Zeynep’in Dedesi

Muharrem DAYANÇ

Tahsin Yücel (1933-2016) denince aklıma Maraş’ın Elbistan kazasının Ötegeçe semtinde doğan yoksul bir Anadolu çocuğu geliyor. Bu ifadeyi, isim ve mekân uyarlamasıyla, Anadolu gerçeğini özetleyen bir şablon cümle olarak düşünülebiliriz. Yoksulluğun, yoksunluğun bu coğrafyaya düşen gölgesi üzerine çok şey söylendi, çok şey yazıldı. Bu eskitilmiş konunun öte yakasına geçerek, sıradan bir taşralının saygın/evrensel bir bilim insanına-sanatçıya dönüşmesinin arka planını, karınca kararınca, size hissettirmeye çalışacağım. Bu hikâye, benzer şartlarda hayatını sürdüren ve kendisine çıkış yolu arayanlara ilham kaynağı olabilir.

Ötegeçe katıksız bir Anadolu taşrası. Tahsin Yücel’lerin evlerinin önünden Ceyhan Nehri geçiyor. Gün oluyor bereket dağıtıyor bu ırmak gün oluyor hırçınlaşıyor, evlerin içinden dolanarak insanların ellerinde avuçlarında ne varsa hepsini yağmalıyor. Doğayla iç içe geçen bu çocukluk, sonraki yıllarında yazara çok şey katıyor elbette, yaprağı dökülmüş ağaçları tanıyacak kadar onu gönendiriyor kuşkusuz, ama bu arada yoruyor da, korkutuyor da.

Ağabeyinin sapanla vurduğu sığırcığın suyuyla üç kez pilav yapıp bir hafta idare edecek kadar koyu bir yoksulluk. Hayatın tek tesellisi canlı yüzü Ötegeçe’nin insanları. Komşularla kurulan dostluk bağları panzehiri oluyor bütün bu mahrumiyetlerin. Bu kadarla kalmıyor bu kazanın insanının sarıp sarmalayan içtenliği, Yücel’in hayal dünyasını bir ömür besliyor da.

On iki yaşında Galatasaray Lisesi’nde okumak için -parasız yatılı olarak- İstanbul’a gelene kadar neredeyse yaşamadığı felaket kalmıyor bu taşralı çocuğun. Üç yaşına gelmeden babasını kaybediyor. Beş yaşında kendisinden dokuz yaş büyük ablası ölüyor. İlkokulu bitirdiği yıl annesiyle birlikte hayattaki en büyük dayanağı ve kılavuzu olan ağabeyi uçup gidiyor bu dünyadan, hem de daha yirmili yaşların başında. Geriye tek sığınağı kalıyor küçük Tahsin’in, güngörmüş ve sözü dinlenir bir Anadolu kadını olan annesi. Daha sonra edebiyata, sanata meyledecek iç dünyasını besleyen ilk pınar da bu anne oluyor. Hayatının iki temel kavramı “merhamet” ve “incelik” de ondan miras kalıyor çocuk yüreğine.

Daha kundaktayken Nuriye Münevver Hanım ağır bir hastalığa tutuluyor ve bir süre çocuğuyla ilgilenemiyor. Bebeğe mecburen başkaları bakıyorlar. İyileştikten sonra yavrusunu ilk gördüğünde “Gene ağlatmışlar kara gözünden.” sözü çıkıveriyor zaten ozan olan annenin ağzından. Bu söz daha sonra Yücel’in bir öyküsünün adı oluyor. Anne öyle becerikli ve öyle fedakâr bir annedir ki, çevresindekiler bu dul ve çaresiz kadının çocuklarına baktıkça, “Dullar bizden, yetimler çocuklarımızdan iyi.” diyorlar.

Tahsin Yücel’in daha sonra kitaba dönüştüreceği masalların kaynağı da bu güngörmüş Anadolu kadını oluyor. Yıllar sonra kendisiyle yapılan Görünmez Adam (İş Bankası Yayınları, İstanbul 2001, 357 s.) adlı nehir söyleşide bu masallardan birini şöyle özetliyor yazar:
“…
Ak sakallı derviş geldiği zaman, delikanlı bu masalı yeni bitirmişti. Başını kaldırıp dervişe baktı. Derviş bulduğu elmayı ona uzattı, ‘Bu elmayı yediğin zaman, bütün dileklerin gerçek olacak, ne dilersen dile!” dedi. Delikanlı elmayı aldı, evirdi, çevirdi uzun uzun baktı. Demek her istediği gerçekleşebilirdi şimdi, isterse ölümden bile kurtulabilirdi. ‘Çocuklar beni unutmasınlar, başka bir şey istemem!’ dedi. ‘Bunu alın ben istemem, çocukların olsun!’ Sihirli elmayı dervişe geri verdi. Yeseydi, dileği gerçek olacaktı, çocuklar hep anımsayacaklardı kendisini; yemeyince, dileğini gerçekleştirmek çocuklara kaldı. Çocuklar beni unutmayın!” (s. 104)

Masal, çocukların mutluluğunu kendi mutluluğuna tercih eden bir genç üzerinden kurgulanmış. Sihirli elmanın çocuklara -dolayısıyla geleceğe- bırakılması veya anlatının bireyden çok toplumu öncelemesi masalı orijinal ve evrensel kılan temel unsurlardan.

Yazı, Yücel’in pek bilinmeyen nüktedanlığı ile torunu Zeynep’le ilgili bir temennisi üzerinden kurgulandı biraz da. O halde önce yazarın ironiye kaçan ince zekâsını bize gösteren nüktelerinden birkaç örnek verelim, daha sonra torununa ve geleceğe bıraktığı mektubu birlikte okuyalım.

Birinci nüktenin başkahramanı Enis Batur. Soğuk rüzgârların esmesine neden oluyor bu ince söz dalaşı:

“… Bodrum’un Aktur’undaydık, ben denizdeyken, Enis gelip plaja oturmuş. Çıktığımda ‘Tahsin Bey, denize gözlükle mi giriyorsunuz?’ diye sordu. ‘Evet, çok miyop olduğum için.’ dedim. Ama ertesi gün, bu kez ben onu denizden çıkarken gördüm, ‘Enis, sen denize sakalla mı giriyorsun?’ ” (s. 338)

İkinci nükte telefonla kendilerini sık sık rahatsız eden küçük ve şımarık bir kızla ilgili. İçinde toplumsal mesajların da kendisine yer bulduğu bu hadisede yazarın pratik zekâsı öne çıkıyor:

“Bir kez bizim telefona bir küçük kız dadanmıştı. Sanki biliyormuş gibi tam akşam yemeğine oturduğumuz zaman bizim telefon çalıyor. Bizimkiler ya bir şeyler konuşuyorlar, ya kızıp kapatıyorlar. Bir kez de ben açtım. Çok şımarık bir küçük kız, bilmiş bilmiş konuşuyor, arkadan da hanım gülmeleri geliyor. Yeniden sofraya otururken, ‘Yarın akşam kimse telefonu açmasın, ben açacağım.’ dedim. Öyle de oldu. Ben açtım, ‘Buyurun’ dedim. Küçük kız ‘Siz kimsiniz?’ diye sordu. ‘Ben senin gerçek babanım, yavrum.’ dedim. Ufaklık ‘Babacığım, babacığım’ diye konuşmaya başladı. Arkadan birtakım sesler geldi. Küçük kız ‘Benim gerçek babammış!’ diye açıkladı. Telefon şak diye kapanıverdi. Kapanış o kapanış.” (s. 337-338)

Üçüncü nükte Yaşar Kemal’le yazar arasında vuku buluyor ve yine bizi şaşırtıyor. Anekdot dönemin önde gelen yazarlarının dostluklarını göstermesi bakımından da ilginç:

“Roman üzerine bir yuvarlak masa toplantısı için Antalya’da Falez Otel’ine çağrılmıştık. Yaşar da oradaydı. Büyük bir saygı görüyordu burada. Ferit Edgü, Fethi Naci, bir iki arkadaş daha havuza girecektik, Yaşar da yanımızdaydı. Havuzun öbür yanında bir arkadaşımızı gördük, işaret ettik, o görmedi, ama havuzun cankurtaranı görmüş, kendisini çağırdığımızı sanmış, koşup geldi, ‘Buyurun’ dedi. Durumu açıkladık, delikanlı gitti. Ben de ortaya ‘Yahu, hazır cankurtaran ayağımıza kadar gelmişken neden ‘Bizi şu Yaşar’dan kurtar!’ demediniz dedim. Yaşar kızdı ya da kızar gibi yaptı. ‘Neden Naci’yi ya da Ferit’i değil de beni söylüyorsun?’ dedi. Ondan başkasını söylesem, aynı etkiyi yaratmazdı ki!” (s. 338)

Sıra Tahsin Yücel’in seksen üç yıllık ömrünün en tatlı hatırasında. Çevirilerini de katarsak yüz elliye yakın kitapta emeği bulunan Yücel’in on iki yaşından sonraki hayatı İstanbul’da geçer. Yazar bu şehirde mutlu bir ömür sürmesinin yanı sıra torun sevgisini de tadar. Bu sevgi öylesine farklı ve samimidir ki yazara belki de hayatının en güzel/sıcak cümlelerinden birini söyletir. Bir ucu burada diğer ucu öte âlemde bulunan bu söz yazarın mütevazı hayatını özetlemesi bakımından da değerli:

“… Bakarsın, benim öyküler, romanlar, denemeler, incelemeler de kuşkularım ve çelişkilerim olarak kalır ve sorgu meleklerinin karşısına yalnızca Zeynep’in dedesi olarak çıkarım.” (s. 342)

Zeynep’in dedesi olmak bütün eserleri, unvanları, makamları, heyecanları, yaşanmışlıkları gölgede bırakacak kadar mutlu etmiştir onu. Bu ifadeden, ‘hayatımın en güzel, en saf, en samimi, en insanî duygusunu Zeynep’le tattım, bu sevgiyle özüme döndüm, sorgu meleklerine verilecek cevapta benim bu son arınmış halimin gözden kaçırılmamasını dilerim’ gibi bir anlam da çıkarılabilir. Bu söz Zeynep’in dedesiyle ilgili adı “rahmet” olan yeni bir sayfaya kapı araladı içimde.
Yazar
Muharrem DAYANÇ

Muharrem Dayanç, Sakarya, Geyve, Karaçam Köyü’nde doğdu. İlkokul, ortaokul ve liseyi Adapazarı’nda tamamladıktan sonra, 1990 yılında, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Daha sonr... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen