Seyahat konusunda dikkat çeken konulardan bir diğeri de insanların türbelere, yatırlara sırf şifa bulmak veya feyiz almak gayesiyle yaptıkları ziyaret ve yolculuklardır. Anadolu’da insanların zaman zaman gittiği, şifa umduğu bu mezarlara, kabirlere, makamlara “ziyaret” denilir.
Evliya Çelebi, Seyahatnâme’de ziyaret konusuna sık sık yer verir. Bir şehir anlatılırken varsa peygamber kabirleri ve makamları, Allah dostlarının türbeleri ve mezarları uzun uzun anlatılır. Bu ziyâretlerin insanlara faydaları üzerinde durulur. Eğer bir yer ziyaret edilmişse bundan Seyahatnâme’de mutlaka bahsedilir.
Müslüman seyyahlar söz konusu olduğunda ziyaret konusu seyahatlerin ana sebepleri arasında değerlendirilebilir. Hem peygamber makam ve kabirlerini hem de evliya türbelerini, makamlarını ziyaret kastıyla bu coğrafyada büyük hareketliliklerin yaşandığını söyleyebiliriz. Tekke ve dergâhlar da bu ziyaretlerin sebeplerinden biridir. Malik Aksel, İstanbul’un Ortası eserinde şehrin özellikle Ramazan ayında Müslüman seyyahlar tarafından ziyaret edildiğini söyler. Bunların en başta gelen ziyaret yerlerinin camiler olduğunu belirtir. Ondan sonra tekkeler gelir. Malik Aksel, Bektaşi tekkeleri dışında diğer tekkelerin o dönemde Müslüman seyyahlar tarafından ziyaret edilebildiğini söyler.[1]
Ziyâretlerin çok fazla yaygınlaşması, insanların sırf bu amaçla uzun mesâfeleri yürümeyi göze alması bazı îkazların sebebi olmuştur. Eroğlu Nûri “Tasavvuf Bi’t-Tarikat” adlı risalesinde “İrşad, sağdan sağadır. Özellikle şimdiki zamanda mezarlardan irşad umanlar, mahrum kalırlar”[2] demektedir. Sözlerinin devamında Yiğitbaşı Ahmed Marmaravî’nin şu beytini zikretmektedir:
Gerçi câizdir mezâra hem ziyâret hem duâ
Lîk kalb emrazına olmaz ziyâretden devâ
Ziyaretlerden feyiz alınabileceğine inanan mutasavvıflar da yok değildir. Mısrî muhiplerinden Kadrî Efendi, “Cenâb-ı Hazret-i Pîr hakkında zuhur ve tulû‘ eden vedânâme-i fakîrânemdir” başlığını taşıyan şiirinde şöyle der:
Enbiyâ vü evliyâyı kıl ziyâret bir zamân
Her birinden ahz ü feyz bâis olsun rahmete[3]
1912 yılında Limni adası Yunanistan tarafından işgal edilmiş ve 1923’te imzalanan mübadele anlaşmasıyla burada yaşayan Türkler Anadolu’ya geçmişlerdir. Bu sebeple, Niyâzî-i Mısrî’den ayrıldığı için Kadrî Efendi duygularını aynı şiirin ilerleyen beyitlerinde şu mısralarıyla anlatır:
Âsitân-ı hazretinden çârenist düşdüm baîd
Azm edip seyyâh olup çıkdım diyâr-ı gurbete
Hz. Mısrî’nin muhabbetiyle yollara düşen ve onu ziyaret etmek isteyen kimseler az değildir. Bunlardan birisi Bursa Mısrî Dergâhı son postnişini Mehmed Şemseddin Ulusoy, diğeri de Hüseyin Vassaf’tır. Şemseddin Ulusoy, Hz. Mısrî için Limni’ye yaptığı seyahatlerinde tuttuğu notları Dildâr-ı Şemsî adlı eserinde bir araya getirmiştir. Hüseyin Vassaf ise Limni’ye gitmek için yola çıkmış, fakat hava şartlarından ötürü adaya gidememiş ve geri dönmek zorunda kalmıştır.
Şemseddin Efendi, Limni’ye ilk seyahatini Pilevne adlı bir vapurla yapmıştır. O, bu yolculuk esnasında Gelibolu’da Yazıcızâde’nin kabrini de ziyâret etmiştir. Kendisi, bu seyahatini anlattığı satırlarında Limni Adası’ndan ve Niyâzî-i Mısrî’nin hayatından bahseder. Şemseddin Efendi, diğer ziyâretlerinde başka başka zevâtı da ziyâret eder. İkinci ziyâretini İstanbul üzerinden gerçekleştirir. Bazı tekke ve dergâhlara uğrar. Akrabalarıyla görüşür. Vapurla Limni’ye giderken Selanik’e uğrarlar. Burada Ahmed Âmiş Dede gibi devrin önde gelen mutasavvıf şahsiyetleriyle görüşür. Daha sonra Limni’ye ulaşır. Seyahat notlarının bu bölümünde Limni Adası ve ahâlisi anlatılır. Onların birbiriyle olan münasebetleri üzerinde durulur. Mehmed Şemseddin Efendi burada bazı zikir meclislerine katılır, sohbetler yapar. Adada üç grup vardır. Bunların ilki adanın müftüsüne ayak uyduran, o her ne derse evet diyen gruptur. Bunlar genelde adanın yönetici tabakasını oluşturur. Diğerleri ise “Mısrî bendeleri”yle Bektaşîler’dir. Bu üç grup arasında pek de dostâne münasebetler yoktur. Şemseddin Efendi, sohbet günlerinde onların her birine hitap edecek genel konular üzerinde konuşur.[4]
Mehmed Şemseddin Efendi’nin Limni seyahatleri yediyi bulur. Bu seyahatlerdeki intibaları çok fazla değişmez. Ancak bazen bir seyyah gibi karşılaştırmalar yaptığı olur. Limni’ye üçüncü gidişinde şu intibalarını kaydeder: “Şehrin bazı mahallelerini gezdim, maatteessüf vetteessüf söylüyorum ki İslam mahallâtı harap, Hrıstiyan mahallâtı mamur. Hatta bizim camilerimiz toz-toprak içinde, onların kilisesi mermerlerle tefriş edilmiş muntazam.”[5]
Şemseddin Efendi, Limni ve sâir adalarla ilgili seyahatlerini ve intibalarını bir manzumede de kısaca anlatmıştır. Bu manzumenin bazı beyitleri şöyledir:
Lutf-ı Hakk’la yedi kere ben ziyaret eyledim
Mazhar-ı feyzin olub kesb-i saadet eyledim
Ey benim Pîrim Efendim! Şimdi de ister gönlüm
Yazayım kaç kere Limni’ye seyahat eyledim
Eyle himmet yedi kere ettiğim seyahati
Eyleyip tahrir ne vechle itaat eyledim
Gâh Limni gâh Midilli’de ihvan-ı fakir
Maddeten manen edip davet-i ziyafet eyledim[6]
Şemseddin Efendi, Limni ve sâir yerlere seyahatleri esnasında çeşitli tarikatlerin dergâhlarına uğrar ve buralarda bazı şahıslarla görüşüp onların misâfiri olur. Bu arada seyahatlerinde fırsat bulursa Gelibolu’da Yazıcızâde kardeşleri ziyaret eder. Onlarla ilgili intibalarını eserinde anlatır. Mehmed Şemseddin Efendi Dildâr-ı Şemsî’de sadece Limni Adası’na değil; Midilli, İstanbul, İznik, İzmir, Urla, İnegöl, Selanik gibi yerlere seyahatlerini de anlatır. Bu eser adalardaki tasavvufî faaliyetlerle ve sosyal hayatla ilgili bazı kıymetli bilgiler, belgeler ve hatıralar ihtiva etmektedir.
Kutsal beldeleri, türbeleri, yatırları ziyaret etmek için yolculuk eden münevverler olduğu gibi bu gayeler uğruna yollara düşen seyyahlar da vardır. Bunlardan birisi yukarıda söz konusu ettiğimiz Hüseyin Vassaf’tır. O, Bursa Hatırası’nda bu şehri gördüğü için çok sevinir ve şöyle dua eder: “Aman Allah’ım! Bu ziyaretleri nasib eylediğin gibi, Beytullâh ve Ravza-yı Habîbullah’ı da ziyareti ben fakire nasîb ve müyesser eyle. Şâm-ı şerîf’de ve Kudüs-ı şerîf’deki makâmât-ı mübârekeyi ziyaretten mahrum eyleme. Hz. Mevlânâ kulunu ziyârete de iştiyâkım vardır. Onunla kâm-yab eyle, yâ Rab! Âmin, âmin, âmin.”[7]
Hüseyin Vassaf için evliya kabirlerini ziyaret önemlidir. O, Bursa’ya büyük ölçüde Allah dostlarının makamlarını ve türbelerini ziyaret maksadıyla gitmiştir. Bunu da “evliyâ-yı ızâm hazerâtının terâcim-i ahvâl ve menâkıb-ı aliyyu’l-ale’l-âl kudsiyelerine vukuf husulü, kalbimde bir ikinci seyâhat ve ziyaret icrasına bir şevk-i mânevî şu’lesi uyandırmışdı” sözleriyle anlatır ve İsmail Hakkı Bursevî’nin şu sözlerini nakleder: “Himem-i evliyâ istimdâdından hâli olma! Zira vusul-ı merâkid esbâb-ı müessiredendir ve nazar ve nefesde başka hâlet vardır.”[8]
Ziyâret konusu Allah dostları tarafından farklı değerlendirmelere konu olmuştur. Bazısı bunun hiçbir fayda getirmeyeceğini ifade etmiş, bazı evliyaullah da ziyâretin faydalarından söz etmiştir. Ancak Türk kültüründe ziyâretin ısrarla önemsendiğini görüyoruz. Ziyâretler giderek seyahatlerin sebeplerinden biri olmuş ve bu sebeple yollara düşenler, uzun süren yolculuklara çıkanlar görülmüştür. Özellikle tasavvufî hayatta ziyâret bahsinin ayrıca bir yerinin olduğu ve bunun bir âdâbının bulunduğu bilinmektedir.
Sırası gelmişken türbe ziyaretiyle ilgili şu ilginç anekdotu buraya kaydedelim:
Yer Üsküdar, Hz. Nasûhî âsitânesi. Bir gün buraya bir yolcu gelir. Doğrudan doğruya, Hz. Nasûhî’nin türbesini sorar. Dergâhtakiler, “yorgunsun, biraz dinlen, ondan sonra geçersin” deseler de dinlemez. Adam gider, kabrin başında bir süre Kuran okur. Ondan sonra dergâhtaki dervişlerin yanına gelir ve ziyaret sebebini anlatır. Bu kişi seyahati sırasında bir yere uğrar. Kalacağı bir yer var mı diye araştırırken ona bir dergâh gösterirler. Dergâha gider, oranın şeyhiyle tanışır. Adam şeyhle sabaha kadar sohbet eder. Şeyh adama seyahatinin sebebini ve nereye gideceğini sorar. Adam da İstanbul’a gideceğini söyleyince şeyh ona şöyle der: İstanbul’a gitmek için, Üsküdar’dan geçmen lâzım. Üsküdar’ın Doğancılar semtinde Hz. Nasûhî’nin türbesi vardır. Oraya uğradığında bizim hürmetimizi bildirip, mübârek ruhuna bir Yâsin-i şerif, üç ihlâs ve bir Fâtiha okuyup sevâbını hediye eder misiniz?” Adam da “Peki” der ama neden ille de Muhammed Nasuhî olduğunu merak eder. Şeyh de ona bunun sebebini anlatmaya başlar: Bu şeyh gençliğinde heva ve hevesinin peşinde vaktini heba eden biriymiş. Babası ise Kadiriyye’den kâmil bir mürşit imiş. Kendi ifadesiyle hayatında onun kıymetini bilememiş. Babası vefat edince perişan olmuş. Babasının halifesi onun bu halini görünce kendisini îkâz etmiş. Vakit geç olmadan toparlanması gerektiğini, ilim tahsil etmesini ve bir velinin hizmetine girip mânevî terbiye görmesini tavsiye etmiş. Şeyh, bunları duyunca aklı başına gelmiş ve babasının halifesinin de tavsiyeleriyle Edirne’ye doğru yola koyulmuş. Yolda bir geçidi eşkıyanın tuttuğunu öğrenmiş. Yola devam edip etmemekte tereddüde düşmüşse de nihayet devam etmeye karar vermiş. Tam eşkıyaları fark ettiği bir esnada karşısında siyah bir atlı belirmiş. Bu zat onu “Evlâd! Korkma, gel benimle” diyerek bir süre beraberinde götürmüş. Bir yere gelince “Bundan ötesi selâmettir. Yolun açık olsun, Allâhu teâla yardımcın olsun” deyip kaybolmuş.
Şeyh, uzun bir yolculuktan sonra Üsküdar’a ulaşmış. Orada iki kişi “Ey efendi! Seni üstâdımız dergâhına davet ediyor. Lütfen oraya buyurunuz” diyerek onu bir dergâha götürmek istemişler. Şeyh şaşırmış, fakat merak edip o kimselerin peşine düşüp bir dergâha gelmişler. Her ne kadar kendisini çağıran efendiyle görüşmek istediğini söylese de “Üzülme, vakti gelince o sizi çağırır, görürsünüz” demişler. Sabaha kadar heyecanından uyuyamamış. Sabah olunca “Şeyhimiz seni huzuruna bekliyor” deyip onu şeyhe götürmüşler. Bir de bakmış ki, karşısındaki kişi kendisini yolculuk sırasında eşkıyanın tasallutundan kurtaran kimsedir. Yani Hz. Nasuhî. Hazret, durumu bilmezlikten gelip üstünü örtmüş. Misafiriyle üç gün “cana can katan” sohbetler etmiş.
Sonunda Hz. Nasuhî misafirine şöyle demiş: “Evlâdım, şimdi memleketine geri dön. Babanın dergâhına git, makamına otur. Bu yolun adabına uyarak insân yetiştirmeye çalış. Silsile-i aliyye büyüklerinin ruhâniyetleri seni terbiye ederler. O zaman yüksek hâller, zevkler sahibi olursun. Sana duâ ediyorum. Başın dara düştüğü zaman bizi hatırla.” Şeyh, bu sözlerden sonra Hz. Nasûhî’nin huzurundan ayrılmış ve babasının dergâhına gitmek üzere yola çıkmış. Misafirinden Hz. Nasûhî’nin türbesine gidip Kuran okumasını istemesinin sebebi bu imiş.[9]
Dipnotlar
[1] Malik Aksel, İstanbul’un Ortası, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 2000, s. 178.
[2] Eroğlu Nûri, Tasavvuf Bi’t-Tarikat Tasavvufa Dair, Haz.: Mustafa Tatcı, Alperen Yayınları, Ankara 2003, s. 37.
[3] Mustafa Tatcı, Burc-ı Belâda Bir Merd-i Hudâ Niyâzî-i Mısrî, H Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 2012, s. 225.
[4] Şeyh Mehmed Şemseddin Mısrî, Niyazî-i Mısrî’nin İzinde Bir Ömür Seyahat Dildâr-ı Şemsî, Haz.: Mustafa Kara-Yusuf Kabakçı, Dergâh Yayınları, İstanbul 2010, s. 55.
[5] Şeyh Mehmed Şemseddin Mısrî, a. g. e., s. 73.
[6] Şeyh Mehmed Şemseddin Mısrî, a. g. e., s. 158.
[7] Hüseyin Vassaf, Bursa Hatırası, Haz.: Mustafa Kara-Bilal Kemikli, Bursa Büyükşehir Belediyesi Yayınları, Bursa 2010, s. 118.
[8] Hüseyin Vassaf, a. g. e., s. 5.
[9] Mustafa Tatcı, Üsküdarlı Muhammed Nasuhi ve Divanı, Kaknüs Yayınları, İstanbul 2004, s. 102-105.