Prof.Dr. Oğuz ADANIR[ii]
Mevcut toplumsal yapıyı tüm özellik ve nitelikleriyle algılanılmazsa, bunun sonucunda doğal olarak, bütünsel özellik ve nitelik taşıyan öneri ve çözümler üretilemez. Oysa Türkiye’de üst düzey sayılabilecek tüm entelektüel yaklaşımlar -istisnalar dışında- bu tür bir yaklaşımı başlangıçtan bu yana ya yadsımış ya da çözdüğünü sandığı toplumsal yapıyı, ürettiği ya da ödünç aldığı şablonlara zorla oturtmaya çalışmıştır! Her seferinde hüsranla sonuçlanan girişimlere karşın bu konudaki ısrarcılığı ancak -bu ve önceki metinlerde kendisinden bol bol söz etmiş olduğumuz- ilkel bir zihniyete olan mesafeyle açıklayabilmek mümkündür.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bu yana Resmî İdeoloji, Kemalizm, Atatürkçülük ve benzeri terimlerin kapsadığı ideolojik içerik ya da doktrin buna muhalif olan kesimler tarafından kıyasıya eleştirilmiş ve halen de eleştirilmektedir. Başta İslâmcı olarak nitelenen kesimler olmak üzere, Solcular, Marxistler ve nihâyet Liberaller ya da İkinci Cumhuriyetçiler Resmî İdeolojinin eleştirisi konusunda bir consensus sağlamış gibidirler! Bize göre sorun Resmî İdeolojinin yanlışları, eksikleri ya da beceriksizlikleri değildir! Eğer iktidarda Solcu, İslâmcı ya da Liberal ideolojiler de olsaydı durumda pek bir değişiklik olmazdı. Benzer eleştiri ve saldırılara onlar da hedef olurdu. Kaldı ki son yirmi yıllık süre içinde bu kesimlerin hükümetlere ortak oldukları ve her seferinde en az Resmî İdeoloji kadar eleştirildikleri somut bir gerçektir. Buradaki sorun kesinlikle ideolojik ya da felsefî farklılık sorunu değildir. Sorun İktidar olma ya da olamama sorunudur. Bu konuda tüm kesimler hemfikirdir. Türkiye’de yapıldığı ileri sürülen politikaların değişmez, şaşmaz hedefi şudur: yapabilirsen önce “iktidarı” -daha doğrusu hükümeti- ele geçir sonra da tek başına dizginlere sahip ol! Mustafa Kemal’in ölümünden sonra bu işi uzun süreyle başarabilmiş hiç kimsenin bulunmaması bir rastlantı mıdır? Mustafa Kemal, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, Anadolu’da, en üst düzeyde, toplumsal bir comensus sağlayabilmiş tek liderdir.
Resmî İdeoloji, Türkiye için en doğru çözüm önerileri üretmemiş ve en doğru sonuçlara yol açmamış olabilir. Aynı koşullarda saydığımız ya da sayılabilecek tüm diğer ideolojilerin ondan daha doğru sonuçlara yol açabileceğini iddia edebilmek mümkün müdür? Türkiye’de kafa yapılarında yani zihniyette radikal bir değişiklik olmadığı sürece, hiç kimse böyle bir iddiada bulunamaz! Çünkü hiçbir ideolojik görüşün Mustafa Kemal’in sahip olduğu itibar, prestij, otorite ve iktidara sahip bir lideri olmamıştır! Serbest Fırka bu gerçekten bihaber ya da bihaber görünmeye çalışan kimi aydınların safsatasından başka bir şey değildir çünkü onlar bu toplumun zihinsel temelinin neyin üstüne oturmuş olduğunun farkında bile değildirler! Mustafa Kemal’in ardılları olarak ortaya çıkanların hiçbirinin onun sahip olduğu prestij, itibar ve dolayısıyla iktidara sahip olamadığı tarihsel bir gerçekliktir.
Resmî İdeolojinin içinden geçmiş olduğu aşamalar göz önünde tutulduğunda yandaşlarının -daha ilk günlerden itibaren- çok hızlı davranma zorunluluğu nedeniyle -başta Mustafa Kemal olmak üzere- önemli yanlışlar yapmalarının kaçınılmaz bir şey olduğu görülmektedir. Oysa ona karşı muhalif ideoloji ya da politika üretenlerin toplam seksen yıla yaklaşan zamanları olmuş ancak bir türlü Kemalizmi alt edemedikleri için sonunda isteyerek ya da istemeyerek -kaderin cilvesi mi?- “Kemalist” oldukları görülmüştür! Bir doktrini yıpratma stratejilerinden biri de budur!
Resmî İdeolojinin muhalifleri bu kadar uzun süreyle, toplumu büyük ölçüde sarıp sarmalayabilen bir doktrinin başarısının sırrının araştırmak yerine zamanlarını ona saldırarak boşu boşuna harcamışlardır. Kişisel görüşüme göre Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana hiçbir ideoloji toplumun büyük bir kesimini sarıp sarmalayacak bir politika üretememiştir! Neden? Çünkü amaç hiçbir zaman gerçekten örneğin daha çağdaş, modem ve mutlu bir toplum olmamıştır. Amaç her zaman iktidarın ele geçirilmesi ve topluma (Resmî İdeolojiye atfedilen, “neden biz de aynısını yapmayalım ki ?”) bir politika dayatabilmek olmuştur.
Sonuç olarak bugün de tanık olunduğu gibi hiçbir parti ve politikanın Resmî İdeolojiden daha demokrat, daha insancıl, daha çağdaş ve modem olması söz konusu değildir! Bunun çözümü Resmî İdeolojiyi değiştirmek yerine kendini değiştirmeyi becerebilmekten geçmektedir. Bir başka deyişle yalnızca belli kesimleri hedefleyen politikalar üretmek yerine, bütünü kapsayabilecek düzeyde politikalar üretebilmek yani radikal bir perspektif değişikliğine gidebilmekten geçmektedir.
Peki, böyle bir radikal perspektif değişikliği mevcut politik partilerin anti-demokratik yapılarıyla gerçekleştirilebilir mi? Hiç sanmıyorum. O halde sorunun çözümü bir kesimin bu yükümlülük altına girmesinden geçmektedir! Bu kesimin yakın coğrafya ve tarihteki tek örneği Burjuvazi olmuştur. Aydınlanmanın ilk öznesi ve nesnesi olan Avrupa Burjuvazisi radikal bir zihniyet dönüşümüne uğradıktan sonra içinden çıkmış olduğu toplumların değişip, dönüşmesi ve gelişmesinde lokomotif görevi görmüştür. Bu tür bir öneri evrensel geçerliğe sahip bir öneri değildir. Bir başka deyişle Türkiye dışındaki pek çok toplum için aynı önerinin geçerli olamayacağını düşünüyoruz. Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu tarihsel, toplumsal süreç -hoşumuza gitse de gitmese de- bunun ülke açısından zorunlu bir hale gelmiş olduğunu göstermektedir.
Türkiye’de bir burjuvazi var mıdır? Pek çok serap gören (özellikle de Marxist kökenli) araştırmacıya karşın biz Türkiye’de bir Burjuvazi göremiyoruz. Hiç olmamıştır! Doğal olarak bir Proletarya da yoktur! Daha önce de söylemiş olduğumuz gibi Türkiye bir Zenginler ve Yoksullar ülkesidir. Evet, Türkiye’de Burjuvalar vardır ancak bir Burjuvazi yoktur! Evet, Türkiye lokomotif görevi yapabilecek potansiyel bir Burjuva kesimine sahiptir ancak zihinsel ve kültürel bir evrim geçirmedikçe bu kesimin bu lokomotif görevini yerine getirebilme şansı yoktur. Evet, Türkiye’ de vahşi bir kapitalizmden söz edilebilir ancak Türkiye’ye egemen olan bir “kapitalist ideoloji” yoktur! Çünkü ortada bir Burjuvazi[1] yoktur! Türkiye’de kapitalist yöntemle zengin olan insanlar vardır ancak bunların topluma önerdikleri çağdaş bir yaşam, modem, demokratik bir toplum önerisi yani özgün bir ahlâkî[2] tavırları yoktur! Onlar hep başkası ya da başkalarına ait (İslâmcı, Milliyetçi, Solcu, Resmî İdeoloji, anlaşılması oldukça güç “Liberal”, vb) ahlâk kurallarını benimsemiş gibidirler! Toplumsal düzeyde özgün bir ahlâk anlayışı sunamayan ve herkesin ahlâk anlayışını paylaşıyor görünen bir kesimin gerçekte hiçbir ahlâk anlayışını benimsememiş yani ahlâksız olduğunu söyleyebilmek mümkündür. Örneğin TÜSÎAD, MÜSİAD ve benzerlerinin topluma önerdikleri kolektif bir ahlâk anlayışı var mıdır? Bu ahlâk anlayışı yaşamın tamamını mı (politik, toplumsal, kültürel, ekonomik yaşamın -örneğin bir vergi ahlâkı tanımları var mıdır? Varsa esnaf ve sanatkârlara bu konuda önderlik edebilmekte midirler?) yoksa yalnızca belli bölümlerini mi kapsamaktadır? Neden?
Bilindiği gibi modernleşme aynı zamanda din ve ahlâkın rasyonel düşünce aracılığıyla birbirlerinden ayrılmasıyla mümkün olabilmiştir. O zamana kadar dinin tekeli altında görünen ahlâk kuralları yaşamın, yani yeni kapitalist düzenin kendini dayatmaya başlamasıyla birbirinden ayrılmak durumunda kalmış ve laiklik olmadan sözcüğün gerçek anlamında bir kapitalizm olamayacağı anlaşılmıştır. Ahlâk, yaşama yani içinde bulunan dünyaya, din ise öteki dünyaya ait bir olgu olarak kabul edilerek sorun çözülmüştür. Bu açıdan bakıldığında Türkiye toplumu dinî olan ancak çağdaş toplumsal ahlâk konusunda henüz bir consensus oluşturamamış bir topluma benzemektedir. Bu ülkede ahlâkla din henüz birbirlerinden rasyonel bir şekilde ayrılmışa benzememektedir. Bunun temel nedeni az önce söylemeye çalıştığımız gibi zihinsel-kültürel düzeyde bir ulusal burjuvazi yani kapitalizmin bulunmayışıdır. Rasyonel bir ahlâkî yapının Türkiye’de egemen olabilmesi için rasyonel düşüncenin toplumun tüm katmanlarına egemen olması gerekmektedir. Çünkü burjuvazinin egemenliği bir anlamda rasyonel, çağdaş düşüncenin egemenliğiyle başlamıştır.
Türkiye’de çağdaş, demokrat ve uygar bir burjuvazi[3] olduğunda çağdaş, demokrat ve uygar bir İktidardan ve dolayısıyla bunun ciddi bir alternatifinden, yani gerçekten çağdaş, demokrat ve uygar bir Muhalefetten söz edilebilecektir.
Türkiye’de Ulusal bir Burjuvazi yoktur, çünkü dünyaya sunabildiği özgün bir bakış açısı yoktur. Örneğin ABD’de, Cumhuriyetçi ve Demokrat bakış açıları yaşamın bütününü kapsayan demokratik politikalar sunmaktadırlar. Şimdilik başka bir seçenek yok gibidir! Bu demokratik politikanın yaklaşık yüz yıldır -inişleri ve çıkışlarıyla- belli bir düzeyde var olmasını sağlayan ve Amerikan toplumunun görünüşe göre büyük çoğunlukla (en azından son 40, 50 yıldan bu yana) onayladığı temel, şaşmaz ahlâk kuralı: her bireyi kapsayan Vergi Yükümlülüğüdür. Çünkü vergi toplumsal dayanışma ve var oluşun temelidir. Adaletli bir vergi düzeni ve toplanan verginin adaletli bir şekilde dağıtımı sistemin bel kemiğini oluşturmaktadır. Bu yüzden bu sistemin affetmediği tek suç vergi kaçırmaktır! Amerikan toplumu Türkiye toplumuna göre, belki, pek çok açıdan ahlâksız olarak nitelendirilebilir, ancak Türkiye toplumunun da Amerikan toplumuna oranla, en azından, vergi konusunda oldukça ahlâksız olduğu sanırım yadsınabilecek türden bir olgu değildir. Ulusal gelirin yaklaşık yüzde altmışına sahip olan kesimin toplanan verginin yüzde otuzunu ödüyor olması bu kesimin ahlâkî yapısı hakkında bir fikir vermektedir. Çağımızda da, yaşamın tüm alanlarında, en yüksek ahlâkî değerin, yüzyıllardan beri olageldiği gibi Adalet duygusu olduğu unutulmamalıdır. Liberalizmin ulaştığı en yüksek aşama olarak gösterilen ABD’nin pek çok konuda örnek alınabileceğini söyleyen politikacı, işveren ve aydınların vergi konusunda aynı modeli hemen hiç örnek göstermemeleri diğer konularda da ne kadar içten oldukları konusunda bir fikir vermektedir.
Türkiye’de Ulusal bir Burjuvazi yoktur çünkü Türkiye’de bir Burjuva Kültür ve Sanat anlayışı yoktur. Murat Katoğlu, “Sanat Hayatında Neler Oldu?” {Mülkiyeliler Birliği Dergisi, Cilt XXII, sayı: 213) başlıklı metinde bu durumu açıkça ifade etmektedir:
Demokrasi, kaliteyi tasfiye rejimi değildir. Tam tersine, taklit edilip benimsenmek istenen Batı demokrasisi, burjuva kültürünün ürünüdür. Yani, onun değerlerini taşır. İnsanlık tarihinin, insan zekâsının ve yaratıcılığının üstün ürünlerini yaratan ve son aşaması olan yüksek kültürün; yani işlenmiş kültürün sistemidir… İnsan, birey haklarından, toplum düzenine; savaş ve barıştaki uluslararası temel kurallardan hukuk, teknoloji, bilim, sanat ve spora kadar her alandaki esaslar, siyasal rejim kavramları bu kültüre aittir. Dünyada genel kabul gören ve Türkiye’nin de benimsemiş göründüğü usul ve kavramlar, o kültürün hayat tarzını oluşturur. Böyle bir dünyaya yerel ve taşra kültür değerleri ile mensup olunamaz, uygar bir ülke yaratılamaz. Genel oy ile çoğunluk sağlanabilir; ama uygar ve gelişmiş ülkelerle (kendi ölçeğinde bile olsa) orantılı bir hayat paylaşılamaz. Maddi bir takım aldatıcı olanaklar sağlanabilir. Teknolojinin genel nimetlerinden yararlanılabilir. Dünyanın zenginliğinden Türkiye’nin tarlasına birtakım zenginlikler düşebilir, bunlar, kitleleri tatmin için gelişme imiş gibi gösterilebilir. Ama, mukayeseli olarak gitgide uygar dünyadan uzaklaşılır. Demokrasi, yüksek kültürün değerlerine sırt dönerek, yerel kültürün ham, geleneksel değerleriyle yaşanılacak bir rejim değildir. Demokrasi, bir kent kültürü rejimidir. Ağır disiplinli bir rejimdir. Esnetilemez kuralları vardır. Hayatın her safhası ve alanı ciddi biçimde tanımlanmıştır. Haklar ve özgürlükler, şaşmaz biçimde esaslara bağlanmıştır. Toplumsal yaşamın hiçbir kesiminde keyfiliğe, kuralsızlığa izin verilemez. Şehir kültürü, düzen, disiplin, polisin niteliği, kuralcılık, burjuva demokrasisinin Türkiye’de hesaba katılmayan kavramları arasındadır. Kısacası, Türkiye’deki demokrasi havariliği ve ünlü “46” ruhu, burjuva demokrasisi ile pek az bağlantısı olan bir ilkel orta kültür ve geleneksel değerler başkaldırısıdır (s. 120).
Türkiye’de bu durumu tartışmasız birebir kanıtlayan binlerce örnek bulabilmek mümkündür. Biz burada tek bir simgesel örnek vererek sözü fazla uzatmayacağız. Türkiye’nin en zengin insanlarından biri ve bir kesimin benimsemiş olduğu terminoloji doğrultusunda, ülkenin en büyük “burjuvalarından” biri olması gereken Sakıp Sabancı sık sık popüler şarkıcı, türkücü ve şovmenlerle birlikte basında boy göstermekte bir sakınca görmediği gibi, 15 Ekim 2000 tarihli Hürriyet Gazetesi, Pazar ekinin baş sayfasında eşinin şu tür açıklamalarına da itiraz etmemektedir. Türkan Sabancı:
Evimize ilk kez gelenlere karşı nazardan korunmak için tütsü yaparım. Bir teflon tavaya soğan kabuğu, sarımsak, kırmızı toz biber ve saçımın tellerini koyarım. Bir Elham üç Kulhüvallahu okuyup, içindekiler yanarken, teflonun üstünden üç kere atlarım. Nazardan koruduğuna inanıyorum. Sakıp Bey’e ayda bir kere kurşun döktürüyorum.
Aynı Sabancı, Paris’teki Louvre müzesinden salon kirâlayarak, sahip olduğu antika Osmanlı eşya ve çalışmalarını sergilerken de Avrupalı bir burjuvaya benzemek ister gibidir. Bu bir paradokstur çünkü tarihsel süreç içinde burjuvazi rasyonel akim temsilciliğini yapan kesim olarak bilinmektedir (bu durumda ya Sabancı burjuva değildir ya da Türkiye’deki zengin insanlar rasyonel akılla -yaşamın tüm alanlarında demek istiyoruz- henüz doğru orantılı ilişki kuramamış oldukları için ortada -bir kez daha yineliyoruz- bir burjuvazi yoktur). Murat Katoğlu bu güncel duruma yol açan tarihsel, toplumsal ve politik nedenleri, kendi perspektifinden, şöyle değerlendirmektedir:
Yüksek kültür, siyasi ve iktisadi karar mekanizmasından tasfiye edildi. İlkel-orta kültür, yönetim mekanizmasına egemen oldu. 1950 ve 1965 sonrası uygarlık çabalarının belinin kırıldığı aşamalar oldu. 1961 Anayasası, 1923’ün tamamlanması için yine bir uygarlık belgesiydi. O da tasfiye edilmiştir.
Üst kültürün ve uygarlık projesinin tasfiyesi daima demokrasi (!) adına olmuştur. İlkel kültürün değerleri, demokrasinin değerleri gibi konulmuş, haklılık mekanizması olarak da genel oy ve çok partili sistem kullanılmıştır. Böylece demokrasi, son derece yavan ve esas değerlerinden ayrıştırılarak “genel oy”a indirgenmiştir. Genel oyu ve “halk iradesi”ni savunarak 1950 yılından itibaren Türkiye’yi yönetenler, demokrasiyi dillerinden düşürmeyenler, Batı demokrasisinin hemen hiçbir değerine sahip çıkmamışlardır. Genel oyu daima niteliği yok etme; ilkel-orta kültür değerlerini ön plana çıkartmak için kullanmışlardır. Yani demokrasi; “kaliteyi tasfiye” rejimi olarak uygulanmıştır.
…İlkel kültürün herhangi bir ülke yönetimine egemen olması bir kâbustur. O ülkenin geleceğini yok eder…Türkiye’de 1950’den itibaren, bir rejim veya ideoloji meselesi olarak değil, bir hayat tarzı mücadelesi olarak ilkel kültür, yüksek kültürü kovmuştur. Adım adım kovmuştur. Sonuç ortadadır (s. 119-120).
Bir kez daha işin ilginç ve ironik olan yanı Katoğlu’nun ilkel-orta kültür dediği ilkel “popüler kültür”ün yaygınlaşması, genelleşmesi ve egemenliğini ilân etmesini sağlayanların “burjuva” konumunda bulunan insanlar olmasıdır. Özellikle son on yıldaki duruma bakacak olursak: ticarî televizyon ve radyo kanallarıyla, gazete ve dergi sahiplerinin yanısıra, plak şirketi, vb kuruluş sahipleri (Doğan Medya, Raks, vs) çoğunlukla burjuva kültürüne ait insanlara benzemektedirler! Dolayısıyla dünyaya bu kültüre özgü perspektiften bakmaları gerekir! Oysa durum -olmayan- “burjuvazinin” ilkel popüler kültürün tutsağı haline gelmiş olduğu yönündedir. Durum son derece açık ve seçiktir: Türkiye’de Ulusal bir Burjuvazi yoktur[4] Olsaydı en azından evrensel standartlara uygun kültürü olurdu. Hi- lav: “Demokratik ve laik kültür sürecinden geçmemiş, özgür düşünceyi ve eleştiriyi (dolayısıyla felsefeyi) tanımamış toplumlarm tümünde, şiddet ve buyurganlık egemendir” (a.g.y. s. 303) demektedir. Modem top- lumlardaki görüntünün Türkiye toplumuyla benzer özellikler taşıması bizleri yanıltmamalıdır. Oradaki durumun nedenleri Türkiye’dekinden bütünüyle farklıdır. Bir kez daha: benzer sonuçların farklı nedenleri olabileceği gibi, benzer nedenlerin farklı sonuçlara yol açabileceğini anımsatmak istiyoruz.
*
“Türk Aydınlanması” konusunda bugüne kadar söylenmiş pek çok şey vardır. Zaman zaman Tanzimat, zaman zaman Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla başlatılan aydınlanma çözümlemeleri, nihayetinde Devlet ile noktalanmaktadır. İnsan bunun nedeninin Avrupa’daki Aydınlanmış Despotluk dönemini OsmanlI’dan bu yana örnek almaktan vazgeçmeyen bir kesimin varlığına bağlamadan edemiyor. Bir başka deyişle toplumunu seven ve aydınlanmasını isteyen imparatorlar, krallar, prensler onlara tepeden inme belli bir ideolojik içeriğe sahip bir eğitim düzeni sağlamaya çalışmışlardır. Ancak bu süreç demokrasinin devreye girmesiyle birlikte daha özgür ve çağdaş (laik) bir nitelik kazanmıştır. Hâlbuki OsmanlI’dan günümüze tanık olunan uygulamalar, Avrupa’daki birinci aşamaya daha uygun bir çizgi sunmaktadırlar. İlköğretim, Lise ve Üniversitede hâkim olan yaklaşım dayatmacı bir yaklaşımdır. Her ne kadar (örneğin 2000 yılı İlköğretim Sosyal Bilimler ders kitabında) Demokrasi, Özgürlükler, vs’ den söz ediliyorsa da bizzat okul içi yaşantı ve uygulamalarının bu içerikle ne kadar çakıştığına bir bakmakta yarar vardır. Örneğin, Yüksek Öğrenim[5] öğrenci disiplin yönetmeliğinin Demokrasi ve Özgürlüklerle hangi ölçüde ilişkisi vardır? Üniversiteler Demokrat mıdır? Üniversitelerde çalışan öğretim elemanları demokrat mıdır? Hayır, Türkiye’deki ne üniversiteler ne de öğretim elemanları genel anlamda Demokrattırlar! (Türkiye üniversiteleri günümüz itibarıyla dünyanın en demokratik yasa ve yönergelerine sahip olsa bile bunlar pratiğe aktarılamadıktan sonra ne işe yarayabilirler ki? Yani bu bir zihniyet meselesidir. Bu bir demokrasi kültürü meselesidir.) Tıpkı burjuvalar ve burjuvazi konusunda olduğu gibi üniversitelerde demokrat insanların bulunduğundan ancak ortada demokratik bir üniversite bulunmadığından söz edilebilir! Demokratik bir Üniversitenin bulunmadığı bir ülkedeyse en azından sosyal bilimler ve insanı bilimler gibi toplumu temel araştırma konusu olarak seçmiş hayatî öneme sahip disiplinlerde bir gelişme olamaz.[6] Öyleyse ortaya yeni öneriler, düşünceler ve fikirler atılıp üzerinde tartışılamaz. Politik partiler ve ideologları bu tartışmalardan yararlanamaz. Dolayısıyla zihinsel açıdan toplum bulunduğu noktada yıllar boyunca bir dolap beygiri gibi dönmeyi sürdürebilir. Çünkü geleceğini, öyleyse bugününü tartışamayan bir toplumun zihinsel, düşünsel açıdan gelişmesi, evrim geçirmesi söz konusu olamaz. Bir toplumda tartışmalar belirli şablon ya da kalıplara uydurulmaya çalışıldığında ya da tartışmalara böyle bir zorunluluk getirildiğinde, o toplumda, özgür düşünce ve özgür bir düşünce üretiminden söz edebilmek olanaksızdır. Öyleyse, en azından, son 50 yıldan (Demokrat Parti’ den!) bu yana Türkiye’de sözcüğün gerçek anlamında özgür bir düşünce platformundan söz edebilmek pek kolay bir iş değildir (bu arada Demokrat Parti’nin “Ulusal Burjuvazi”yi temsil eden bir parti olmadığının altını çizmek gerekiyor). Bu süre zarfında ortaya çıkmış olan özgür düşünce ürünü olan metinler ya ülke dışında yazılmış ya da bu metinleri yazan insanların önemli bir bölümü herhangi bir siyasî ideolojiye doğrudan sahip çıkmadığı yani tehlikeli olmadığı, olamayacağı düşüncesiyle önem verilmediği için yaşama şansına sahip olabilmişlerdir. Çünkü bu durumun aksini kanıtlayan pek çok örnek vardır.
Geleneksel toplumların hiçbiri durduk yerde özgürlükler ve demokrasi için mücadele etmemiştir. İstisnasız bütün toplumlarda demokrasi ve özgürlükler bir gereksinime dönüştüğü an, kendileri için mücadele edilmiştir. Türkiye’nin 2000 yılı itibariyle büyük ölçüde geleneksel bir toplumsal yapı ve zihniyete sahip olduğunu yadsıyabilmek sanırım pek kolay değildir. Öyleyse Türkiye’de özgürlükler ve demokrasi konusunda mücadele edecek kesim şimdilik azınlıkta kalmak durumundadır. Pierre Chaunu, La Civilisation de l’Europe des Lumières başlıklı çalışmasında, Aydınlanmanın on yedinci yüzyılda birkaç yüz rantiye, subay, burjuvanın önderliğinde başlamış bir hareket olduğunu ve ancak yüz, yüz yirmi yıllık bir süreden sonra milyonlarca insanı kapsayabilecek aşamaya gelmiş olduğunu söylemektedir. Oysa dünya değişmiş ve dönüşmüştür. On yedinci ve on sekizinci yüzyılın olanaklarıyla yirmi birinci yüzyılın olanakları ve zihinsel yapısı aynı değildir. Dolayısıyla günümüzde önderlik yapabilecek kesim onlardan çok daha şanslıdır. Bu olay önderlik yapmayı kabul edecek cesur, kararlı ve azimli bir kesimin işidir. Başka türlü olabileceğine inanabilmek güçtür. Günümüzde özgürlük ve demokrasiye en çok ihtiyaç duyan kesimlerin başında iş adamları ve aydınlar gelmektedir. Dünyaya rahatça açılabilmek, rahatça iletişim kurmak ve tartışabilmek için kolektif anlamda özgür olmak gerekmektedir. Aksi takdirde yapacağınız en ufak yanlışın karşılıklı anlayış ve saygı duygusundan yoksun bir toplumda derhal cezaî bir işlem görme şansı yüksek olacaktır. Bunu bir Demokles kılıcı olarak görürseniz; gerek ticarî, sınaî ve fınansal girişimlerde, gerekse düşünce üretimi ve özgürlükler konusunda sürekli bir engel teşkil ettiğini anlarsınız. Türkiye’deki pek çok toplumsal sorunun anahtarı: Demokrasidir. İşin asıl tuhaf olan yanı herkesin bu gerçeği kabul etmekle birlikte bu konuda parmağını yok denecek kadar az kıpırdatmasıdır. Bu durumda Türkiye’deki Demokratik hareket ya da hareketlerin içtenliğine inanabilmek oldukça güçleşmektedir. Sanki Türkiye’deki insanlar bir yere kadar Demokrat olabilmekte ondan ötesini kabul edememektedirler! Demokrasiyi daha önce de söylenmiş olduğu gibi ya bir başlangıç ilkesi olarak kabul eder ve sorunları çözmeye girişirsiniz ya da Türkiye’de olduğu gibi bir hedef olarak sunar ve ona asla erişemezsiniz! Çünkü ona erişmekten korkarsınız! İşte bu duruma son verebilecek bir öncü kesime âcilen ihtiyaç vardır. Bu kesimin kimlerden oluşacağını az önce söyledik. Bu inisiyatif onlardan gelmek durumundadır, şimdilik başka alternatif yoktur! Bu inisiyatifin ortaya çıkabilmesinin temel koşullarından biri Türkiye’nin sıra dışı Burjuvalarla, sıra dışı Aydınlara sahip olabilmesidir. Oysa mevcut duruma bakıldığında bunların sayısının son derece yetersiz olduğu görülmektedir. Bugüne kadarki deneyimler sıradan aydın ve burjuvalarla bu işin başarılmayacağım göstermiştir. Ancak onların katkısı olmadan da bu işin becerilebilmesi oldukça güçtür. Zihniyet dönüşümü bunlarla başlamalı ve geniş kitlelere doğru ilerlemelidir.
[1] “Bu topraklarda müteşebbis biraz zor yetişir!” başlıklı (Hürriyet, İnsan Kaynakları, 14 Mayıs 2000, s. 10) yazısında Dr. Cüneyt Ülsever: “…el bebek gül bebek korunan ‘çocuk’ 76 yıldır ‘büyümek’ istemiyor. Sokağa çıkıp oğlanlar ile dalaşmaktan ödü kopuyor. Biz hâlâ zenginliği büyük çapta devlet vasıtası ile palazlanmak olarak algılıyoruz. 50 yaşma gfelip de hâlâ eylenme¬yen ve ana kucağından inmeyen adamlar misali bizim burjuvamız! da hâlâ ‘devlet ana’ tarafın¬dan beslenmeyi hüner addediyor, devletin başına da ‘baba’ demekten büyük haz alıyor… 1998 yılı itibari ile 500 en büyük işletmenin kârlarının yüzde 87.7’sinin’devletten alman faiz gelirle¬rinden oluştuğu, üretimin kâra katkısının ise ancak yüzde 4,6 seviyesinde olduğu bir ülkede müteşebbis olmak akıl kârı olabilir mi?” Bu durum zihinsel açıdan da, uygulama açısından da Osmanlı Padişahı ve Tımarlı Sipahiler ilişkisini anımsatmaktadır. Ancak o düzende bir adalet anlayışı vardı. Tımarlı Sipahiler sahip oldukları düşünce yapısına uygun olarak Padişahlarını yani Devleti asla ele güne rezil etmezlerdi. Çağdaş Tımarlı Sipahilerse (istisnalar kaideyi bozmaz) tam tersine güçlü bir devlet, güçlü bir vergi düzeni, güçlü bir Türkiye yerine kişisel güç peşinde koşturmaktadırlar dolayısıyla kesinlikle aydın bir burjuva kafa yapısına sahip olmadıkları, bu örnekle, bir kez daha kanıtlanmaktadır.
[2] “Ahlâktan sınıfta kaldık”, {Hürriyet, İnsan Kaynakları, Rabia Akbulut, 1999) başlıklı yazıda, “Ethics Resource Çenter, Türkiye’de özel sektör şirketleri ve çeşitli demeklerden 35 temsilciyle yaptığı görüşmeler doğrultusunda bir rapor hazırlayarak yayımladı. Buna göre: devlet (ne anlama geliyorsa?) kendi çıkarlarına hizmet ediyor, yolsuzlukların giderilmesi için yasalar yeterli gelmiyor, kamuda rüşvet “olağan” karşılanıyor -kamu görevlileri hediye teklif edilinceye kadar titiz davranıyorlar. Önemli işler kişisel ilişkilerle yapılıyor, vs. Bu raporun getirdiği çözüm önerisiyse: İş etiğini geliştirmek için bir sivil toplum örgütü kurun. Bu örgütün hükümetten bağımsızlığını koruyun. Sivil toplum örgütünün oluşmasına yol gösterecek bir düzenleme kurulu kurun…bunun Türkçesi kısaca siz ya bu toplumu değiştirin ya da ülkeyi değiştirindir!
[3] S. Hilav: “Kapitalizm çağında bir ülkenin kalkınması, ancak, gerçek kapitalist düzene geçmesi ya da sosyalizme yönelmesiyle gerçekleştirilebilir” demektedir (.Felsefe Yazıları, s. 292). Önermenin birinci bölümü Türkiye açısından ne kadar geçerli görünüyorsa ikinci bölümü o kadar geçersiz görünmektedir. Çünkü Türkiye’nin potansiyeline, nüfusuna ve coğrafyasına sahip hiçbir ülkenin -kapitalizme kısa devre yaptırarak- doğrudan sosyalizmle kalkındığı bugüne kadar henüz görülmemiştir.
[4] Hürriyet (4 Temmuz 1999) gazetesinde yayımlanan rakamlara göre Türkiye’de 120’si özel yaklaşık 200 galeri var. 1850’den bu yana Türkiye’de bilinen sanatçı sayısı 3.700 oysa bugün sadece New York’ta 300 bin, Paris’te 70 bin, Rusya’daysa 260 bin ressam yaşıyor. Cezanne’m tek bir eserinin KDV’si (9 milyon dolar) Türkiye’deki resim piyasasının tümünü kapsıyor. Türkiye’de koleksiyoner sayısı 200’ü geçmiyor. Evine resim alanların sayısı ise 1500.
[5] Örneğin YÖK Aydınlanmaya olumlu katkıda bulunan bir kurum mudur yoksa Aydınlanmayı engelleyen bir kurum mudur? Bu Üniversiteler düzeyinde bile ele alınıp tartışılamayan bir konudur! Tartışmalar çok sınırlı bir kesimde yapılabilmektedir. İnsanlar yani öğretim üyeleri böyle bir konuda tartışmayı kişisel çıkarları açısından genelde sakıncalı bulmaktadırlar!
[6] Hilav, Türkiye’de aydın, felsefe, kültür vb konularda şunları söylemektedir: “Hiçbir gerçek felsefesel gereksinimin karşılığı olmadan sadece taklitçilikle; Batı’daki şu ya da bu felsefeyi Türkiye’de tanıtmakla yetinmek, yani fikir ithalatçılığı yapmak ve Batılı gibi görünmeye çalışmak da, kültür ve düşünce yaşamımızın temel özelliklerinden biri olmuştur. Batılılaşma hareketi içinde herhangi bir gerçek felsefesel davranıştan ve üründen; bir “filozoftan” söz edilemez” (a.g.y. s. 294) demektedir.
[i] Oğuz Adanır, Eski Dünyaya Yeni Bir Bakış, Kitap I-II-III, s. 700-711, Doğu Batı Yay., 2010, Ankara.
[ii] Prof. Dr. Oğuz Adanır, Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sinema-Televizyon Bölümü