, hıçkırmamak için derin nefesler alışını farkında olmadan seyredip düşündü. İçini derin bir hüzün kapladı, kalbi sıkıştı, gözünden yaş akmadı ama gönlü sevda gözyaşları dökmeye başladı. Demek ki bu bahar yüzlü kadın onu sadece kaçmak için bir vasıta olarak görmüş, son çare bilmişti. Varlığı ona hiçbir şey ifade etmemişti… Ama şimdi yardıma ihtiyacı vardı ve belli ki bir tehlikeden kaçıyordu. Yardım edebilmesi için evvelâ bu tehlikeyi ve sebebini öğrenmesi gerekiyordu.
Kızın yanına usulca bağdaş kurup oturdu. Fısıldar gibi konuştu:
“-Söyle bana, neden kaçıyorsun sen? Bu adamlar niye peşinde?”
Bahar yüzlü başını kaldırıp hüzünle baktı ona. Hıçkırıklarla ağlayarak bir solukta acı hayat hikâyesini anlattı:
“-Ben yedi erkeğin tek kız kardeşiydim. El bebek, gül bebek yetiştirildim. Yüzüme bakmaya kıyamazdı babam, kardeşlerim. Kuzeyde, büyük çölü geçtikten sonraki yaylalarda yaşayan boydanım. Ağabeylerimle babam ormana ava gittikleri günü bellemiş azgın şakiler, savunmasız olan obamızı bastılar. Buldukları yaşlıları kılıçtan geçirdiler. Anam beni saklamak istedi. Yavaşça obadan kaçacak olduk. Ama peşimize düştüler. Anacığımı katlettiler. Beni de zincirleyip ilk rastladıkları köle tüccarına sattılar. Bu pazarın tek köle tüccarı o harami… Onun için ağırdan alıyor beni satmak için. Verilen akçeyi az bulduğundan satmadı. Haydi, ne olur, kaçalım şuradan. Götür beni. “
Çoban başını önüne eğip kısa bir müddet düşündü. Ardından hemen ayağa kalktı. Kız da fırladı yerinden, hemen onun koluna yapışıp sızlandı:
“-Beni bırakıyor musun burada? Sana halimi anlatıp insanlığına sığınmışken. Nereye?”
Çoban onun güzel gözlerine baktı ve farkında olmadan düşündü: “Ben seni nasıl bırakabilirim ki? Ya Rabbi, bu nasıl bir güzellik? Ömrüm boyu baksam bıkamazdım. Sadece görmem bana yeterdi. Ama… Ama artık bu emanetin muhafızıyım ben. Beni nefsimin azgınlıklarından koru Yüce Yaratanım.”
Dedi ki:
“- Şu yıkık fırının ayakta kalan kısmına saklan. Önüne odunları dizip görünmemeni sağlayacağım. Şimdi gidip acele bir işi halledeceğim. Ben gelene kadar bekle. Sakın dışarı çıkma. Geç gelirsem merak etme. Yüce Rabbim canımı almadıkça muhakkak geri döneceğim. Söz ver bana, dışarı çıkmayacaksın.”
Kız dehşet içinde baktı ona. Yine ağlamaya başladı. Hırsla konuştu:
“-Korktun değil mi? Korktun işte! Bırakıp gidiyorsun beni bu harabe sokakta, bu yıkık fırının içinde.”
Çobanın yüzünden hafif bir gülümseme geçti hızla:
“-Hayatımda hiç sözümden caymadım Allah’ıma şükür. Şimdi de caymayacağım. Seni o caninin elinden en kolay şekilde kurtaracağım inşallah. Bana güven, söz ver. O yerde gizleneceksin. Ne duyarsan duy dışarı çıkmayacaksın.”
Kız diklendi:
“-Sen de bana söz ver. Gelip beni götüreceksin değil mi?”
Çoban ona melül melül baktı. Hüzünle fısıldadı:
“-Söz, söz, seni götüreceğim inşallah.”
Az sonra yıkık fırının sağlam tarafına girip bağdaş kuran kızın önüne unutulmuş, kupkuru, kimi yerleri çürümüş, yeşillenmiş odunları hızla dizen Çoban aceleyle harabe fırından çıktı. Koşarak kızı ilk gördüğü yere gitti. Diğer kızlar yoktu. Ama suratsız, upuzun boylu bir adam yanındakileri azarlayıp duruyordu:
“-Bre ahmaklar! Bir aptal kızı bulamadınız öyle mi? Eğer bulmazsanız sizi köle niyetine satarım. Defolun, tekrar arayın!”
Biraz bekledi Çoban, duyduğunun bilinmesini istemedi. Sonra yavaşça yanlarına yanaştı. Köle tüccarına selam verdi ve dedi ki:
“-Anama bir kadın hizmetkâr alacaktım.”
Sonra sağa sola bakındı, tekrar konuştu:
“-Herhalde bütün kadın köleleri sattınız. Yarın öteki pazara uğrarım artık.”
Tüccar sıkıntıyla düşündü. Gerçekten de diğer kadın kölelerin hepsini satmıştı. Artık yola koyulması gerekliydi. Biraz evvel yanına yetişen ulak bir sonraki menzilde bulunan yeni esirlerin hepsinin çok genç ve sıhhatli olduğuna dair güzel haberler getirmişti. Kaçak bir köle için o fırsatı kaçırmak işine gelmiyordu.
Çobanı baştan aşağı süzdü. Pek saf birine benziyordu. Kaçak köleyi küçük bir yalan ile satsa bu adam o yalana inanır, kaçan kızı bekler dururdu. Kır sakalını sıvazlayıp Çobana baktı. Önemsiz bir şey söyleyecekmiş gibi konuştu:
“-Az dur hele genç dostum, madem anana hizmetçi arıyorsun, elimde Senlik bir genç taze var. Her dediğini dinler yaşlı kadının. Hizmeti de iyidir. Ama az önce ayakyoluna gönderdim adamımla. İstersen onu al.”
Çoban aldırış etmez göründü, yalancıktan sızlandı:
“-Görmeden nasıl alayım ki? Ya anam beğenmezse? Ya bir sakatlığı varsa?”
“-Yok be dostum, diye cevap verdi kurnaz adam. Kaç yılın tüccarıyım ben. Sakatı niye ben alayım ki? Elimde tek kalan o. İşim de çok acele.”
Çoban razı olur göründü. Kölecinin verdiği yüksek fiyata şiddetle itiraz edip dörtte bire indirdi ve akçeleri adamın avucuna saydı. Tüccar hain hain gülümseyerek kesesine koydu akçeleri. Ardından köle satış belgesine Çobanın adını yazıp mührünü bastı. Keyifle ona verdi.
O sırada tüccarın biraz evvel avaz avaz bağırdığı adamlar geldi. Hain adam hemen onlara kaş göz edip susturdu onları ve hırsla söylendi:
“-Susun, sakın konuşmayın! Suçlarınıza bahane aramayın, dilinizi kestiririm! Tez atları getirin bre mel’unlar! İşimiz acele.”
Çobana dönüp neredeyse kahkaha atarak konuştu:
“-Allah bereket versin dostum. Az sonra adamım köle kızla gelir. Belgeyi gösterince kızı sana teslim eder. Ona da hemen atına atlayıp bize yetişmesini söyle. Haydi, uğurlar ola.”
Tüccar ve adamları atlarına alelacele bindiler. Onlar gözden kaybolana kadar arkalarından bakan Çoban peşlerinden bakıp düşündü. “Akıllı geçinen hırsız. Hain tuzakçı. Elbet seni de bir gün hak pazarında satarlar.”
Sonra hızlı adımlarla yıkık fırına doğru giderken düşündü. “Şimdi ne yapmalıyım? Bu bahar yüzlü genç kız… Ah bu kız… Benim yıllarca beklediğimdi. Oysa o kölelik cehenneminden kurtulmak için benden medet umuyor. İstediği sadece bu… O halde dediğini yapmalıyım. Sözümü tutmalıyım.”
Az sonra yıkık fırından kızı çıkaran Çoban onun toza bulanmış halini görünce hayranlıkla gülümsemekten kendini alamadı. Yanaklarına bulaşan kaç zamanın tozlarıyla kömür karası bile ona nasıl da yakışmış, zebercet renkli gözleri daha da ortaya çıkmıştı.
Ama bahar yüzlü onun bakışlarındaki yoğun hayranlığın farkında olamadı. Heyecanla sordu:
“-Ne oldu? Adamlar gittiler mi?”
“-Gittiler, dedi Çoban. Hepsi kasabayı terk ettiler.”
Kız üzüntü ile başını salladı:
“-Tilki gibi kurnaz o tüccar. Kasaba dışında beni bekleyecek. Biliyorum. İki sefer kaçmak istedim, ikisinde de beni yakaladı. Allah’ım! Sen bilirsin! Acaba birkaç gece dışarı çıkmadan bu fırında kalsam mı? Sen de ara ara gelip bana mukayyet olur musun?”
Çoban hiçbir şey demedi, sadece tüccarın verdiği belgeyi uzattı. Heyecanla belgeyi okuyan kız ona hayretle baktı. Şaşkınlıktan kırgınlığa dönüşen bir sesle konuştu:
“-Yani… Şimdi ben senin kölen mi oldum? Satma sırası sende mi?”
Bahar yüzlünün bu beklemediği çıkışı karşısında çok hüzünlendi Çoban. “Sadece kurtulmak istedi, hürriyetini istedi. Benim farkımda bile değil. O halde bu isteğini de yerine getireyim.”
Birden yüreğinin çok yorulduğunu hissetti. Başını yere eğdi, neredeyse fısıldadı:
“-Hayır, dedi, hayır… Bu belge seni o kurnaz, kötü tüccarının elinden kurtarmak içindi. Seni yanımda tutmak gibi bir niyetim yok. En yakın kasabaya gidip beraat belgeni veririm istersen. İstediğin zaman yanımdan gidebilirsin. Ama yalnız başına bu tehlikeli diyarlarda her an bir belaya düşebilirsin.”
O an bahar yüzlü karşısındakine ne büyük bir haksızlık yaptığını, nasıl acımasız davrandığını düşündü. Bu adam ona inanmış, hayatını kurtarmış, o belalı tüccardan satın alarak geleceğini hediye etmişti.
Özür dilemek için hiç farkında olmadan elini uzatıp onun kolunu istedi. Ama Çoban iki adım geri gidip düz bir sesle tekrar konuştu:
“- İstersen benimle gel. Köyünün olduğu memlekete gidenlerden sorar soruştururum. Ailenden, kardeşlerinden kurtulan, sağ kalan var mı diye haber salarım. Onlar gelene kadar yanımda kal istersen. Sana söz veriyorum. Senden hiçbir hizmet beklemeyeceğim ve seni asla rahatsız etmeyeceğim. Üstelik anam da yok, kimsem de.”
Çok utanan kız ona yine yanaşmak, gözlerine bakıp özür dilemek istedi. Ama Çoban yine uzaklaştı ve konuşmasına devam etti:
“-Çobanım ben. Sürümle dağ, tepe dolaşırım. Koyunlarımdan ve kıl çadırımdan başka hiçbir eşya da sevmem. Şimdi kararını ver. Eğer kalırsan iyi bir haber gelene kadar yeni, büyük bir çadır alır, yün kilimle ikiye bölerim. Böylece beni çok görmezsin. Kusura bakma, ben ne yersem sen de onu yemek zorundasın. Eğer kabul edersen sana sunabileceğim imkânlar bu kadar.”
Kız şaşkınlıkla, nedametle düşündü. İki yıla yakın köle tüccarının elinde kaç şehir gezmiş, adam müşterilerin kendisi için verdiği ederi beğenmemiş, satmamıştı. Önceleri nadide bir gül gibi üzerine titremiş, beylere, konaklara satacağını düşünmüştü. Ama beklediği olmayınca son zamanlarda yük kabul etmeye başlamış, durmadan azarlar olmuştu. Bu pazarda ilk satılacaklar arasındaydı. Oysa Çoban onun hayatını kurtarmış, üstelik hiçbir şey istemeden hürriyetini eline vermişti.
“-Minnettarım sana Ey Çoban, dedi üzüntülü sesle. Deminki taşkınlığımı da affet. Dağ tepe dolaşırım seninle. İnşAllah benden memnun kalırsın. İki senedir o şehir bu şehir dolaşmak, han odalarında kederle gözyaşı dökmek, yarınımın ne olacağını bilemeden yaşamak ne zor, nefes almak ne boğucudur, bilemezsin.”
Çoban irkildi. Birden ağır bir sıkıntı çöktü yüreğine. “Benden memnun kalırsın” da ne demekti? Hızla döndü, kıza kızgınlıkla baktı. Neredeyse bağırdı:
“-Şimdi bana iyice kulak ver! Sana söz verdim, söz! Senden neden memnun kalayım ki? Senden hiçbir talebim yok, olmayacak! Teklifimi kabul ettiğine göre memleketinden, köyünden hayırlı haber gelene kadar bana emanetsin sen. Emanetten hiçbir şey beklenmez. Emanet korunur, emanete gözü gibi bakar insan olan. Her ne yaşadıysan, başına geldiyse gerçekten çok üzücü, çok ağır olmalı. Ama artık geldi, geçti. Bana da minnet duymana da gerek yok. Yüce Rabbim vesile kıldı, o kadar. Bundan bir daha söz etme.”
Kız bu sözler karşısında bir an dondu kaldı. Çoban onu kollarından tutup savurdu, yine meçhullere attı sanki. Sanki eline okuyamadığı bir kitap tutuşturdu da o kitap kaderiydi ve anlayamadığı, çözemediği, silik satırları gözünün önünde kelebekler gibi uçuşuyordu. Üstelik “senden hiçbir talebim yok” demekle de kendisini aşağılamış, iki yıllık geçmişini de suçlamış olmuyor muydu?
Birden aklına Çobanla ilk konuşmaları geldi:
“-Ey genç adam, söyle bana. Beni beğendin mi?”
“-Sen bu güzel yüzüğü bana verdiğine göre beni çok beğendin. “
“-Hem de çok… Ne çok.”
“-Öyleyse kaçır beni. Hemen gidelim.”
Utandı, çok utandı. Yer utanç çukuru oldu da kendisi yerin dibine tepe üstü düşüverdi, ruhu da bedeni de utançtan paramparça oldu.
“Ama… Ama,” dedi içinden bir ses. “Ama başka çaren yoktu!” Hiddet ve utançla “vardı mutlaka, var olması gerekirdi. Sen en kolay yolu seçtin. Şimdi düzelt bakalım yaptığın büyük hatayı. İspat et kendini.”
Kalbi sıkıştı, derin bir hüzün adeta yüzüne tokat gibi çarptı, hiddet bir hançer gibi bütün vücudunda dolaşıp ellerinde karar kıldı. Kimsesizliği derin bir örtü gibi boğazına dolandı. Dayanamadı, gözyaşları sel olup yanaklarından süzülmeye başladı.
Hızla uzandı, yine kolundan yakaladı Çobanı ve kırık dökük sözlerle kendini anlatmaya çalıştı:
“-Sen… Sen beni ne sandın ey Çoban! Ben… Ben anasının babasının biricik nazlı kuzusu, kardeşlerinin göz bebeğiydim. Bunu o yok olasıca köle tüccarı da kaçıranlar da biliyordu. Niye mi? Güzelliğim, marifetlerim yedi iklim dört bir yöne yayılmıştı da ondan. El üstünde tutulur, paha biçilemez mücevher gibi saklanırdım. Kader beni yerden yere vurup o şehirden bu şehre savurduysa da çamurlara bulanmadım elhamdülillah. Neden biliyor musun? O rezil köle tüccarı beni el değmemiş nadide gül diye anlatıyordu da ondan. “
Ellerini yüzüne kapatıp elinde olmadan hıçkırdı. Başını kaldırdığı zaman zebercet gözleri hiddetten çakmak çakmaktı:
“- Ey şaşkın Çoban! Evet, ben sana emanetim, kabul ediyorum. Ama ben de insanım! Hayatımı kurtardın, istesen de istemesen de yaşadığım müddetçe sana minnet duyacağım. Bunun karşılığında sana hizmet edebileceğimi söylemek istedim. Yemeğini yapabilir, çulunu yıkardım. Çok güzel kazaklar örerdim sana, mintanlar diker, şallar, kilimler dokurdum koyunlarının yününden. Anladın mı? Başka ne zannettin ki böyle küçümsüyorsun beni?”
Çoban büyük bir şaşkınlık geçirdi beş on saniye. Sonra o şaşkınlığı büyük bir hayranlığa dönüştü. Ne diyeceğini bilemeden sustu kaldı. Ama kız konuşmasına hırsla devam etti:
“-Haydi, nereye gideceksek gidelim bir an evvel. O uğursuz köle tüccarı pişman olup adamlarıyla geri dönerse çulumuzu zor kurtarırız. Madem beni anlamadın, o zaman sana bomboş gelen konuşmaya gerek yok. Oyalanmaya da vakit yok.”
Az sonra kasabanın tozlu yollarından çıkmışlar, ufukta rengârenk bulutlarla süslü, mor dağların hayal meyal göründüğü, ara ara dikenli çalılardan başka hiçbir bitkinin olmadığı çöle doğru meçhul masal kahramanları gibi ilerliyorlardı.
Hava soğumaya başlamış, çölden gelen ılık rüzgâr da hızlanmaya karar kılmıştı.
Çoban güzel, neredeyse bembeyaz, kara gözlü, ince belli, uzun yeleli atına kızı bindirmiş, kendisi yürümek istemişti. Ama kız şiddetle itiraz etmişti:
“-Bir an evvel gidelim buradan. Yürürsen yavaşlayıp vakit kaybedeceğiz.”
Şimdi göğün maviliği yavaş yavaş kaybolurken iki yolcuyu üstünde taşıyan güzeller güzeli at tırısa kalkmış sanki sonsuza doğru gidiyor, adeta hüzünlü hayallerden oluşan bir esatir diyarının alacakaranlığında yol alıyordu.
Kız atın eğerinden sımsıkı tutmuş, Çobana değmemeye çalışıyordu. Çoban onun düşmesinden korktu ve saatler boyu süren sessizliğini bozdu:
“-İstersen omuzlarımdan…”
Kız hemen susturdu onu:
“-Eğersiz ata da çok çok iyi binerim ben. Sen sağlam dur, ufuklara bak. Yolu kaybetmeyesin.”
Gece boyu yol aldılar, hiç konuşmadılar. Muhteşem bir yıldız şöleni vardı gökyüzünde. Ama Çobanın aksine kız hiç başını kaldırıp bakmadı o güzelliğe. Sadece düşündü. Hayatını, yaşadığı o korkunç iki seneyi. Annesini, babasını, kardeşlerini, köyünü, köyünün sarı çiçeğini bile.
Ve… Ağladı, durmadan ağladı, sessizce. Ama en çok da Çobanın “senden neden memnun kalayım ki” sözüne gözyaşı döktü…
Hava yavaş yavaş aydınlanırken çöl de bitti. Ancak yolculuk hızla geçiştirilen yemek aralarıyla, gizli saklı yerlerde buldukları ağaçların altında nöbetleşe verilen kısa uyku molalarıyla tam üç gün devam etti.
Nihayetinde mor dağlar yavaş yavaş ufukta belirmeye, çalılıkları bodur ağaçlar, onları da neredeyse başı göğe eren badem ağaçları takip etmeye, ardından sebze bahçeleri görünmeye başladı. Nihayetinde ormana sırtını yaslamış köyü gördüler. Ama o köyün uzağından dolanarak geçip gittiler.
Orman başladığında Çoban bir dere kenarında mola verdi. Heybeden çıkardığı son dilim ekmekle soğut eti ikram etti kıza. İleride şırıl şırıl akan dereden kırbasına su doldurup toprak maşrapa ile kıza uzattı.
Kız hiç başını kaldırmadan aldı onları, sessizce yedi, tek kelime etmedi.
İki dağ arasındaki vadiye geldiklerinde uzaktan uzağa efsunlu hayaller gibi görünen oba onları bir masal gibi karşıladı. Aralıklarla dizilmiş, yanlarında ağılları olan sekizgen kıl çadırlar, rengârenk elbiseleriyle birbirlerinin peşinden koşuşan çocuklar, ellerinde içi süt dolu bakraçlarla yürüyen nazlı gelinler, kapı kenarında oturmuş, ağırşaklarla yün eğiren ninelerin arasından geçip ormana en yakın çadırın birkaç metre uzağında durdular.
Çoban gür sesiyle seslenince dışarıya iri yapılı genç bir adam çıktı. Onu görünce sevinçle koştu. Hızla attan inen Çobanla birbirlerine sarıldılar, hâl hatır sordular.
“-Bu hatun emanettir, dedi Çoban bahar yüzlüyü gösterip. Kardeşleri gelinceye kadar benimle kalacak. Ama sade urba ve iyi bir at gerekiyor.”
Arkadaşı dedi ki:
“-Çaresi kolay dostum. Ama önce bir dinlenin hele. Yengen güzel yemekler yaptı bugün. Misafirim olun birkaç gün.”
Sonra gülümseyerek Çobanın koluna girip konuşmasına devam etti:
“-Sürün de iyi. Beş de kuzun var. Biri pek güzel… Evdeşim adına Alacalı dedi.”
“-Kuzular senindir, diye cevap verdi Çoban. Çok zahmetim oldu sana.”
Arkadaşı gülümseyip Çobanın mert yüzüne baktı:
“-Yok, dedi. Hiç zahmeti olmadı. Doğumlar yeni, taze kuzular. Ama istersen analarıyla bende kalsın. Ben de bizimkilerle yaylaya çıkacağım. Orada buluşursak senin sürüye katarız inşallah.”
“-Olur. O zaman ben önümüzdeki baharda sürümle yaylaya gideyim. Orada vakit geçiririz.”
O gece Çoban arkadaşı, anası, evdeşiyle uzun uzun sohbet ederken bahar yüzlü hiç konuşmadı, başını önüne eğdi, yemek de yemedi. Sorulan soruları da duymazlıktan geldi. Çoban da bu haline hiç aldırmadı.
Sabah güneş doğmadan kalktı kız. Yer yatağının kenarına konan saf pamuk renkli bol pantolonu, aynı renk uzun kollu, bol, uzun gömleği alıp dışarı çıktı. Ormanın kıyısındaki dereye hızlı adımlarla yürüdü. Kısa bir müddet başını ellerinin arasına alıp düşündü. Derin derin birkaç nefes alıp göğe başını kaldırdı, gözyaşları arasında ellerini açtı ve mırıldanarak yalvardı:
“-Yüce Rabbim, bugüne kadar beni korudun. Bu iyi adamla karşılaştırdın. Sonsuz şükürler olsun sana. Bundan sonra da koru. Ben kendimi sana bıraktım.”
Sonra hızla beline bağladığı çıkınından çıkardığı çöven otuyla saçlarını, yüzünü yıkadı. Ardından ormana girip sık ağaçlarından en büyüğünün arkasında üstünü değiştirdi. Süslü köle kıyafetlerini özenle katlayıp ağacın dibine gömdü, üstüne de kocaman bir taş yerleştirdi. Gözyaşlarını silerek mırıldandı:
“-Rabbim Bir daha hiçbir kadına bu elbisenin yaşadıklarını nasip etme.”
Ardından buğday sarısı saçlarını tek örgü halinde sımsıkı ördü, ensesinde topladı. Kendi kendine düşündü: “Artık beni kimse güzel görmemeli. Başıma ne işler açan güzelliğimi fark etmemeli.”
Ertesi sabah erkenden yola koyuldular. Sürü önde, iki çoban köpeği yanlarda, Kızla Çoban arkadaydı.
Çoban her zamanki gibi suskundu ve kendi atına binmişti. Kız da güzeller güzeli doru atın üstünde heykel gibiydi.
Artık bilinmezlere doğru başlayan bu yolculukla ilgili tek kelime sormadı bahar yüzlü. Meralarda, tertemiz dere kenarlarında, ormanlarda devam eden yolculuğa yavaş yavaş alıştı. Son derece şaşırtıcı ve efsunlu görünen, günler geçtikçe yeni yeni, güzel sayfaların açıldığı bir hayat kitabını okur gibi Çobanın dünyasını okudu. Önceleri kapısını çekine çekine, yavaşça aralayıp adım adım girdiği bu dünyada her şeyin ne kadar saf, her duygunun ne kadar masum olduğunu şaşırarak anlıyor, daha da çok güzellik ve iyilik görmek için şimdi çok uğraşıyordu. Zira Çoban onun yüzüne bakmamak için elinden geleni yapmaya çok gayretli idi. O yiğit adam sanki ondan korkuyor, sadece çok gerekli konuşmaların dışında ondan olabildiğince uzak durmaya çalışıyor, ona hiçbir iş yaptırmıyor, yemeği bile kendisi pişirip bakır tepsi ile önüne koyuyor, yanında durmasına izin vermiyordu.
Bu terane ile yavaş yavaş güz gelip geçti, kış kapıya “merhaba” dedi, bir mevsim kalıp o da gitti. Sonra cemreler başladı, tabiat gözünü açtı. Çobanın arkadaşıyla buluşmayı kararlaştırdıkları yaylaya vardıklarında bahar da artık geldi. Her şey durmadan konuşur oldu, canlı, cansız her şey. Ama Çoban kızla çok az konuştu.
Sonunda dayanamadı bahar yüzlü kız. Artık saymayı unuttuğu günlerden bir bahar günü, bir öğle vakti, cennet bahçelerine benzeyen bir ormanın kıyısında, rengârenk çiçeklerin açtığı yemyeşil yaylada yeni doğan kuzuları severken gördüğü Çobanın karşısına dikildi. Hüzünlü bir sesle konuştu:
“-Ey Çoban! Atlarla, kuzularla, köpeklerle konuşur, derelerle, kuşlarla, rüzgârla sohbet edersin. Geceleri sesini duyarım hep. Yüce Yaradan’a yalvarırsın. Bir tek bana sesin çıkmaz. Ben… Vebalı mıyım ki benden bu kadar kaçarsın! Ben iğrenilecek biri miyim ki iki çift sözü bana lâyık görmez benden uzak durursun. Sen de Allah’ın kulusun ben de. Bu mağrurluk niye ki?”
Çoban dönüp bakmadı bile. Yavaşça arkasını döndü. Kızın hüznü hiddete döndü. Hemen önüne geçti Çobanın. Kendini tutamayıp ağlamaya başladı:
“-Ben sana ne yaptım, dedi hıçkırarak. Söyle bana, söyle! Böyle boş boş hiçbir canlı yaşayamaz! Hiçbir şey anlatmadan, hiçbir şey dinlemeden yaşayamaz. Baksana şu küçük böcek bile sesleniyor kâinata. Artık yeter Ey Çoban! Ben sana yüküm, biliyorum. Elinde senedim var, sıkıldıysan götür köle pazarına. Sat beni. Ben bu sessizliğe, hiçbir şey yapmadan, böylesine vakit öldürmeye, bomboş yaşamaya artık dayanamıyorum.”
Çoban yavaşça yüzünü ona çevirdi, şöyle bir gözlerine baktı, belki üç, belki beş saniye. Derin bir hayranlık yıldırım hızıyla geçti yüzünden. Hemen kendini topladı ve sadece iki kelime söyledi:
“-Bekle. Geliyorum.”
Arkasını dönüp çadıra gitti. Az sonra kocaman bir çuvalla geri döndü. Kızın hayret dolu bakışlarına aldırmadan çuvalı onun önüne koydu. Dümdüz bir sesle:
“-Kuzu yünü, dedi. İlla iş yapmak istiyorsan yıka yünleri. Eğer iş istersen onları eğir. Ben sana hemen bir ağırşak yaparım, tığ da, şiş de. Ne istiyorsan örersin.”
O gün akşama kadar uğraşıp dere kenarına kocaman bir çukur açtı bahar yüzlü. Uğraştı, didindi. Sırtından terler aktı. Yorgunluktan ölecek hale geldi. Ama yardım istemedi Çobandan. Hiç sesini çıkarmadan dereden bir ark açıp o çukura su doldurdu. İki gün kuzu yünlerini o çukurda bekletip sıkıp öbek öbek yığdı. Sonra tekrar tekrar yıkayıp ağaç dallarına asıp iyice kuruttu. Ardından Çobanın karşısına dikildi ve sadece bir cümle söyledi:
“- Ağırşak isterim.”
Sonra günlerce yün eğirdi. Sabah tanyeri ağrırken kalkıp gece karanlığına kadar, uyuklayıp ağırşak elinden düşene kadar incecik ip haline getirdiği yünleri renk renk ayırıp yumak yumak dizdi, siyah, kurşuni, kemik rengi, sarımsı, bembeyaz…
Sonra yine dikildi Çobanın karşısına, kaşlarını çatıp yine tek bir cümle söyledi:
“-Örgü için şiş isterim.”
Çoban kızın tarifiyle ona bir gün uğraşıp sert, kurumuş ağaç dallarından şişler yaptı. Bu esnada onu sadece dinledi. Cevap vermedi, yüzüne bile bakmadı. Ama kız konuşmak istedi. Çoban terslendi:
“-İş istedin, işte iş. Artık işine bak!”
Bahar yüzlü şaşkın şaşkın baktı ona. Sonra çok sinirlendi. Tam ağzını açıp avaz avaz bağıracaktı ki Çoban ondan evvel davranıp ilerideki ağacın yanında duran atına atladığı gibi sürünün ucuna doğru gitti…
Kız yine çalışmaya başladı, yine sabah yıldızlar sönerken kalkıp gece ay ışığı bitene kadar, uyuklayıp şişler elinden düşene kadar incecik ipleri durmadan ördü.
Yumaklardan üç kurşuni üç de beyaz yumak bitince onun da ilk işi bitti kendince. Sonra ördüğünü torbasına koydu. Çadıra kendine ait kapıdan girip yerdeki güzeller güzeli hayat ağacı deseniyle dokunmuş kilimin üstüne serdi. Büyük bir keyifle baktı ördüğüne. İlk defa gülümseyerek mırıldandı:
“-Ay anam, Allah rahmet eyleye sana. Ne güzel işler öğrettin bana, ne sanatlar. Övünmek gibi olmasın ama pek güzel oldu, şükür Yaradan’ıma.”
Hemen dışarı çıktı, Çobana baktı. Ormanın kıyısında yayılan sürünün öteki ucundaydı.
“-İyi, diye mırıldandı. Orada kal Çoban. Akşam çok şaşıracaksın.”
Hızla tekrar çadıra döndü. Yere serdiği örgüyü özenle katlayıp koltuğunun altına aldı. Çadırı boydan boya bölen kalın keçe kiliminin yanına geldi, yavaşça kımıldattı. Açılan küçücük, neredeyse çizgi gibi aralıktan ilk defa öteki tarafa baktı. Ama hemen geri çekildi.
Günlerdir bu örgüyle ne çok uğraşmış, bütün hünerini onda göstermek için nakış nakış işlemiş, her ilmekte yılların yaşanmışlığını hikâye etmek istemişti. Bu nakışlarla bıkmaya, yorulmaya başladığı şu yalnız, şu çaresiz hayatını tekrar canlandırarak ona neşe katmak, yaşama sevincine sarılmak istemişti.
Birden aklına gelen düşünce ile irkildi: Yeni örgülere başlaması gerekirken niye ilk ördüğünü Çobana göstermek istiyordu ki?
Kendi kendine söylendi:
“-Başka kime göstereyim ki? Ondan başka kim var ki?”
İçinde başka bir ses daha konuştu:
“-Göstermek zorunda mısın? Sakla kendine. Bu adamla yolların nasıl olsa ayrılacak. Başkalarına gösterirsin.”
Birden dondu kaldı. İçi üşüdü, yüreğinde soğuk rüzgârlar esti sanki. “Ayrılık” dedi kendi kendine, “ayrılık?”
İşte o an kalbi çığlık çığlığa bağırdı da kâinat bu çığlıkla yankılandı adeta: “Hayır, hayır! Nereden çıktı bu ayrılık? Ben ayrılık istemiyorum!”
O ses tekrar konuştu hırsla:
“-Behey deli kız! Bu adam senin neyin olur ki ayrılmak istemezsin? Yoksa bu örgüyü onun için mi ördün a şaşkın? Söyle bana, derdin ne senin? Yoksa…”
Bahar yüzlü hayret dağlarının zirvesinde gezerken fısıldadı farkında olmadan:
“-Sus… Sus. Daha tek kelime etme. Söyleyeceklerinden çok korkuyorum.”
“- Tek kelime dedi o ses, tek kelime söyleyeceğim. Ah aşk! Hiç istemediğin bir yerde, beklemediğin bir anda, çok uzaklarda zannettiğin, hiç bilmediğin aşk…”
Sonra başka bir şey fısıldamadı o ses, hemen kayboluverdi.
Yavaşça dizlerinin üstüne çöktü kız, gözyaşları içinde mırıldandı:
“-Allah’ım! Şimdi ben ne yapacağım?”
Tam o sırada örgü koltuğunun altından kaydı, yere düşerken sanki fısıldadı:
“-Ey Bahar yüzlü… Beni sahibime ver…”
Yavaşça aldı onu, yavaşça, hiç incitmek istemez gibi, yavaşça. Küçücük bir ümit kuşunun kanadına sarılarak düşündü. Dinlemeliydi o sırlı fısıltıyı. O belki de ayrılık bilmecesine çare olur, ona bir yol gösterirdi.
Uzandı elleri titreyerek keçe kilime. Yavaşça Çobanın tarafına geçti. Şaşkınlıkla etrafına baktı. Ne kadar da tertipliydi! Her şey ne kadar düzgün ve temizdi. En çok şaşırdığı da yatağının hemen başında duran küçük sandığın üstünde dizili kitaplardı.
Ne çok özlemişti okumayı. Baba evini düşünüp gözleri doldu, kendi kitapları gözlerinin önünde uçuştu. Ama hemen kendini toparladı, acele etmeli, Çobana yakalanmamalıydı.
Örgüyü yavaşça dürülü yatağının üzerine bıraktı. Heyecan içinde hemen kendi tarafına geçti. Vücudu titreme nöbetleri geçirirken koştu, derenin kıyısına attı kendini.
O gün alacakaranlık çökerken Çoban çadıra girdiğinde kız da hemen kendi tarafına geçti. Heyecanla, korka korka keçe perdeyi azıcık araladı. İçeriye bakmaya başladı.
Kapı girişinde çizmelerini çıkaran genç adam tahta dolaptan yiyecekleri almak için döndüğünde yatağın üzerindeki örgüyü fark etti. O tarafa yöneldi, şaşkınlıkla ve dikkatle örgüye baktı. Sonra eline alıp katlanmış örgüyü açınca şaşkınlığı gülümseme dönüştü. Bu örgü o güne kadar görmediği güzellikte bir kazaktı. Yatağın üzerine yayıp hayranlıkla seyretti bir müddet. Ardından ellerini üzerinde gezdirip nakışlarda dolaştı parmakları ve kendi kendine dedi ki: “Bu bir şaheser… Bu kız sultan saraylarına layık…”
Üzüntüyle iç geçirdi ve mırıldandı:
“-Benim gibi bir çobanı ne yapsın! Ah ben! Nasıl bir sevdadır bu Ya Rabbi. Ne yaparsam yapayım o bahar yüzü, o zebercet gözleri aklımdan çıkaramıyorum. Gecem, gündüzüm o. Ama uzak durmalıyım.”
Kazağa bakıp düşündü: “Sağ kalan iki ağabeyine haber gönderdim. Yakında gelirler. Ben de hüznümle baş başa kalırım. Emanettir o. Uzak durmalıyım.”
Kız onu daha fazla seyredemedi. Ümidi onu heyecandan yerinde duramaz etti de yıldızların belirdiği, gecenin artık başladığı güzelim ormanda, derenin kenarında buldu kendini. Sevinç gözyaşı döküp kendi kendine dedi ki:
“-Beğendi! Beğendi ördüğüm kazağı. Belki beni yanından ayırmaz!”
Derenin tertemiz sularında yüzünü yıkadı, yavaş yavaş çadıra doğru yürümeye başladı. Çobanın tahta tepsiyle onu beklediğini gördü. Heyecan içinde kendisine nasıl davranacağını düşündü. Belki o soğuk duruşundan vaz geçer, kazağı beğendiğine dair birkaç cümle söyler, böylece aralarında biraz da olsa konuşma olur, sohbet kapısı aralanırdı. Ama Çoban ona hiçbir şey söylemeden, asık suratla tepsiyi uzattı.
Kız büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığı ile tepsiyi alıp bekledi. Ümidi artık kırık, dökük bir kuş kanadında, onun yüzüne baktı. Çoban arkasını dönüp giderken bir şey unutmuş gibi geri döndü ve sert bir sesle:
“-Benim tarafıma geçmişsin, dedi. Ben sana izin verdim mi? Sakın bir daha bu hatayı yapma!”
O an arz depremlerle sallandı, semadan o güne kadar görülmemiş bir yıldırım indi de bahar yüzlüye olanca gücüyle çarptı sanki. Sersemledi, duyduklarına inanamayıp şaşkın şaşkın Çobanın yüzüne baktı. Ama deli bir utanç duygusuyla hemen başını yere eğdi. Büyük bir gurur kırılması yüreğine yılan gibi kıvrılıp çöreklendi. Hislerinin açığa çıkmış olma ihtimali ile bir an yoğun bir küçük düşme hissi yaşadı ve aklına gelen düşüncelerle sarsıldı: Ne zannediyordu bu çoban kendini. Kader kendisini onun ellerine atmışsa bunda suçu neydi? Hiddetlendi hem de çok.
İki adımda ona ulaşıp tepsiyi hızla uzattı ve bağırdı:
“-Al şunu!”
Çoban hiç oralı olmadı. Tepsiyi aldı, döndü gitti.
Öylece ayakta kalan bahar yüzlünün o şiddetli hiddet duygusu hemen kendini acımaya dönüştü. Koştu derenin kıyısına. Ateşi yükselen başını sulara soktu. Güzel saçlarından akan suların sırtına süzüldüğünü, havanın soğuduğunu, üstünün ince olduğunu hiç fark etmeden saatlerce tek başına oturup kaderine ağladı.
İçi titremeye başlayınca kendine geldi, yorgun adımlarla yavaşça çadıra döndü. Vücudu depremler geçirirken zorla yatağını serip yün yorganı üstüne çekene kadar sanki yüzyıl geçti…
Çoban da sabaha kadar uyuyamadı. Bahar yüzlünün o şaşkın halini, kederden ölecekmiş gibi melül melül yüzüne bakışını, hiddet içinde tepsiyi uzatışını, zaman sanki durmadan titreyip hızla sağa sola salınarak aynı noktaya gelip, durmadan tekrarlıyordu.
Yıldızlar sönerken meleyen kuzularını, boyunlarındaki çanların harika nağmeler ünlediği koyunlarını yavaş yavaş çadırın yanındaki meraya sürüp iri çoban köpekleriyle konuşurken, sabah çorbasını pişirmek için ateş yakarken, mavi dilli alevlerin bitip odunun köze dönüşünde, mırıltılarla kaynayan tencereyi tahta kaşıkla karıştırırken, tepsiyi hazırlayıp kızın kullandığı kapının önüne koyarken hep o bahar yüzü düşündü ve kötü davrandığı için kendi kendini ne çok suçladı.
O güne kadar yapmadığı bir şey yapıp kızın çadırdan çıkmasını, uzanıp tepsiyi aldıktan sonra tekrar içeri girmesini bekledi.
Ama zaman geçmesine rağmen kız dışarı çıkmadı. Yavaş yavaş başlayan telaşı dayanılmaz hale gelince çadırın kapısından içeriye seslendi. Ses veren olmayınca aklına gelen ilk şeyle yüreği yandı. Kız muhakkak alıp başını gitmişti.
“Elbette gider,” dedi kendi kendine. “Ben de olsam çoktan gitmiştim. Kim benim bu kaba saba davranışıma dayanabilir ki. Yazık sana ey Çoban! Güzelim aşkını işkenceye dönüştürdün. Niye bu intikam? Yazıklar olsun sana.”
Ayakta duramadı, yere çöktü. Başını ellerinin arasına alıp düşündü. Ne tarafa gitmiş olabilirdi. Hemen atına atlayıp dört bir yanı hızla dolaşmaya karar verip ayağa kalktı. Atına doğru aceleyle birkaç adım attı. Ama aklına gelen düşünce ile derin bir nefes aldı. Belki de içerideydi, konuşmak, cevap vermek istemiyordu.
Üzüntüyle tekrar kızın kapısına geldi. Ona tekrar tekrar seslendi. Ama ona cevap veren sadece sessizlik oldu. Gitmeye karar verip son defa ünledi. Sanki bir inilti duydu.
O an beyni durdu sanki. Eli ayağı kesildi. Beş on saniye ne yapacağını bilemedi. Ardın hemen keçi kılından yapılma keçe kapıyı hızla aralayıp içeri girdi.
Gördüğü manzara onu şaşkına çevirdi. Bahar yüzlü dizlerini karnına çekmiş, kollarıyla kendini sarmış, iki büklüm yatıyordu. Gözleri yarı açıktı. Üstünden yorganı atmıştı. Günlük elbisesini de çıkarmamıştı.
Yavaşça yanına gitti. Kızın alnında boncuklaşan terleri görünce iyice telaşa kapılıp seslendi. Ama kız onu duymadı.
Yatağının yanına diz çöktü, kıza daha dikkatli bakınca yanaklarının kıpkırmızı olduğunu, hızlı hızlı nefes aldığını görünce hemen elini alnına değdirdi. Bahar yüzlü ateşler içindeydi.
Dehşete kapılıp seslendi:
“-Ah nazlı sultan! Sana ne oldu böyle? Konuş benimle! Neyin var?”
Ama kız ses veremedi.
Çoban yavaşça kollarını tutup sırt üstü çevirdi. Bacaklarını uzatıp düzeltti. Yana kayan başının altına aceleyle bir yastık daha koydu. Hemen yorganı üstüne serdi. Kendi tarafına gidip kalın bir yün yorgan daha getirip onu sıkı sıkı sardı.
Koşup derenin buz gibi sularında ıslattığı bezleri alnına ilk koyuşta bahar yüzlü irkilerek gözlerini açar gibi oldu ama rüyada gibiydi, şaşkın bakışlarla, irileşmiş göz bebekleriyle ona birkaç saniye baktı. Ama hemen uzun kirpikleri yanaklarına kaydı, kendinden geçti.
Kızın alnına durmadan koyduğu bezler kızda artık en küçük bir irkilme meydan getirmedi. Ama nefes alışları yavaş yavaş düzelmeye başladı.
Onun başında, eli yüreğinde, hep bekledi. Durmadan kızın alnında biriken, şakaklarından aşağı süzülen terini sildi.
Ara ara gidip baktığı sürüsünün yanında duramadı, koşup kızın yanına geldi. Bahar yüzlü birkaç sefer inledi. Ama gözlerini açamadı.
Vakit akşama yanaşıp güneş öğleye yanaşırken kız titreyerek başını sağa sola sallayıp sayıkladı.
“-Ah… Ah anne… Su… Su…”
Genç adam hemen kırbadan tahta kupaya su doldurdu, kolunu yastık yapıp kıza birkaç yudum içirdi ve farkında olmadan konuştu:
“-Ah nazlı sultan… Ah bilemedim, Affet beni. Bilemedim! Ah bilemedim. “
Ama kız ne gözlerini açabildi ne ona cevap verebildi. Tekrar başı yana kaydı ve kendinden geçti.
Çoban onun başında beklemeye devam etti. Ne yapacağını bilememenin şaşkınlığı içinde birkaç saat daha geçirdi. Yorgunluktan içi geçti, derin bir uykunun tam kollarına düşerken şiddetli köpek havlamalarıyla birden gözlerini açtı. Ardından bağırtılar duydu. Sanki biri kendi adını çağırıyordu.
Hemen dışarı fırladı. Yaylada buluşma sözü verdiği arkadaşı atından iniyordu.
İki adımda onun yanına ulaştı. Ellerinden yakaladı, aceleyle konuştu:
“-Allah seni bana gönderdi. Şükür Rabbime! Anacığımız, hatunun da geldi mi?”
Hiç susmadan, hâl hatır sormadan anlattı:
“-Emanet çok hasta… Ölecek diye korkuyorum. Anamız bir baksa hele! “
Arkadaşının hatunu ile annesi hemen kızın yanına koştular. Terden sırılsıklam olan baygın kızı görüp elini alnına atan yaşlı kadın emirler yağdırmaya başladı:
“-Gelin! Defin bohçamdan kefen bezimi, kara üzüm pekmezinden bir tencere, bir kırba da sirke kap getir. Oğlum, koş ormana, ısırgan yaprağıyla taze kekik bul. Koş. Yavrum, bu kızın başka çulu yok mu?”
Çoban şaşkın şaşkın baktı yaşlı kadının yüzüne:
“-Bilmem anam. Çadırı ikiye böldüm gördüğün gibi. Emanettir o.”
Nine bir an büyük bir hayranlıkla baktı Çobana. Sonra tekrar emir üstüne emir verdi:
“-Haydi, dışarı! Gidin, dediğim otları getirin ikiniz. Gelin! Git giysi bohçamdan bu garibana uyacak iyice bol çul da getir!”
Yaşlı kadın ile gelini pekmezli kefen bezleriyle boğazına kadar sardıkları kızı ikinci yatağa yatırdılar, üstüne yün yorganı örttüler.
Sonra nine üzüntüyle konuştu:
“- Gelin, soğuk sirkeli bezleri dola başına. Biri ısındı mı ikincisini koy. Ölsün diye dua etmeyelim sonra.”
İki kadın o gün ve gecesi bahar yüzlünün başında beklediler.
İyice ısınıp boncuk boncuk terleyen kız ara ara çığlıklar atıp annesini sayıkladı, ara ara köyünü anlattı, ara ara da “Ey Çoban! Ben sana ne ettim ne eyledim” diye sayıkladı, ara ara “yanıyorum, su, su” diye mırıldandı. Gelin ona kaşık kaşık taze kekik ve ısırgan çayı içirdi. Sonra yavaş yavaş sayıklaması bitti, gecenin son yarısında ateşi de düşmeye başladı.
Sabah gün ışırken kız gözlerini yavaş yavaş açtı, etrafı tanımaz gözlerle, şaşkın şaşkın seyretti. İnledi:
“-Ah! Neredeyim ben?”
Nine uzanıp elini anlına koydu, keyifle gülümsedi:
“-İyi, iyi maşallah! Ateşi iyice düştü. Yanımızdasın güzel kız.”
Onların yüzüne boş boş baktı. Sadece Çobana hırsla tepsiyi geri verişi geldi aklına. Bir de birinin durmadan tekrarladığı fısıltı:
“- Ah nazlı sultan… Ah bilemedim, Affet beni. Bilemedim! Ah bilemedim! ”
Kimdi bu sözleri söyleyen? Çözemedi.
Aradan geçen iki gün içinde bahar yüzlü iyice kendine geldi. Ama ölesiye yorgundu. Gelin tepsi içinde yemekler getiriyor, ona arkadaşlık ediyordu ama kızın gözleri hep çadırın kapısına takılıp kalıyordu.
İki gün daha geçip yatakta oturmaya mecal bulunca bu defa keçe kapıya bakmakla kalmayıp cesaretsizce sordu:
“-Nerede o? O Çoban nerede?”
Gelin manalı manalı gülümsedi:
“-Dışarıda! Ben emanete ne yaptım diye sızlanıyor.”
Aradan geçen günlerde bahar yüzlü kendine geldi. Ninenin gençlik hikâyelerini dinledi, Çobanın arkadaşıyla neredeyse ağabey kardeş, gelinle dost oldu. En çok da kundaktaki bir aylık bebeği sevdi. Nine ile gelin ormana ilaçlık ot toplamaya gittiklerinde bebeciği ona emanet eder oldular…
Yavaş yavaş hatıraları yerine geldi. Ama bir tek “nazlı sultan” diyen o sesi çıkaramadı. Çok düşündü, ancak sahibini bulamadı.
Çobanla da ne bir kelime konuştu ne bir söz söyledi. Göz göze gelmemeye çalıştı. Ama ona uzaktan uzağa bakıp için için yanıp erimeye, bir köşeye çekilip hüzünle düşünmeye devam etti.
Derken, Çoban bahar yüzlüye dere kenarında yün yıkarken denk geldi. Sessizce yolunu değiştirmek istedi. Ama kız onu gördü. Onun korkakça uzaklaşmasına çok kızdı. Aslında her şeyine çok kızmaya başlamıştı. Ona güzel bir ders vermeli, sevdasına nankörlük eden bu adama haddini bildirmeliydi. Hırsla seslendi:
“-Ey Çoban! Baksana bir!”
Çoban oralı olmadı, hızla yürümeye devam etti. Ama kız yerinden fırladığı gibi kolundan yakaladı onu, durdurdu. O güzel gözlerini Çobanın şaşkın gözlerine dikip sordu:
“-Zebercet yüzüğü niye bana verdin?”
Çoban zehirli okla vurulmuş gibi irkildi, sadece sustu:
“-Beni görür görmez sevdalandığını sandın değil mi?”
Nefesi kesilen genç adamın dili tutuldu, aklı şaştı. Başını yere eğdi. Sessizce gitmek istedi. Ama kız tuttuğu kolu hırsla çekiştirdi:
“-Söyle bana! Öyle sandın değil mi? Evet, öyle sandın! Haydi, korkma söyle, söyle!!!”
Yavaşça başını kaldıran Çoban ilk defa onun gözlerinden gözlerini kaçırmadı ve hüzünle dedi ki:
“-Sen emanetsin. Bunları seninle konuşamam. Bırak, gideyim.”
Kız iyice hiddetlendi:
“-Hayır, diye söylendi. Hayır. Bu bilmeceyi çözmem gerekiyor. Yoksa başına bela olurum. Söyle! Sen bana âşık olduğunu sandın değil mi?”
Çoban ikileme düştü, itiraf etse emanete ihanet etmiş olmaz mıydı? Etmeyip kızı tekrar terslese bir daha bu fırsatı yakalayabilir miydi? Hem ya sevdiceği tekrar hastalanırsa, o nazlı sultanı yataklara serilirse?
Ama kız onun duraklamasını hiç hayra yormadı ve neredeyse soluk almadan konuşmasına devam etti:
“-Ey Çoban! Aynaya bakınca kimi görüyorsun? Kendini değil mi? Ya ilk önce neyi görüyorsun? Gözlerini değil mi?”
Sonra yeleğinin cebinden ilk günden beri aziz hatıra olarak sakladığı yüzüğü çıkarttı. Çobanın gözlerine yaklaştırdı ve konuştu. Sesi hüzünle titriyordu:
“- Bu yüzük bir ayna Ey Çoban! Tıpkı benim gözlerim gibi! Şimdi söyle bana… O zaman benim gözlerime baktığında kimin gözlerini gördün? Kendi gözlerini… Asıl olan senin gözlerindi. Aradığın kendi gözlerin… Buldun işte. Bak şu zebercet yüzüğe, gör kendini, kendine olan aşkını…”
Çoban yüzüne şiddetli bir şamar yemiş gibi sarsıldı o an. “Şu kendini beğenmişe de bak,” diye düşündü. “Benim sevdamı nasıl da küçümsüyor.” Kıpkırmızı kesildi. Derin bir nefes alıp kızın elini itti. Başını göğe çevirip hüzünlü bir itirafla konuştu:
“-Ah be emanet! Yüzüğe bakmama gerek yok. Ben göreceğimi gördüm. Senin gözlerin de zebercetin en güzeli. Işıl ışıl, sarı yeşil arası…”
“-Hayır, dedi kız, hayır, bin defa hayır!!!… Güzele herkes güzel der, sevda başka sözlerle anlatılır. Kendine sevdalı Çoban, beni inandıramadın. O kadar gün hasta yattım, bir kere yanıma uğramadın. Böyle sevda olmaz!”
Çoban çaresiz bakışlarla ona baktı ve fısıldadı:
“-Emanet! İki ağabeyin baskından yaralı olarak kurtulmuş. Birkaç güne burada olurlar. Şimdi yolumdan çekil…”
Kız ona büyük bir hayretle baktı, duyduklarına inanamadı. Rengârenk, ufuklar kadar büyük bir sevinç kuşu gelip kalbinin üstüne kondu, onu gözyaşlarına boğdu. Yüreğinde yoğun bir hürriyet ve sevgi hissedip farkında olmadan düşündü: Artık gideceği bir sevgi yuvası, her türlü tehlikelerden emin olduğu bir dünyası vardı.
Ayakta kalamadı yere oturdu. Köyü geldi aklına, sevdiği ağabeyleri. Hasretle konuştu:
“-Şükür Ya Rabbi! Yollarını dört gözle bekleyeceğim canım ağabeylerim, ailem. Sevgili toprağım, güzel köyüm…”
Ama…
Ama az sonra uzun zaman evvel ayrılığı söyleyip kaybolan, hiç konuşmayan ses beyninde çınladı:
“-Ah ayrılık! Nasıl da zordur ayrılık!”
Hiç beklemediği bu sesle yine büyük hüzün yaşadı, hemen ellerini yüzüne kapattı, Çobanla o güne kadar yaşadıkları bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. Binde bir de olsa gülümsemesi ne güzeldi, mahzun bakışı ne manalı idi. Çok az da olsa konuşmasıyla ne çok mutlu olmuştu.
Ses tekrar çınladı:
“-Ey aşk! Sen nelere kadirsin! Ey zebercet gözlü, gidebilecek misin?”
Hiç farkında olmadan genç adama baktı ve hırsla mırıldandı:
“-Var git Ey Çoban! Sevda ne imiş, ben sana belleteceğim, aşkın nasıl olduğunu ben sana göstereceğim!”
Çoban döndü gitmek için adım atarken farkında olmadan kendi kendine konuştu:
“- Ağabeylerin yolda, emanet. Gideceksin onlarla. Of! Of, nazlı sultan.”
İleride bekleyen atına bir sıçrayışta bindi ve dörtnala oradan uzaklaşırken kız sadece “nazlı sultan” sözlerini duyabildi.
O an şaşkınlık büyük bir kasırga oldu da onu içine alıverdi, hızla göklerde dolaştırıp olanca gücüyle yere çarptı. Ardından o güne kadar hiç yaşamadığı bir sevinç içinde bülbüller gibi şakımaya başladı: Demek ki başında bekleyen, kendine yudum yudum su içiren oydu o!.
Birden çobanın sözleri gizli bir defter olup onun en saklı duygularını sayfa sayfa açtı sanki ve bahar yüzlünün genç adamın daha evvel çözemediği iç dünyasını gözlerinin önüne seriverdi.
Yavaşça kenardaki ulu çınarın dibine gidip oturdu. Tuhaf ve çok çaresiz bir ümit yüreğinde konuşmaya başladı:
“- Demek sendin… Sen… Ey Çoban, sen kendi saflığınla, kendi masumiyetinle, kendi tertemiz, bozulmamış samimiyetinle kendinde, kendi gözlerinde beni gördün, kâinatı içine alan sevgi ummanı kalbinle beni sevdin. Ama ben sandım ki… “
Gözyaşları pınarlar gibiydi. Göğe bakıp mırıldandı:
“- Bak, kaç zamandır yanındayım… Dönüp bana dikkatle bakamadın, korktun bir günah aklından geçer mi diye. Sadece gözlerimi gördün. Yanımda bile durmadın Ey Çoban. Demek ki emanete ihanet ederim diye günlerce uyumayıp korkularla arkadaş oldun. Konuşmadın benimle Ey Çoban. Demek ki sesim sende yankı bulur, hoşuna gider de sevgilerinin yerine başka duygular, dürtüler geçer diye irkildin hep. Söyle bana Ey garip Çoban, seninki nasıl bir sevdadır böyle? Ah! Ben de sanmıştım ki…”
Yününü, yıkamayı unutup saatlerce oturdu o ulu çınarın dibinde, bazan ağladı, bazan gülümsedi. Sonunda yünlerinin başına giderken gülümsedi ve dedi ki:
“-Ay Çoban, ben bilirim sana yapacağımı…”
Aradan geçen günlerde bahar yüzlünün kulağı hep uzaklardan gelecek nal seslerindeydi. Ağabeyleri çok iyi biniciydi. Bilinenden çok farklı at sürdüklerinden koşu sesleri de çok farklıydı.
Hep düşündü. Kafasından bin bir düşünce geçti. Ne yapacağına bir türlü karar veremedi. Çoban da yine o yokmuş gibi davranmaya onu görmezden gelmeye devam etti.
Ama o gün geldi çattı ve Bahar yüzlü ormanda dolanırken o nal seslerini duydu. İki atlıydılar.
Önce dehşete kapıldı. Şimdi ne yapacaktı? Ağabeylerini görmenin sevinci ve heyecanı kalbinin bir yanını sevinçle doldurdu. Ama sevdası… Onu görmeden bir gün yaşayabilir miydi?
Deli gönlü dedi ki:
“-Sen yaşarsan yaşa da ben yaşayamam.”
Kız şaşkın şaşkın sordu gönlüne:
“-Ya sonra? Sonra?”
Gönlü cevap verdi:
“-Sonrasını sen düşün gayrı!”
Bahar yüzlü tam ümitsizlik deryasında boğulmaya kararlıydı ki akıl yetişti:
“-Behey şaşkın sevdalı! İşte sana bir çare! Ne serden geç ne de yardan. İkisi de senin olsun. Bak hele, hele dinle beni.”
Fısıl fısıl fısıldadı da akıl, kız sevinçten havalara uçtu. Hemen koşup nine ile gelinin çadırına girdi. Ninenin ellerinden yapıştı. Yalvararak onlara hızlıca bir şeyler söyledi.
Nine ve gelin önce çok şaşırdı. Sonra sevinçle başlarını salladılar.
Bahar yüzlü dışarı çıkınca Çoban ile arkadaşının da iki çadır arasında dinlenmek ve sohbet için kurdukları sedire geldiklerini gördü. “Eyvah,” dedi kendi kendine. “Şimdi ne yapacağım?” Ama hemen topladı kendini. “İyi ya Çobana da ders vermiş olurum!”
Az sürmedi, iki atlı ormanın kıyısında belirdiler. Çadırların biraz ilerisinde durup attan indiler. Uzun boylu, yiğit görünüşlü, bir orta yaşa yakın, diğeri genç iki adamı gören Çoban ve arkadaşı o tarafa yöneldi.
Orta yaşlı selam verip destur istedi. Çoban ağzını açacaktı ki Bahar yüzlü heyecan içinde ağabeyinin kollarına atıldı. Üç kardeş ağlaşıp birbirlerine sarıldılar. Uzun süren bir hasret gidermenin ardından Çobanın arkadaşı hoş beşten sonra ikramda bulunmak istedi:
“-Uzun yoldan geldiniz ağalar. Bir yol dinlenin, yemeğimizi yiyin. Öyle gidersiniz.”
Orta yaşlı hürmetle konuştu:
“-Sağ olasın beyzadem. Ama kervana katılıp geldik. Yol hem günler sürecek hem de tehlikeli. Şaki dolu bazı yerler. Kervan da birkaç saat içinde gidecek. İleriki kasabada dinlenme molası verdi. Ancak yetişiriz.”
İşte o an Kız Çobana baktı, Çoban da büyük bir hüzünle yere.
Garip, hüzünlü, sıkıntılı bir sessizliğin hükmü orta yaşlı adamın sesiyle nihayete erdi:
“-Allah razı olsun, her türlü beladan sizi muhafaza buyursun. Kardeşimize sahip çıktınız. Minnettarız size.”
Çobanın arkadaşı yemek için ısrar etti. Ama genç olan ağabey büyüğünün sözlerini tekrar edip kıza döndü:
“-Haydi Sarı gülümüz, eşyan varsa topla da gidelim.”
Tam o sırada üç çadırdan en uçtakinin süslü keçe kapısı açıldı, nine göründü. Kucağında yeni doğan bebe vardı. Kızın ağabeylerini görünce pek şaşırmış gibi konuştu:
“-Ehey! Misafirlerimiz mi varmış? Hoş geçmişsiniz ağalar. Hele bir oturun. İnşallah haliniz vaktiniz iyidir. Ama tanıyamadık sizi. Hangi diyarlardansınız?”
Ardından hemen bahar yüzlüye döndü, gülümsedi:
“-Gelin kızım, benim canım torunum uyandı. Ana kucağı ister. Az biraz ana sütü ister. Haydi kuzum, geç içeriye, ağlatma balamı.”
O an, sanki müthiş bir gök gürlemesi oradakilerin kulak zarlarına olanca gücüyle vurdu, büyük bir şimşek çaktı da hepsinin gözleri kamaştırdı. Dört adam şaşkınlıktan donakaldı.
İlk kendine gelen orta yaşlı ağabey oldu. Anlamaz gözlerle nineye baktı, şaşkın şaşkın konuştu:
“-Anam, ne dedin sen?”
Nine neşeyle cevap verdi:
“-Hele otur şu sedire beyzadem. Ayakta kalma. Küçük geline söyledim. Torunum bir aylık. Ana sütü emmesi lazım. Büyük geline söyleyeyim de şöyle bol köpüklü ayran getirsin size. Misafir olur da susamamış olur mu?”
Ardından Çobanın ve arkadaşının şaşkın bakışları altında bebeği bahar yüzlüye uzattı. Bebeği alan kız yavaşça ağabeylerine döndü. İki adam da gözlerini kız kardeşlerine dikmişler, şaşkınlıkla öfke arası bakışlarla onu süzmeye başlamışlardı ki nine tekrar neşeyle sorular sordu:
“-Ağalar, kimlerdensiniz? Sizi tanıyamadım. Bura insanını tanırım. Siz uzaklardan mısınız?”
Genç ağabey kızın ağabeyleri olduklarını söyleyince nine hemen gitti, orta yaşlı ağabeyin sevgiyle kolundan tutup neşeyle bağırdı:
“-Ahay! Akrabalarımız gelmiş! Ne de iyi etmiş! Allah razı olsun sizden. Ne güzel bir insan yetiştirmiş ananız babanız. Gelini birkaç yıl evvel ta ötelerde ulu dağların ardındaki ormanda saklanırken bulduk. Yarı baygındı. İki kemik bir deriydi. Yürümekten ayakları yara para içindeydi. Günlerce kendine gelemedi. Çok üzgündü. Yanımıza aldık. Sizlere haber gönderdik. Kaç yıl haber bekledik. Sonracığıma biri köyünüzün tamamen yandığını, kimsenin sağ kalmadığını söyledi. Biz onu çok sevdik. O da beni ana gibi benimsedi. Gerisini anla gayrı. Ama düğünümüz geçen yılda pek halaylı, cümbüşlü oldu. Şükür Rabbime, bu balamızı da bize nasip etti.”
Neredeyse nefes almadan oğluna dönüp konuşmasına devam etti:
“-Haydi oğul! Koş içeri. Hanımına söyle. Hazırda ne varsa tepsiye dizip getirsin, ayranları da sen getiriver, koş.”
Çobanın dili tutulmuştu sanki. Göz ucuyla kıza baktı. Yüzünde korkuyla karışık bir merak ifadesiyle ağabeylerine baktığını gördü. Arkadaşına döndü. O muzip bir yüz ifadesi ile anasını süzüyordu.
Ağabeyi kolundan çekiştirip sedire oturtan yaşlı kadın ayakta duran geç ağabeye elini uzattı:
“-Öp bakayım şu iyice kocalmış, saçları ak pak olan ananın elini. Akraba olduk gayrı.”
Genç ağabey elinde olmadan uzatılan eli öpüp ninenin yanına oturdu.
Bu olağandışı durumu neye yoracağını kestiremeyen ve şaşkınlıktan neye karar veremeyeceğini bilemeyen büyük ağabey birden aklına gelen düşünce ile rahatladı. Elini ninenin eline koyup ciddi bir sesle konuştu:
“-Anam, kız kardeşimle baş başa görüşmek isterim. İzin var mı?”
Yavaşça ayağa kalkıp kucağında bebekle ayakta duran bahar yüzlüye yanaştı. Kız biraz ileride duran Çobana gidip bebeği uzattı.
Bebeği alan Çoban günlerden sonra ilk defa kızın gözlerine baktı, şaşırdı kaldı. O zebercet gözler sanki ayna oldu, Çoban o gözlerde kendi sevdalı gözlerini gördü!
Kız hemen bakışlarını çekti ondan. Hemen ağabeyinin yanına gitti. Ağabey kardeş ormana doğru gidip o ulu çınarın altında durdular. Adam kızkardeşinin omuzlarına ellerini koydu, yılların hasretiyle yüzüne bakıp sordu:
“-Sarı gülüm, zebercet gözlü meleğim, biricik kardeşim. Söyle bana. Nasıl buralara gelebildin?”
Başına gelenleri anlatırsa çok kederleneceğini bildiği en çok sevdiği ağabeyini daha fazla üzmek istemedi kız. Küçük içli, acı, bembeyaz bir yalana başvurdu. Gözyaşları içinde dedi ki:
“- Anam beni sandığa sakladı. Olanı sandıkta korkudan titreyerek dinledim, çığlıkları, feryatları… Köy yanarken çıktım sandıktan… Herkes ölmüştü. Alevler içinden sıyrıldım, ormana kaçtım. Durmadan yürüdüm. Günlerce belki aylarca gece ormanlarda, ovalarda, çöllerde hep sinerek, korkarak sadece yürüdüm. Gündüz çukur toprak bulup içine girdim, tümseklerin duldasında saklandım. Sonra bilmediğim o ormanda yorgunluktan bayılmışım. Bu nine buldu beni. Kendime getirdi.”
Kardeşinin güzel çenesinden tutup onun gözlerinin ta derinlerine bakıp gerçek duygularını öğrenmek istedi ağabeyi:
“-Canım kardeşim. Burada kalmak zorunda değilsin. İstersen gideriz birlikte. “Artık evlendim, kaderim buymuş” diye düşünürsen o yanlış olur. Mutlu değilsen, al bebeni, gel bizimle. Yeni bir hayat kurduk köyümüzde. Her şey eskisi gibi. Bolluk, bereket içindeyiz. Ama bebeğim var dersen… Eşime sevdalandım dersen, karar senin. Ama konargöçer hayata alışkın değildin. Söyle bana bu kocan olacak delikanlı ile mutlu musun?”
Kız ağabeyine sevgi dolu bakışlarla bakıp başını onun omuzuna koydu, fısıldadı:
“-Ağabey bu Çoban benim hayatımı kurtardı. Çok iyi bir kalbi var. Ondan çok memnunum.”
Kız kardeşine sarıldı adam, fısıldadı:
“- Söz ver bana. Yeğenimi, nineyi, bütün aileyi alıp damatla en kısa zamanda bizlere geleceksiniz.”
Döndüklerinde mükellef bir sofra ve yol için hazırlanmış yiyecek dolu koca bir çuval hazırdı.
O gece muhteşem ışıltılarıyla mehtap her yeri gündüze döndürürken o ulu çınarın dibindeydi Çoban. Ardından usulca gelip sessizce yanına oturdu zebercet gözlü, bahar yüzlü kız.
Sonra fısıldaşma başladı. Sanki canlı, cansız bütün her şey bu fısıltıları sevinçle dinlemeye başladı, gökyüzünde nazlı nazlı yüzen ve cihana gümüş pırıltılar yayan mehtap dahi.
Çoban fısıldadı:
“–Neden? Gitmedin?”
Kız başını yere eğip yel gibi hafif sesle cevap verdi:
“-Ey Çoban, gidemedim işte!”
Üsteledi genç adam:
“-Neden?”
Gözlerine baktı Çobanın kız, o gözlerde kendi gözleri vardı yine, sevdalı gözleri:
“-Şimdi söyle bana Ey Çoban dedi. Götürseler, beni gönderecek miydin? Gitmek istesem beni gönderir miydin sahi?”
Başını iki yana salladı genç adam:
“- Engel olmazdım sana. Olamazdım. Ama giderken bilemeden, hiç bilemeden yüreğimi de götürürdün. Ya sen? Gerçekten gider miydin?”
Kız sesini yükseltti:
“- Ah be Çoban! Anlamazlıktan gelme! Ben seni çok sevdim. Damlanın pınara koşması, pınarın dereye, derenin çaylara, çayların büyük ırmaklara, ırmakların engin ummana koşması gibi koşmak istedim sana. Ama sen beni susuz çöller gibi gördün ki yok saydın hep. Ben yıldızlı gecelerde çaresiz sevdam için mehtap ile konuşup gözyaşı dökerken sanırdım ki sen çadırın diğer yarısında derin uykulardaydın ve ruhun da kim bilir hangi yıldızın ışıltısındaydı.”
Ilık, sevimli bir yel gelip neşeyle kızın yüzünü okşadı. Çoban ilk defa onun gözlerine dalıp gitti ve gülümsedi:
“- Ben de seni öyle sanırdım. Üstelik beni kendine uygun bulmadığını da… Hem de…”
Kız da gülümseyip sözünü kesti:
“-Hem de… Hem de emanettim değil mi? Emanet! Kimin emanetiydim? Beni kime verecektin?”
”-Ah be nazlı sultan, dedi Çoban. Anlamadın mı? Aslında sen sana emanetsin. Şimdi de sonra da. Her can son nefesine kadar kendi kendine emanettir. Her insan bu dünya denen imtihanda, bu ömür çizgisinde kendine emanet edilmiştir ki emanete ihanet edip etmediğindendir sorgu ve suali. Ben sadece senin etrafında benden veya başkasından sana zarar gelmemesi için bir emanetin muhafızıyım.”
“-Ya aşk, diye merakla sordu kız. Ya sevda ya gönül yangını?”
Başını gökyüzüne çevirdi Çoban, o derin sonsuz lacivert deryaya, sonsuz sayıdaki kandile ve orada yüzen şaheser mehtaba baktı bir süre.
“-Sana emanet dememin sebebi zaten buydu, diye fısıldadı. Seni sen yapan her şey, sevdan, hayal dünyan ve sende ne varsa her şey sana emanet. Ben sadece muhafızım. Ondan ileri olmak emanete ihanettir ki bu hal kul hakkına da ihanettir.”
Uzaklarda gecenin sessizliğini bölen kartal çığlığı Çobana itiraz etti ve kız bunu anladı sanki. Fısıldadı:
“-Sadece kendimiz mi emanetiz kendimize?”
Çoban gülümsedi. Gözlerini yumdu, işaret parmağıyla daire çizdi, zor duyulan bir sesle mırıldandı:
“-Dinle emanet, dinle… Dinle canlıyı, cansızı… Kuşu, kurdu, dereyi, yağmuru, bulutu, rüzgârı, taşı, kayayı, zerreyi dahi dinle. Her ne var ise sana emaneti anlatıyor…”
Suzan ÇATALOLUK
Bitiş: 02.15, 07.06.2023