Zihniyet ve İktisat İlişkisi Çerçevesinde Ahilik Kurumu[1]
Prof.Dr. Taner TATAR[2]
Doç.Dr. Mehmet DÖNMEZ[3]
ÖZET
Ahilik, tarihî süreç içerisinde Türk iktisadî zihniyetini en iyi yansıtan kurumdur. Temelde iktisadî bir kurum olmakla birlikte toplumun diğer kurumları ile iç içedir. Ahlâk, din ve eğitim gibi kurumların da ahiliğin yapısı içinde yer aldığı görülür. Bu bakımdan ahi, dinî ve ahlâkî esaslar çerçevesinde iktisadî faaliyetlerini ifa eder. Bu yönleri ile tarihte özgün bir yere sahiptir. Ahlâkî zafiyetin ve maddeci kültürün önemli bir mesele haline geldiği günümüzde, ahilik çözüm için önemli bir kaynak olarak görülebilir. Ahiliği bir gelenek olarak düşünerek, gelenekçilik yapmadan, günümüz şartlarına uygun olarak yenilemek bir çok meselenin halledilmesi ile neticelenebilir.
Anahtar Kelimeler: Ahi, Ahilik, Zihniyet, İktisadî Zihniyet, Ahlâk
THE INSTITUTION OF AKHISM WITHIN THE SCOPE OF THE MENTALITY AND ECONOMICS RELATIONSHIP
Akhism is an institution of best reflecting Turkish economic mentality in historical process. Primarily an economic institution, it is in close contact with other institutions of the society. The institutions such as ethics, religion, and education seem to have taken place in akhism. Hence, an akhi performs economic activities in a religious and a moral framework. From these perspectives, akhism has an authentic place in history. In the present age in which moral weaknesses and materialistic culture pose a significant moral dilemma, akhism can be seen as an important source of relief. For this reason, considering akhism a tradition, without falling into traditionalism, to reform it in accord with the contemporary circumstances might result in solving various problems.
Key Words: Akhi, Akhism, Mentality, Economical Mentality, Ethics
İktisadî gelişme süreci incelenirken, çoğunlukla maddî vasıta, rakam ve teknikler gibi maddi unsurlardan hareket edilmiştir. Elbette bu maddî unsurların, söz konusu süreçteki etkileri göz ardı edilemez. Ancak bilhassa sosyolojik açıdan meseleye yaklaşıldığında, en az maddî unsurlar kadar önemli olan, “ruhuyla birlikte insan” ön plana çıkmaktadır. Ruhuyla birlikte, çünkü sayı ve madde tarafıyla insan meseleleri anlayabilmekte yetersiz kalmaktadır. Zira seven, nefret eden, talep eden, reddeden, sığınan yönleriyle “insan” ele alındığında hadiseler daha da açıklığa kavuşacaktır. Ülgener’in tabiriyle “herhangi bir fiil ve davranışı bizim için üstünde durmaya değer bir konu haline getiren derindeki yorumlanabilir ve anlaşılabilir mana muhtevasıdır. Sosyal fiil ve davranışı tanımak bir bakıma onu dıştan eylem ve hareket tarafı ile görmek kadar içteki bu öz ve mana tarafı ile de anlamaktan ibarettir” (Ülgener, 1983: 18). Aksi takdirde “anlamak” gayesine ulaşabilmek mümkün değildir. Rakamlar, istatistikler, makineler ve insanlar birer ruhsuz cesetler olarak ifade edilmiş olacaktır. Önemli gördüğümüz ve asıl yapılması gereken ise bu cesetlere ruh vererek canlandırmak ve bir mana kazandırmaktır. Yahut haddizatında var olan manayı anlayabilmektir.
İnsanların davranışları ihtiyaç tatminine yönelik olarak değişik sahalarda gerçekleşmektedir. İşte iktisadî saha bu karmaşık davranışların yer aldığı sahalardan sadece birisidir ve diğerlerinden tamamen bağımsız değildir. Bu noktada Ülgener’e dayanarak, iktisadî faaliyeti, ihtiyaç tatmini yolunda insanla madde, çevre ve zaman arasındaki çok yönlü ilişkilerin toplamı olarak ifade edebiliriz. Burada en başta madde (obje) ile vazgeçilmez bir bağlantı vardır. O bağlantı ile beraber, işbirliği, işbölümü, rekabet şeklinde beliren dış çevreye açılış görülmektedir. Son olarak da kıt kaynakları bugüne ve geleceğe bölüştürme noktasında dar veya geniş zaman boyutlarına uzanış sözkonusudur. Dolayısıyla iktisadî faaliyet, insanı tatmin araçlarına, çevreye ve yakın veya uzak geleceğe iten fiil ve davranışlar olarak tarif edilebilir (Ülgener, 1982: 30). Bu üç unsur (tatmin araçları, çevre, zaman) dikkate alındığında, insan davranışlarının bu sahalarda sadece iktisatla sınırlı kalmadığı, bunun da ötesinde dinî, siyasî, ahlakî, hukukî vs. boyutları ile birlikte gerçekleştirdiği görülür. Bu sebeple iktisadî faaliyetleri diğerlerinden tamamen soyutlamak mümkün değildir.
İktisadî davranış, nasıl insan davranışının sadece bir boyutunu ifade ediyorsa, iktisadî zihniyet de insan zihniyetinin sadece bir boyutunu vurgulamaktadır. Bu çerçevede iktisadî zihniyeti şöyle tarif edebiliriz; “İktisat suje veya sujelerinin (ister üretici, ister tüketici veya yönetici olsun) benimsedikleri hareket ve davranış normlarının söz ve deyim halinde ve çoğunlukla telkin yollu açıklanışı! Bir bakıma genelde hepsi de belli bir bakış açısında bütünleşmiş haliyle sürdürülen değer hükümleri, tercih ve eğilimler toplamı! Daha kısacası: Dünyaya ve dünya ilişkilerine içten doğru bir tavır alış!” (Ülgener, 1983:19). Ülgener yapmış olduğu bu tarifle, dışa boşalma ve kendini açıklama fırsatı bulamadan tamamıyla içe gömülü hisler ve duyguları zihniyete dâhil etmemektedir. Dolayısıyla iktisadî davranışa yansıyabilecek olanları “iktisadî zihniyet”e dâhil etmektedir.
Alex Muchielli de zihniyeti bir değerler sisteminden çok davranışlar bütünü, bir tutumlar bütünü olarak kabul eder (Muchielli, 1991: 40). Dolayısıyla önemli olan nokta ferdi herhangi bir davranışa sevk etmesi veya davranışlarının yönünü tayin etmesidir.
Bir zihniyet, çeşitli mensubiyet gruplarıyla ilgili değerler dizisinden oluşur: ferdin kendi geniş kültürel grubunun değerleri (mesela Batı Medeniyeti); kendi millî kültürel grubunun değerleri (Fransız toplumu); içinde yaşadığı çeşitli daha dar grupların değerleri (ailesi, mesleki grubu, siyasi grubu vs…) bu değerlerden hareketle şu zihniyetler sayılabilir: Batı zihniyeti (rasyonalist ampirist, bireyci …); Fransız zihniyeti (bireyci, anarşist eleştirel …); ya da şu veya bu mesleki zihniyet (Muchielli, 1991: 47). Bu şekildeki değerlendirme bir taraftan mensup olunan grupların ferdin zihniyeti üzerinde olan etkisini gösterirken diğer taraftan, belirli bir toplum veya grubun hâkim zihniyetinden bahsedilmesine de imkân tanır. Bunu göstermesi bakımından Batı tarzı iktisat tanımı ve anlayışı ile Türk milletinin anlayışını karşılaştırmak yeterli olacaktır. Zira Batı zihniyetinin aksettiği iktisat tanımında, tabiatta bulunan kaynaklar “kıt”tır buna karşılık ise insanın ihtiyaçları “sonsuz”dur. Bizim anlayışımızda ise “Allah’ın bahşetmiş olduğu sonsuz nimetler”e vurguda bulunulur ve insanın ihtiyaçları da “israf” anlayışı ile sınırlanmıştır.
İktisat ile kültür iç içedir. İktisadi hayatın en basitinden en gelişmiş şekillerine kadar ortaya çıktığı zemin, toplum veya cemaat tipi bir beşeri organizasyondur. İktisadî faaliyetler ferdin, bilhassa fertlerden meydana gelmiş bir yapının dışında düşünülemeyeceğine göre, iktisat ile toplumun bütününe eğilen sosyoloji arasında yakın bir münasebet vardır (Erkal, 1991: 38). Biz de bu çalışmamızda söz konusu münasebeti, zihniyet faktörünü esas almak suretiyle, Ahilik kurumunu incelerken kurmayı amaç edinmekteyiz.
- TÜRKLERDE İKTİSADÎ ZİHNİYET
Sistemin özünü teşkil etmesi bakımından sahip olunan cemiyet anlayışı önem arzeder. Değişik yönetim sistemleri sahip oldukları ideoloji çerçevesinde cemiyete yönelik farklı bakış açılarına sahiptir. Ferdin ön planda tutulduğu sistemlerde geniş bir halk kitlesinin hakları, belirli grup ve kişilere feda edilmiştir. Cemiyetin ön planda tutulduğu sistemlerde ise cemiyet için fertler feda edilmiştir. Burada ferdî hürriyet sözkonusu olmayıp, fert sistemin ideolojisinin kalıpları dâhilindedir. Böylece, ideolojide mevcut olan kaideler vasıtasıyla belirli bir “cemiyet tipi” tasarlanmış olup, bu hâlihazırda mevcut olandan çok, bunun haricinde olması tasarlanan veya emredilendir. Türk-İslâm (Osmanlı) düşüncesinin çerçevesini çizmiş olduğu cemiyet anlayışı ise bunun dışındadır. Evvelâ adalet prensibi gereği ne ferdin cemiyete ne de cemiyetin ferde feda edilmesi sözkonusu olamaz. Fert bir taraftan davranışları ve yapıp yapmadıkları ile “kendisi”, diğer tarafta “Yaratıcı’da yok olma” şeklinde ifade olunan dinî özü gereği, bir parça olması hasebiyle bütünde (cemiyette) yok olmuş durumdadır. Ferdi demir parçasına, cemiyeti ateşe benzetecek olursak, demir parçası (fert) ateşin (cemiyetin) içinde iken artık demir olma özelliğini kaybetmiş olup, kendisi ateştir. Ancak, dışarıda demir olma özelliğini muhafaza ettirmektedir (Tatar, 1997: 67).
Dinî özü gereği, her fert bünyesinde “zerrei ilahî” taşıdığından, herhangi bir ferdin diğerlerinden ayrı tutulması mümkün değildir. Çünkü ona verilecek herhangi bir tahribat ferde değil, “zerrei ilahî” ye yönelik olacaktır. Bu sebeple ferdin değersiz bir varlık olarak görülmesi mümkün değildir. Dolayısıyla her fert adalet hamuruyla yoğrularak şekil almış cemiyetin bir unsurunu bünyesinde taşımaktadır. Cemiyete ait unsurun gelişerek ferdi kuşatması beklenen bir hadisedir. “Gerçek manada insan olabilen, yani vicdan, sevgi ve fedakârlık hisleriyle kendi varlığını bütün’ün varlığında yok olmuş kabul edebilen (böyle bir idrak ve anlayışa varabilen) fert, adeta cemiyetin bütün âzalarının maruz kaldığı haksız muamelelerin ıstırabını duyabilen bir küllî beyin haline geçmektedir. Böylece ferdin cemiyete dâhil olması şeklinde müşahede edilen zahiri görünüşün altında cemiyetin fertte gizli olduğu gerçeği belirmektedir” (Bilgiseven, 1986: 202, 203).
O halde Osmanlı düzeni, “fert-cemiyet” dengesine dayanan bir modele göre kurulmuştur. Söz konusu dinî değerler ve kültür kodları sürekli olarak bu dengeyi ayakta tutmaya çalışmıştır. Hâlbuki diğer sistemlerde bu dengeyi görmek mümkün değildir. Nitekim sosyalist sistemlerde, fert, devlet çarkı içinde kimliğini yitirmiş, onun bir aracı haline gelmiştir. Dolayısıyla fert, bağımsızlığını yitirmek suretiyle yerini devlete kaptırmıştır. Kapitalist sistemde ise toplum ortadan kalkmış, her şey fert için yüceltilmiştir. Cemiyet âdeta ferde hizmet ettiği yani bir araç olduğu sürece varsayılabilir. Yoksa gerçek öz ferttir. Ferdin fertle karşılaştığı bir arenada cemiyet sadece bir çizgiden ibarettir. Her şeyin cemiyet için olduğu bir arenada ise fert bir çizgiden ibarettir (Türkdoğan, 1988: 125, 126). Osmanlı’nın kurmuş olduğu ve muhafazaya çalıştığı, fert-cemiyet dengesine dayanan sistemde ise dengeyi bozacak başka sistemlere iltifat edilmemiştir.
Bütün diğer münasebetlerde olduğu gibi devlet, halkına yönelik iktisadî faaliyetlerinde de “adalet” ilkesini esas almıştır. Adalet ile hükmetmeyi ibadet telakki etmiş olan Osmanlı yöneticileri, bu ilkeyi yaşamak ve yaşatmayı gaye edinmişlerdir. Halkına yaklaşımının felsefesi bu çerçevede düşünülmelidir. Zira asırlarca takip edilen bu istikamet, sürekli olarak şu ifadelerle tekrarlanmıştır:
“Sultanlık ancak devlet adamlarıyle, devlet adamları ancak mal ile, mal bayındırlıkla, bayındırlık da ancak adalet ve iyi yönetme ile olur. Yani devlet düzeni rical iledir ve askerin ayakta durması hazine parasiyledir ve hazine toplamak ülkenin bayındırlığı iledir ve ülkenin bayındırlığı da adalet, iyilik ve zalimlere karşı koyma siyaseti iledir. Başka türlü olmaz” (Defterdar Mehmet Paşa, 1990: 98).
Devletin yönetim felsefesini oluşturan kaynaklar ve zihniyetini belirleyen mana zemini kadar Anadolu’da geniş halk kitlelerinin iktisadî faaliyete bakış açıları da oldukça önemlidir. İktisadî zihniyetin belirlenmesinde tasavvuf ve tarikatların rolü gözönünde bulundurulduğunda, tarikatlar arasında bir kümelenme ve kutuplaşma ile karşılaşırız. Dünyayı, bir bakıma, eşya ve madde tarafıyla reddedenlerle sadece ilgi tarafını mahkûm edenlerin kavgası. Bir başka açıdan; çile mihnet tarafını göğüsleyenlerle sade nefsanî haz ve tatmin tarafına yanaşanların mücadelesi. Ve nihayet; kudret ve iradeyi Tanrıdır diye sahiplerine bırakıp olup bitene seyirci kalanlara karşı uçta “madem Tanrı” emanetidir o halde emanete hakkı verilmelidir” diyerek boş oturmaya mahkûm edenlerin çekişmeleri. Bu zıt kutuplar arasındaki mücadeleyi sergileyen Mevlâna; “Geminin içinde su geminin helâki demek. Ama dışındaki su geminin yüzmesi için şart.” demektedir. Dünya da öyle; Yaşamak için çalışmak şart. Fakat dünya malı içimize girdiğinde hem bu dünyamız hem de âhretimizin felâkete sürüklenmesine sebep olur (Ülgener, 1981: 7980). Zira Mevlâna’ya göre dünyaya âşık olan kişi, üstüne güneş vurmuş bir duvara âşık olur. Hâlbuki bu parlaklık duvardan değil, güneştendir. Dünya malı, Allah’ın gülümsemeleridir. Bizi bu suret sarhoş, mağrur ve perişan etmiştir (Mevlâna, 1988: 225, 244).
Tasavvufta fakirlik malın elde değil gönülde bulunmaması demektir. Mevlâna’daki fakirlik Hz. Süleyman’ın fakirliğidir. Çünkü Hz. Süleyman mal ve mülkü gönlünden çıkarmış olduğu için, kendisine fakir demiştir (Cebecioğlu, 1991: 139). Kaynağını Mevlana’nın engin fikir hazinesinden alan XIII. Yüzyılın sonralarından başlayarak Anadolu’da Beylikler ve Osmanlı devrinde yaşayan Mevlevilik; dilenciliği men etmek, alın teri dökerek topluma faydalı bir iş yapmak, insanlara yük olmak değil, aksine yükü kendinde taşımak prensipleriyle Türk Sosyo ekonomik hayatına tesirde bulunmuştur (Önder, 1989: 131, 132).
Yunus Emre de Mevlanâ gibi dengenin kurulmasını ister. O’na göre eğer nefsimize uymayıp dünya ve ahrete esir olmazsak, Allah’ın doğru yolunu daha kolay izleyebiliriz (Ergün, 1991: 70). Bu dünyada çalışmak, iş görmek muhakkak gereklidir. O’nun için zahidlik kadar çalışmak da önemlidir. Bu ikisi birlikte yürür. Nitekim Yunus şöyle der:
” İş amel ile biter layık olursa yiter
Gerekse uryan yürü gerek ise giy atlas.”
Yunus, bu dünyada elde edilen servetin geçici olduğunu vurgularken, dünya malı içerisinde boğulmuş, öteki dünyayı düşünmeyen insanları ibretle gösterir:
“Kemdürür yoksulluktan nicelerin varlığı
Bunca varlık var iken, gitmez gönül darlığı
Batmış dünya malına, bakmaz ölüm haline
Gel imdi Miskin Yunus, nen var Hak’ka harc eyle
Gördüm elinden gider, bu dünyanın varlığı.” (Timurtaş, 1972: 30)
13. yy. Anadolu’nun hayatı sûfilik cereyanını bütün halk tabakalarına yayılmasını sağlayacak bir haldeydi. Moğol istilası, merkeziyetçi sistemi alt üst etmiş, Selçuklu hanedanını da birbirine düşürmüştür. Bu kargaşalıkta hem Moğollara direnen hem de yeni bir düzen bağlama gayreti içinde olan beyler halka manevi ümidler sağlayacak olan şeyhlerin nüfuzundan istifade için her tarafta tekke ve zaviyeler yaptırıyor, onlar için vakıflar kuruyorlardı. Böyle bir ortamda fütüvvet zümresinin ön plana çıktığı görülmektedir (Berkay, 1973: 115116). Mevlana’nın da bizzat esnaflarla yakın ilişkide bulunduğunu göz önünde bulundurursak bu fikirlerin geniş halk kitlelerin iktisadî faaliyet karşısındaki zihniyetini belirlemedeki rolünü daha iyi görürüz. Bu çerçevede Ahilik teşkilatı ve dayandığı temeller ayrıca incelemeye değer görülmektedir.
- KURUMSALLAŞAN İKTİSADÎ ZİHNİYET: AHİLİK
“Ahi” sözcüğü Arapça’da “kardeşim” anlamına gelmekte olup, XIII. Yüzyıldan XX. Yüzyıla dek Anadolu’daki esnaf ve sanatkâr birliklerine verilen addır (Çağatay, 1989: 1). Bazı düşünürler bundan hareketle Ahiliğin Türklerden kaynaklanamayacağını ifade etmektedirler (Cahen, 1986: 592). Fakat Fransız Türkolog J. Deny ve Fuat Köprülü, Türkçe kökenli ve eli açık, cömert, yiğit anlamlarına gelen “akı” kelimesinin zamanla değişerek “Ahi” şekline geldiğini ileri sürmektedirler ki bu iddia daha isabetli görülmektedir. Nitekim Neşet Çağatay da bu düşünceyi paylaşmaktadır. Ona göre Ahi kelimesinin kökeni Türkistan’dan gelmektedir ve bu “Akı” şeklinde ifade edilmektedir. Fakat Anadolu’da özellikle bütün Türk kurum ve terimlerinin Arapçalaştırılması gayretlerinin arttığı bir çağda Türkçe akı, Arapça Ahi’ye çevrilmiştir (Çağatay, 1989: 43, 44). Burada kelimenin tarihî süreç içerisinde geçirdiği değişimden ziyade önemli olan kurumsal gelişimin mahiyetidir.
Ahilik ile fütüvvet arasında bir ilişki kurulmakla birlikte, kurumsal oluşum, gelişim ve işlevleri açısından aralarında önemli farklılıklar vardır. Ahilik kurumunun tesisinde fütüvvetnamelerin önemli birer kaynak olduğu ifade edilebilir. Ancak asıl tesiri, daha genel ve derinden olmak üzere tasavvufî düşünceye ve bu düşüncenin kurumsal boyutunu oluşturan tarikatlara dayandırmak mümkündür. Bilhassa Hoca Ahmet Yesevî’nin şahsında, Horasan’ dan Anadolu ve Balkanlara uzanan tasavvufî düşünce ve buna dayalı olarak kurulan tarikatların –bilhassa Bektaşilik ve Mevlevilik önemli oranda etkili oldukları görülmektedir (Anadol, 1991: 14, 47). Ahiliğin oluşumunda ve gelişiminde görülen bu açık etkiye rağmen Ahiliğin kökeni ile alakalı oldukça farklı fikirler öne sürülmüştür. Öyle ki bu kurumun temellerini Bizanslılara dayandıranlar dahi görülmektedir. Esasında bu tür değerlendirmeler, uzun yıllardır devam eden, Türkleri tarihte ve bugün medeniyet dairesinin dışına atma çabasının ürünüdür. Ahilik gibi Türklerin kendi hayat tecrübelerinin ürünü olarak ortaya çıkmış bulunan birçok kurum başka milletlere atfedilmiş, hatta koca Türk devletleri de bundan nasibini almıştır. Ancak kesinlikle ifade edebiliriz ki birçok kurum ve teşkilat gibi Ahilik de Türklerin hayat tecrübelerini ve mana zenginliklerini ifade eden tarihe damgasını vurmuş, birçok düsturu ile de hala devam eden bir Türk kurumudur.
3.1. GÜL MEDENİYETİNİN KURUCULARI
Ahiliğin kurucusu olarak bilinen Ahi Evran Şeyh Nasîrüd Din (1172–1261) tam bir Ahlâk abidesi ve iyi bir deri ustasıdır. Kendisi gibi topluma örnek insanların yetişmesi ve bunların helal kazanç kapısına sahip olabilmeleri için Ahilik ocağının temellerini atmıştır. Onun yaşadığı dönemde Anadolu hem bir kargaşalık içerisindedir hem de Müslüman olmayanlarla bir arada yaşanmaktadır. Ahi Evran gibi şahsiyetler bir taraftan bu kargaşalığı “Sevgi” tohumları ekerek durdurmaya, topluma barışı ve huzuru getirmeye çalışmışlar, diğer taraftan da dürüstlükleri, yardımseverlikleri, yiğitlikleri ve hoşgörüleri ile çevresindekilere örnek olmuşlar, Müslümanların daha iyi bir mümin olmalarını da sağlamışlardır. Ama her şeyden önce gayrimüslimler onlara bakarak Müslümanlığı seçmişlerdir. Çünkü Müslümanlık Ahilerin şahsında gözlerini kamaştırmış, kendilerini karanlıktan kurtaracak bu sevgi dolu Ahlâk abidelerine sarılmışlardır. Bu dönemde kendi nefislerine galip gelen, Ahi Evran gibi, Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bayram Velî, Hünkâr Hacı Bektaş Velî ve daha birçok önemli şahsiyet ve onların ülküdaşları, sevgi çiçeklerinin tohumlarını önce Anadolu’ya sonra Rumeli’ye serptiler. Rahmet yağmuru ile sulayıp, nur ile boyadılar. Ellerine tespihi, gönüllerine Rab’lerini alıp, at bindiler, kılıç kuşandılar, Hz. Ali aşkına pala çaldılar. Damarlarından toprağa salıverdikleri kan tohumlarından kadife tenli güllere al verdiler. Kalp verdiler, ser verdiler, gül derdiler.
Onlar Türkİslâm birliğinin harcına aşk suyunu katmışlardır. Kendi gönüllerinden sundukları bu şerbet, insanlar arasında gönül birliğini temin etmiştir. Zira Hünkâr’ın ifadesiyle “Şimdi o güli reyhan (reyhan çiçeği) dedikleri ‘aşk çiçeği’dir. Aşk dedikleri Allahû Ta’âlâ’nın kendi ateşidir ki bütün âlemi tutup durur. O ateşin ocağı da erenlerin gönlüdür” (Hacı Bektaş Veli, 1996: 27).
Ahiler bu anlayışla sadece iç dünyalarını değil dış dünyalarını ve sosyal ilişkilerini de düzenlemişlerdir. Nitekim bu dönemde şehirlerin birçoğunu gezmiş olan İbni Batuta geniş caddelerden, kalabalık çarşılardan ve yoğun ticarî faaliyetten söz eder. Gitmiş olduğu şehirlerde, Ahilerin tutum ve davranışlarına da değinen İbni Batuta’nın anlattıkları, söz konusu kişi ve teşkilatların, bu coğrafyayı nasıl vatanlaştırdıklarını ortaya koymaktadır. O’nun anlattıklarına göre Ahiler Anadolu’da yerleşmiş bulunan Türkmenlerin yaşadıkları her yerde, şehir, kasaba ve köylerde bulunmaktadır. Memleketlerine gelen yabancıları karşılama, onlarla ilgilenme, yiyeceklerini, içeceklerini, yatacaklarını sağlama, ihtiyaçlarını giderme, onları uğursuz ve edepsizlerin ellerinden kurtarma gibi konularda bunların eş ve örneklerine dünyanın hiçbir yerinde rastlamak mümkün değildir (Parmaksızoğlu, 1971: 517).
3.2. DÜNYAYI DİZE GETİREN EJDERHA
Ahi birlikleri, Selçuklu devletinde ve özellikle Osmanlı devletinin kuruluş dönemlerinden başlayarak tümüyle millî bir karakterle karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu birliklerin bu dönemdeki yapılarına dikkat ettiğimizde; önce dericilikle ilgili sanatların, daha sonra da bütün sanatların “pîr”i kabul edilen Ahi Evran Şeyh Nasîr-üd Din’in (1172-1261) menkıbevî kişiliği çerçevesinde oluşan bir gelenekle karşılaşmaktayız. Bu gelenekte Ahi Evran (Evran lakabı ejderha manasına gelmektedir) diğer Türk destanlarında da görülen büyük şahsiyetlerden biri olarak karşımıza çıkar. Özellikle ejderha hikâyesinin değişik varyantlarında önemli şahsiyet tipleri çizilmektedir. Birinci varyantta, doğrudan doğruya Oğuz Kağan ve Dede Korkut hikâyelerinin havası ile karşılaşmaktayız. Şehir halkını korkuya salan, ejderhayı yenebilecek bir kahraman çıkagelmiştir ve kendisinden yardım istenir. Daha sonraki şaşkınlık belirten ifadelerden anlaşılacağı üzere, kahramanın ejderha ile savaşması ve onu alt etmesi beklenmektedir. Ne var ki, Ahi Evran’ın ejderha ile karşılaştığı noktada durumun değiştiği görülür. Bu kahraman artık Türk geleneğindeki maddî kuvvet sembolü olan kahramanlara benzemez. Onun düşmanla savaşma ve onu yenme biçimi gelenektekinden farklıdır. Ahi Evran, ejderhanın üzerine kılıç yerine dua ile gitmekte, yüzünü yüzüne sürerek ona sevgi göstermekte ve bu yolla onu kendisine bağlamaktadır. Burada özellikle üzerinde durulması gereken nokta, eski Türk geleneği ile İslâmî değerlerin iç içe girerek yeni bir tavır doğurmuş olmasıdır. İki ayrı değer grubunu uzlaştıran bu tavırdır ki, Ahi Evran geleneğinin özünü meydana getirmektedir. Bu varyanttaki kişiliği ile Ahi Evran, halkın kurtuluş ümidiyle kendisine başvurduğu, gücünü İslâmî değerlerden alan bir Türk kahramanı görümünde ortaya çıkmaktadır. Bu noktada söz konusu olan yeni bir oluşumdur, ne sadece eski Türk gelenekleri, ne de sırf İslâmî değerler değildir. Ahi Evran, menkıbevî kişiliği ile işte bu oluşumu sembolize etmektedir. Bir debbağ ustası olarak yaşamış olan Ahi Evran’ın menkıbevî kişiliğinde Ahi birliklerinin kuruluşundaki esasları görmek mümkündür (Güllülü, 1992: 151, 152). Bu itibarla kurucusu olarak Ahi Evran’ın gösterildiği bu kurum, yüzyıllar boyunca bütün esnaf ve sanatlara yön vermiş, onların işleyişini düzenlemiş, yeniçeriliğin kuruluşunda, Hacı Bektaş töreleri ile birlikte önemli rol oynamış, devlet adamları bu kuruluşa girmeyi şeref saymışlardır. Mesela Osmanlı hükümdarı Orhan Gazi (1324–1362) Ahi idi ve Ahilerin, asıl adları yanında kullandıkları lakaplardan birini, “İhtiyarüddin” lakabını kullanıyordu; yani kendisi bir “Ahi Baba”dan şed kuşanmış, Ahiliğe giren başkalarına da o şed kuşatmıştı. Yine Orhan Gazi’nin oğlu Sultan Murad da Ahi idi (Çağatay, 1989: 50, 51).
3.3. AHİLİK YOLU VE EĞİTİMİ
Ahi ocağına usta olmak isteyen kişi uzun bir eğitimden geçmektedir. Almış olduğu eğitim onu hayatın her alanında başarılı kılmaya, mutlu etmeye ve manevi huzura erdirmeye yöneliktir. Bu bakımdan Ahi ocağının başkanı “Ahi Baba”nın ustasına yaptığı nasihat Ahi olmanın yolunu göstermektedir:
“Harama bakma, haram yeme, haram içme. Doğru, sabırlı, dayanıklı ol. Yalan söyleme. Büyüklerden önce söze başlama. Kimseyi kandırma. Kanaatkâr ol. Dünya malına tamah etme. Yanlış ölçme. Eksik tartma. Kuvvetli ve üstün durumda iken affetmesini, hiddetli iken yumuşak davranmasını bil ve kendin muhtaç iken bile başkalarına verecek kadar cömert ol.”
Ahi Babanın nasihati elbette ki bu kadar değildir. Ahiliğin düşünce temelini teşkil eden fütüvvetnamelerde, bir insanın nasıl olması gerektiği uzun uzun anlatılmaktadır. Bir Ahinin uyması gereken 740 tane kuraldan bahsedilmektedir. Bu kurallar tam bir hayat nizamı ortaya koymaktadır. İnsan her yönü ile mükemmel olma yolunda bu kurallara tabidir. Ahi, sadece işinde değil, evinde, başka insanların arasında, ibadetinde, yemesinde, içmesinde ve hatta yürümesinde dahi güzellikler abidesi olmak zorundadır. Bu ise ancak gönüllü olmakla başarılabilir. Gönül veren gönül alır, gönülden gönüle köprüler kurulur, işte o zaman insanlar birbirine muhabbetle sarılır ve Allah’ın nuruna varılır. Nurlu yüzler, kara demirleri nurlandırır, maddeyi sevdası ile yoğurur. Sevdalı ellerden geçen madde başka sevdalara köprüler ve yollar açar.
Bütün bunları gerçekleştirebilmek için en çok ihtiyacı duyulan şeylerden biri de millî birlik ve beraberliktir. Bu beraberliği sağlamanın esaslarını da yine Ahilik kültüründe mevcuttur. Nitekim Ahiler, insana saygının doruk noktasında olduğu bir anlayışla, cemiyette ayrılıklara sebebiyet verecek temel hususlara da dikkat çekmişler, insanları bunlara karşı uyarmışlardır. Nitekim Hacı Bektaş Velî şöyle buyurmaktadır: “Vay sana ki içinde; kibir ve haset (kıskançlık), cimrilik, düşmanlık, tamah, öfke, gıybet, kahkaha (şamata) ve maskaralık ile bunlar gibi daha nice şeytan fiili varsa, suyla yıkanıp nasıl arınacaksın?” (Hacı Bektaş Veli, 1996: 5). Böylece ayrılık tohumları henüz ekilmeden yok edilmeye çalışılmıştır.
Ahilik, sanat, ticaret ve mesleğin, olgun kişilik, ahlâk ve doğruluğun iç içe girmiş bir alaşımıdır. Ahi diye anılan kişi kesin olarak bir sanat, ticaret ya da meslek sahibidir. O, bununla birlikte olgun, ahlâklı, merhametli, iyiliksever ve her işinde, her davranışında dürüst ve güvenilir bir kişidir (Çağatay, Ts.:6). Ahinin sanatı şahsiyetiyle öyle bütünleşmiştir ki, kendisi ile beraber sanatkâr dehasının bir parçasını yeryüzüne çıkarmıştır. Bir kitap cildinde veya ince bir tezhipte hâlâ hayranlıkla seyrettiğimiz sanat kudretini ve ifade tonunu hep bu incelmiş ruhta aramak lâzımdır. Bu ince ruh, ani ve fevrî bir türemenin değil, ağır, sindirilmiş bir olgunlaşmanın mahsulüdür. Bu sebeple sanat, aşağıdan yukarıya doğru bütün basamakları sabırlı, temkinli adımlarla teker teker aşılacak bir tekâmül merhalesi sayılır (Ülgener, 1951: 7980). Söz konusu tekâmül uzun gayretlerin mahsulü olarak gerçekleşmektedir. Bu ise Ahiliğin eğitim sisteminin son derece iyi şekillenmiş olmasıyla ilişkilidir. Hatta söz konusu sistemi inceleyen Fahri Kayadibi Ahilik eğitiminde tespit etmiş olduğu özelliklerin günümüz dünyasında da arandığını belirtmekte ve bu özellikleri ayrıntılı ve isabetli bir şekilde belirtmektedir. Burada dikkatleri çeken husus, bir bütün olarak hayata bakıp, ekonomiyi bunun içinde bir parça olarak idrak etmek şeklinde beliren ahinin dünya görüşünü, eğitim sürecine yaydığı, uzmanlaşmaya, niteliğe, sürekli kendini geliştirmeye, dayanışmaya, ahlaka ciddi önem verdiğidir (Kayadibi, 2000: 186, 187).
- AHİLİĞİN ZİHNÎ VE AHLÂKÎ TEMELLERİ
Ahlâk bir inanç ve düşünce sistemidir; üzerimizdeki elbise ve başımızdaki şapka gibi maddî bir varlığı yoktur. Belki de bu yüzdendir ki, bazı kimseler elle tutulur ve gözle görülür varlıklar ve cisimler dururken, böyle inançlara önem vermenin doğru olmadığını söylerler. Fakat unutmamalıyız ki, insanları bir arada tutan şeyler maddî menfaatler ve pazarlıklardan çok manevî bağlardır. Bu bakımdan ahlâk olmazsa, toplum hayatı denen şey de olmaz, yani insanlar bir arada yaşayamazlar. İnsanlar hangi durumlarda nasıl davranmaları gerektiğini bildikleri takdirde, başkalarının nasıl davranacağı hakkında da kuvvetli tahminlerde bulunabilir ve böylece güvenlik duygusu içinde yaşarlar. Böylelikle, ahlâka en uygun davranışlarda bulunan kişi toplumun en çok kıymet verdiği kişi olacak, kötü ahlâk örneği verenler ise toplumun sert tepkileriyle karşılaşacaklardır (Güngör, 1995: 18, 19). İşte tarihimizde Ahilik teşkilatı güzel ahlâkın üzerine temellendirilmiş, manevî bağların teşekkülünde önemli rol oynamıştır.
Ahiliğin ahlâkî ilkelerinin temelini İslâm dini oluşturmaktadır. Söz konusu ilkeleri fütüvvetnâmelerde görmek mümkündür. Fütüvvet, mertlik, yiğitlik, delikanlılık, gençlik, cömertlik, diğergamlık, fedakârlık gibi anlamlar taşıyan bir kavramdır. Müslümanların zamanla müştereken kullandıkları fütüvvet ıstılahı tasavvuf aracılığı ile İslamî anlayışla zenginleştirilmiş ve bu kelimenin öznesi olan feta denince faziletli insan tipi akla gelmiştir. Fütüvvetin ne olduğu ile ilgili oldukça zengin tanımlamalar vardır bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz (Tabakoğlu, 1992: 249, 252, 255):
“Fütüvvet uygunsuzluktan kaçınmak, Allah’a tam manasıyla itaat etmek, kötü olan her şeyi terk etmek, ahlâkî üstünlük ve güzellikleri hem zahiren hem de batınen her halde muhafaza etmektir. İçinde bulunduğun her an seni fütüvvetin bir çeşidi ile ister. Hiçbir hal fütüvvetsiz olmaz”.
“Bil ki Allah seni gözetmeyi üzerine almıştır. Fütüvvetin aslı da daima dini gözetmek, sünnete uymak ve Allah’ın Peygamberlerine emrettiği şeye tâbi olmaktan ibarettir”.
“Kalbi temizlemek fütüvvettendir”.
“Fütüvvet sirr ve kalple Allah’a hizmet etmektir. Allah’la sohbet etmek isteyen kimse O’nun kitabını okumalıdır. Allah’ın sözünü, sair sözlerin üstünde tutmalı, emirlerine ve nehiylerine uymalıdır. Allah’ ın Resûlu ile sohbet isteyen kimse O’nun ahlâkına, sünnetlerine, edeplerine ve tavırlarına uymalı ve her şeyi O’nun sünnetine göre değerlendirmelidir. Allah’ın dostlarıyla sohbet etmek isteyen kimse onların hareket tarzlarına uyar, edeplerini kendinde tatbik eder, yollarını tutar”.
“Fütüvvet gizli ve açık olarak Allah’tan korkmaktır”.
“Fütüvvet iki dünyaya ait hiçbir şeyin seni Allah’tan alıkoyamamasıdır.”
“Fütüvvet ilminde marifeti, marifetinden mükaşefeyi, mükaşefesinde müşahadeyikimse marifetin hakikatine ulaşamamakla beraberistemektir.”
“Fütüvvet Allah için kaim olmak, Allah vasıtasıyla kaim olmak, Allah ile kaim olmaktır.”
“Fütüvvet, Allah için nefsine düşman olmandır. Feta (fütüvvet sahibi) nefsinden başka kimseye düşman değildir.”
“Fütüvvet, sonunda düşebileceğin bir korkudan dolayı nefsin arzularını yerine getirmemendir.”
Belirtmiş olduğumuz bu tanımlamalar ve ilkeler Ahiliğe temel teşkil etmiş olmakla birlikte Fütüvvetçilikle Ahiliğin aynı şeyler olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü Anadolu’da fütüvvet sahibi kişi Ahi ismini almamıştır. Ahi olmanın şartları ana prensip bakımından fütüvvetcilikten farklıdır. Ahi olmak için her şeyden önce fütüvvecilik meziyet ve sıfatlarını haiz olduktan başka adayın, bir meslek veya sanatı olması şarttır. Hâlbuki diğerinde böyle bir zorunluluk yoktur (Çağatay, Ts.: 46). Ayrıca herkes Ahi olamaz. Ahi olmayı engelleyen bazı haller vardır. Bu hallerden bazıları şöyle sıralanmıştır (Çalışkan, 1993: 24):
Her yerde ve her işte iyiliği emir kötülükten men etmeye çalışmayanlar, Ahi olamazlar.
Geçimini temin edecek bir meslek veya sanatı olmayanlar Ahiliğe giremezler.
Yardım etmeyen, yardımlaşmayan, başkasına yük olan ve başkalarının sırtından geçinenler Ahiler arasına alınmazlar.
Müşrikler, inançsızlar, falcı, sihirbaz ve büyücüler, yalancı, avcı, içkici ve vefasızlar, hırsız, dolandırıcı, zalim ve madrabazlar, karaborsacı, stokcu, fırsatçı ve hilekârlar, tellaklar ve gösteriş budalaları Ahi olamaz ustalık şeti bağlanamazlar.
Ahiliğe girmiş ve ustalık şeti bağlanmış bile olsalar ahlâksızlık, ayyaşlık, zina, livata, sapıklık, koğuculuk, iftira ve hıyanette bulunanlar Ahilikten çıkarılır ustalıkları düşer.
Durum ve isimleri bir hafta içinde menzil teşkilatları ve ulaklar vasıtasıyla bütün Ahi teşkilatlarına duyurulur. Aynı iş ve ustalık için artık hiçbir yerden ruhsat alamazlar.
Ahiler beylerin ve zenginlerin kapısına gitmez, on sekiz dirhemden fazla gümüş parayı atıl bırakmaz ve kardeşlerin hizmetinde ihmallik göstermezler.
Yakın ve ırak bütün Ahilere “müminler kardeştir” gözüyle bakar. Yolsuz, uğursuz, sahtekâr ve düzenbazlarla yakınlık ve arkadaşlık kurmazlar. Böyleleri kendi evlatları bile olsa bunları evlerinde barındırmazlar. Kendilerine iş emanet etmezlerdi.
Fütüvvetnamelerde, önemli Ahi kuralları olarak şunlar yazılmaktadır (Çağatay, Ts.: 162, 163):
Ahinin üç şeyi açık, üç şeyi kapalı olmalıdır:
Açık olanlar:
Eli açık olmalı: yani cömert olmalı,
Kapısı açık olmalı: yani konuk sever olmalı,
Sofrası açık olmalı: yani aç geleni tok döndürmeli.
Kapalı olanlar:
Gözü kapalı olmalı: kimseye kötü bakmamalı ve kimsenin ayıbını görmemeli,
Dili bağlı olmalı: yani kimseye kötü söz söylememeli,
Beli bağlı olmalı: yani kimsenin ırzına, namusuna, haysiyet ve şerefine göz dikmemeli.
Şu hususların yiğidi yiğitlikten, Ahiyi Ahilikten, Şeyhi şeyhlikten çıkaracağı, cennetlik kişiyi cehennemlik kılacağı yazılmıştır:
- Şarap içen,
- Zina yapan,
- Livata yapan,
- Gammazlık, dedikodu, iftira eden,
- Münafıklık eden,
- Gururlanan, kibirlenen,
- Sert ve merhametsiz kişiler,
- Haset eden,
- Kin tutan, affetmeyen,
- Sözünde durmayan,
- Yalan söyleyen,
- Hıyanet eden,
- Emanete hıyanet eden,
- Kadınlara şehvetle bakan,
- Kişinin ayıbını örtmeyen, onu açığa vuran,
- Cimri, nekes kişi,
- Koğuculuk ve gıybet eden,
- Hırsızlık eden.
Genel olarak ifade edilen söz konusu ilkelerin yanında esnaflığa ait ahlâki ilkelerin de ayrıntılı bir şekilde tespit edildiği görülmektedir. Zira Ahilik teşkilatında esnaf ve sanatkârların çok sıkı bir iş ve ahlâk disiplini içinde olduklarını, bütün iş kolları ile sanatların işi bilenlerce sıkı denetimde tutulduğu bilinmektedir. Bunların bazılarını şöyle özetleyebiliriz (Çalışkan, 1993: 7477):
Fırıncıların ekmeği, pidecilerin pidesi, çörekçilerin çöreği kontrol edilmeli, çiğ, siyah, ekşimiş, eksik ve bozuk olmamasına dikkat edilmelidir. Eğer bunlardan biri ile karşılaşılırsa kadı “tazır” etmeli, dirhemine bir akçe cerime alınmalıdır.
Elekler sık, ekmekler kepeksiz olmalıdır. Aksi takdirde cezalandırılmalıdır.
Bunların kontrolünü yapanlar simitçi “hamur işi” sınıfından olmalıdır.
Çörek, ekmeğin yarısı kadar olmalı, yapımında içine bir okka halis yağ konulmalıdır.
Böğürtlen çöreği pide fiyatına satılmalıdır…
Bu ve benzeri kuralları çoğaltmak mümkündür. Her mesleğin özelliklerine göre kurallar oluşturulmuştur. Zaman içerisinde gelişme ve değişmelere bağlı olarak yeni kurallar konmuş, bazıları da değiştirilmiştir. Bütün bu kurallar, kaideler ve ilkeler Batı medeniyetinden farklı olarak, sömürüye değil dayanışma ve bütünleşmeye dayalı, fert-cemiyet dengesini esas alan bir yapılanma ortaya çıkarmıştır.
Ahilikteki, ahlâk ve iktisat anlayışı sanatkârların işleri ile bütünleşmesini sağlayarak işin zevk olduğu çalışma saatlerini meydana getirmiştir. Böylece Türk toplumunda bu birlikler çözülünceye kadar sanayi alanında üretici ile tüketici arasına girmiş, bir aracı sınıfla karşılaşılmamıştır. Üretimde standardı, piyasa arz ve fiyat konusunda ve kalitede belirli bir birliği sağlama gibi o devre göre çok ileri bir iktisadî görüşü bu teşkilat mensupları prensip edinmişlerdir (Cumhur, 286). Bütün bu özellikleri ile Osmanlı döneminde Ahi birlikleri içerisinde iktisadî faaliyetlerini sürdüren tüccarların ve zanaat erbaplarının orta tabakayı oluşturduğunu ve sosyal sınıf özelliklerini haiz olduğunu ifade etmek mümkündür (Bilgiseven, 1984: 170, 175).
Kültürümüzdeki verimsizlik, büyük eserlerin nadiren meydana getirilişi, yeni ufuk açan düşüncelerin yokluğu gelenekten mahrumiyetin ve gelenek oluşturamamanın sonucudur. Yaşadığımız kültürel depremler gelenekleri parçalamış ve değersizleştirmiştir. Sarsılan kültür, yeni gelenekler oluşturmanın ruhî gücünü de kaybetmiştir. Anlaşılmayan ve bütün değerleriyle içten benimsenmeyecek olan bir kültüre yönelme, geçmişte büyük kültür eserleri meydana getiren geleneklerden insanları uzaklaştırmış, hep yenilik arayan ve yeniliğe kıymet veren bir haleti ruhiyeye sokmuştur. Gelenek olmadan kıymetli yenilik meydana gelmeyeceği idrak edilmelidir (Özakpınar: 1997: 145). İşte tarihimizde büyük eserler hep böyle bir birikimin sonucudur. Yukarıda bazı ilkelerinden bahsettiğimiz Ahiliğin, günümüze kadar ulaşmış bulunan son derece zengin maddî ve manevî mirası vardır. Bu mirasın bir kısmı da geleneğe sahip çıkamamaktan ya da zengin babanın mirasyedi çocukları gibi, bu muhteşem birikimi har vurup harman savurmaktan dolayı tarihin sayfaları arasında kalmıştır. Nitekim buna örnek teşkil etmesi bakımından ifade edecek olursak; Artukoğulları döneminde saraydan da himaye ve alaka gören bir Türk ustası yaptığı makine ve robotları, altı çeşit içinde ve elli adet şekille anlatan bir kitap yazar. Bu eser günümüze kadar ulaşmıştır. Bu makine ve robotların başlıcaları oldukça dikkate değerdir (Çalışkan, 1993: 46):
Şerbet ve işçi meclislerinde kullanılan otomatik kap
El yıkama ve abdest alma esnasında kendiliğinden su döken makine
Fasılalarla muhtelif boylarda su fışkırtan fıskiyeler
Kendi kendine müzik çalan makine
Alçak kuyu ve nehirlerden su çekmeye yarayan otomatik tulumba
File binmiş bir adam. Bu adam kurulu yay ve zemberekler vasıtasıyla hareket etmekte, muhtelif el ve kol hareketleriyle davul çalmakta, silah kullanabilmektedir.
İçinde adam bulunan, su üzerinde merakla seyredilen bir kayık. Bu kayık suya bırakılınca, altında bırakılan küçük bir delikten su almakta, su belli bir seviyeye gelince içindeki adamı telaş kaplamakta, bu adam bir eliyle imdat ister gibi, ağzına aldığı boruyu öttürmeye başlamaktaydı.
Bir müzik faslının bütün ses ve musikisini icra edebilen otomatik bir saz takımı yapmıştır.
Madeni bir tavus kuşu yapmıştır. Bunun düğmesine basılınca, ağzından belli aralıklarla su akıyordu. Önünde rahat abdest alınabiliyordu. Bu aralıkla su akışı, çok ayarlı ve ahenkli idi. İnsan elini uzatınca akıyor, çekince kesiliyordu.
Şifreli anahtarlar
Kapıları açan, kapayan selam veren, yürüyen basit işler gören robotlar
Ebüliz’in yaptıkları içinde en karışık ve en karmaşık olanı gün, ay ve saatlerle güneş ve ayın durumunu gösterir otomatik bir takvimdir.
Ahilik, kardeşlik, mertlik, yiğitlik, yardımseverlik, misafirperverlik, dürüstlük, vatanperverlik anlamlarına gelmektedir. Yani Türk ve İslam kültüründe ifade edilen “güzel ahlâklı” insan demektir. Ahi olabilmek için gidilen, eğitim görülen kuruma da “Ahi Ocağı” denilir. Bu öyle bir ocaktır ki, oraya giren hem mesleğinin en iyi ustası olur hem de ahlâkı, fazileti ve davranışlarıyla tam bir örnek insan olur. Mesleğinin basamaklarını çıraklıktan başlayarak yavaş yavaş olgunlaşarak tırmanır. Ustası ile olan ilişkisi tam bir sevgi ve saygıya dayanır. Burada amaç başkasına muhtaç olmadan, alnının terini, gözünün nurunu dökerek helal kazanç sağlamak ve işini iyi yaparak alacağı dualarla Allah’ın da rızasını kazanmaktır. Çünkü Ahinin anlayışına göre çalışmak İslâm’ın bir emridir. Dürüst ve iyi çalışmak ise bir ibadettir. İmkânı olduğu halde başkalarına avuç açmak ve dilenmek günah kabul edilmiştir.
Türkİslâm düşünce zemininin üzerinde yükselmiş bulunan, iktisadî, ahlâkî, hukukî, dinî ve hatta askerî kurumları da bünyesinde barındıran muazzam bir teşkilat olan ahilik, gençliğin ülküsü ile yaşlılığın geleneğinin birleşmesidir. Gençler iyi bir Ahi olabilme ülküsünü taşırken, onların yaşlı liderleri, ülküyü hayata tatbik etmiş ve bunu yeni nesillere bırakarak gelenekselleştirmişler, madde ve mânâ âleminde derin izler bırakmışlardır.
Ahi, uzun yıllar içerisinde bir taraftan zanaatını öğrenmekte, diğer taraftan da ruhî olgunluğa ermektedir. Meslekî ilerlemesi de âdeta ruhî tekâmülü ile paralellik arzetmektedir. En nihayet Ahi, ruhunun inceliklerini, maddeye işlemekte, yüzlerce yıl sonrasında dahi hayran dolu bakışları cezbedebilmektedir. Söze dökemediği İlahî sırları, maddede dillendirmektedir. Onun sanatında aşk, doğruluk, kanaat ve sabır, maddede çiçeklenmektedir. Ahi, sevdasını taşa, demire, deriye, ağaca vs. işlemekte, en sert ve soğuk cisimleri İlahî aşkın ateşiyle kora dönüştürmekte, Mevlâ’sından aldığı nuru, göz bebeğinden döküvermektedir.
Günümüzde dünya gün geçtikçe daha çok ahlâkî krize ve kirlenmeye maruz kalmaktadır. Ahlâkî çöküntü adeta bulaşıcı bir hastalık gibi korumasız insanları pençesi altına almaktadır. Bu amansız hastalığa karşı bir aşıya ihtiyaç duyulmaktadır. Söz konusu aşı, tarih şuuru edinmede, güzel geleneklerimizi canlı tutmada, yaşamada ve yaşatmadadır. İhtiyacımız olan güzellikleri, Ahilik kurumu vasıtasıyla ecdadımızın, bütün insanlığa hediye ettiği düsturlarda görmek mümkündür. Yüzlerce maddede ifade edilen bu düsturları bir “ruh” olarak görmemiz lazımdır. Ruha giydirilen beden, zaman içerisinde farklılık arz edebilir. İşte bugün ihtiyacımız olan, ruhu bu geleneğimizden alıp, yaşayan bünyeler inşa etmektir. Ancak unutmamak gerekir ki, yeni inşalar için evvela inşa olunmak gereklidir.
- ANADOL, Cemal (1991): Türk-İslâm Medeniyetinde Ahilik Kültürü ve Fütüvvetnameler, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara.
- Berkay, Fügen (1973):Yunus Emre’nin Türk Toplumundaki Yeri, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul.
- BİLGİSEVEN, Amiran K. (1984): Maliye Sosyolojisi, İstanbul.
- BİLGİSEVEN, Amiran K. (1986): Genel Sosyoloji, İstanbul.
- CAHEN, Claude (1986): “İlk Ahiler Hakkında”, (Çev.M. ÖZTÜRK), Belleten, S.197, Ağustos 1986.
- Cebecioğlu, E. (1991): Hacı Bayram Veli, Ankara.
- CUMHUR, Müjgan: “Anadolu Tarihinde Ahilerin Seyfi Kolu”, Türk Kültürü, Sayı: 153-154-155, yıl: XIII, Temmuz-Ağustos-Eylül.
- ÇAĞATAY, Neşet (1989): Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Ankara.
- ÇAĞATAY, Neşet (Ts): Ahlâkla Sanatın Bütünleştiği Türk Kurumu Ahilik Nedir?, TESK yay. 2. Baskı, Ankara.
- ÇALIŞKAN, Yaşar (1993): Kültür, Sanat ve Medeniyetimizde Ahilik, Ankara.
- DEFTERDAR S. MEHMET PAŞA (1990): Devlet Adamlarına Öğütler, Osmanlılarda Devlet Düzeni, (Der. ve Çev. R. UĞURAL), İzmir.
- Ergün, Mustafa (1991): Yunus Emre’de Tasavvuf ve Eğitim, Malatya.
- ERKAL, Mustafa (1991): İktisadi Kalkınmanın Kültür Temelleri, İstanbul.
- GÜLLÜLÜ, Sabahattin (1992): Sosyoloji Açısından Ahi Birlikleri, İstanbul.
- GÜNGÖR, Erol (1995): Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk, İstanbul.
- HACI BEKTAŞ VELİ (1996): Makâlât, (Haz. E. COŞAN), (Sad. H. ÖZBAY), Ankara.
- KAYADİBİ, Fahri (2000): “Anadolu Selçuklular Döneminde Ahi Teşkilatında Eğitim”, Sosyoloji Konferansları, Yirmialtıncı Kitap, İstanbul.
- Mevlâna, C.R. (1988): Mesnevi, I, M.E.B.
- MUCHIELLİ, Alex (1991): Zihniyetler, (Çev. A. KOTİL), İstanbul.
- Önder, M. (1989):”Mevlelikte Ahi Düzeni ve Sosyal Etkileri”, V.Milletlerarası Türkiye Sosyal ve İktisat Tarihi Kongresi Tebliğler, 2125 Ağustos, 1989, İstanbul.
- ÖZAKPINAR, Yılmaz (1997): İslâm Medeniyeti ve Türk Kültürü, İstanbul.
- PARMAKSIZOĞLU, İ. (1971): İbn Batuta Seyahatnâmesi’nden Seçmeler, İstanbul.
- TABAKOĞLU, Ahmet (1992): “Osmanlı İçtimaî-İktisadî Yapısı ve Zihnî Esasları”, Türklerde İnsanî Değerler ve İnsan Hakları, 2. Kitap, İstanbul.
- TATAR, Taner (1997): Türk Yönetim Sistemi, İstanbul.
- Timurtaş, K.F. (1972): “Yunus Emre”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, CiltX, Sayı55, Nisan, 1972.
- TÜRKDOĞAN, Orhan (1988): Sosyal Hareketler Sosyolojisi, Ankara.
- ÜLGENER, Sabri F. (1951): İktisadî İnhitat Tarihimizin Ahlâk ve Zihniyet Meseleleri, İstanbul.
- Ülgener, Sabri (1981): Zihniyet ve Din, İslâm Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlâkı, İstanbul.
- ÜLGENER, Sabri F. (1983): Zihniyet, Aydınlar ve İzmler, Ankara.
*********
[1] TATAR, Taner; DÖNMEZ, Mehmet. Zihniyet ve İktisat İlişkisi Çerçevesinde Ahilik Kurumu. Doğu Anadolu Bölgesi Araştırmaları, 2008, 9: 194-202..
[2] İnönü Üniversitesi, Fen – Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü – MALATYA, [email protected]
[3] İnönü Üniversitesi, Fen – Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü – MALATYA, [email protected]